24 Aralık 2012 Pazartesi

Mücap Ofluoğlu'ndan Orhan Veli'ye "Silinmiş Alkışlar İçinde"



“…
Salt aynada yansımak
Sahnelerin dışında oyunlardan uzak
Silinmiş alkışlar içinde

Aynada bakıyordu gerçek yüzüne
Ne Polonius ne Harpagon ne Cyrano
Artık yalnızdı çizgilerinde”

                                            Mücap Ofluoğlu   /  1980 *
Resim: Silinmiş Alkışlar İçinde: Mücap Ofluoğlu Kitabı
Cyrano'nun son sahnesi. Tijen Par, Mücap Ofluoğlu ve Engin Gürmen 

Mücap Ofluoğlu, muhtemelen bu dizeleri İstanbul Şehir Tiyatroları’ndan emekliye ayrılmaya karar verdiği günlerde yazmıştı.  Yıllar sonra İş Bankası Kültür Yayınları’ndan çıkan söyleşi kitabının adı da “Silinmiş Alkışlar İçinde: Mücap Ofluoğlu Kitabı” olacaktı. Bu kitapla rastlaşıp kitabı okumam uzun zaman önceydi. Sayfaların arasında kimler yok ki? Orhan Veli’den Yaşar Kemal’e Rıfat Ilgaz’dan Münir Özkul’a, Abidin Dino’dan Halikarnas Balıkçısı’na… Kolay değil koca bir ömür.  

Bazı belleklerde yerini çoktan yitirmiş bir isimken, geçen baharda Muhsin Ertuğrul Sahnesi önünde toplanan tiyatrocuların arasındaydı :“Bırakmayın bu tiyatroyu…” derken göz yaşlarına boğulan sanatçı olarak yeniden hatırlandı. 11 Aralık 2012’de de aramızdan ayrıldı. Ölümü pek ses getirmedi. Bildik, beylik laflar edildi. Sonra da perde kapandı. Gerçekten silinmiş alkışlar içindeydi…Vaktiyle ne kadar da güzel ifade etmişti!


Peki kimdi Mücap Ofluoğlu?

Kadıköylü olan Mücap Ofluuoğlu’nun babası bir yandan hukuk eğitimi alırken diğer taraftan Kabataş Lisesi’nde Fransızca öğretmeni olarak görev almaya başlıyor.  Kabataş’ta öğrenci olan küçük dayı Fransızcasını ilerletmek üzere özel ders almaya karar verince, “kader ağlarını örüyor” ve annesi ile tanışıyorlar. Uzunca geçen tanışıklık dönemi sonunda 1919 yılında çift “mutlu sona” ulaşıyor ve evleniyor. 1920’nin Kasım’ında Mücap dünyaya geliyor. Fakat evlilik uzun sürmüyor ve 1922’de aile dağılıyor. Savaş sırasında gönüllü hastabakıcılık yapan ve madalya ile ödüllendirilen anne Yegane Hanım cesur ve çalışkan bir kadın. Boşanmadan sonra hali vakti yerinde olan baba evine yerleşmek yerine öğretmenlik sınavlarına giriyor. Sınavdan alnının akıyla çıkmayı başaran Yegane Hanım, öğretmenliğe ve oğluyla birlikte yeni bir hayata başlıyor. Ulusal Kurtuluş Savaşı’nda babasız kalan kız öğrencileri okutan bir kurum olan Darüleytam’da çalışmaya başlıyor. Hatta babasız öğrencileri almaya gittiği bir Anadolu yolculuğunda Atatürk’le de tanışıyor. 



Resim: Silinmiş Alkışlar İçinde: Mücap Ofluoğlu Kitabı

Genç Cumhuriyet'in genç Öğretmeni Yegane Hanım, Şapka İnkılabı sonrasında.



Bu arada küçük Mücap’ın üç teyzesi de 1930’ların Fenerbahçe Kulübü’nde kürek sporu dalında Türkiye’nin ilk kadın sporcuları oluyor. Kaçınılmaz olarak teyzeleriyle gittiği kulüpte Mücap da Fenerbahçe’ye gönül veriyor. Kulübe bağlı olarak futbol ve tenis oynamaya başlamasının yanı sıra divan kurulu üyesi bile oluyor.
Sonra tiyatro aşkı kanına giriyor; fakat sınırlı sayıda öğrenci alan konservatuara sınavlarda başarı gösterse bile alınmıyor. Bu hayal kırıklıkları ile Zonguldak Maden Mühendisliği Mektebi günleri başlıyor. Sahne tozu yerine, Üzülmez Ocağı’nda kömür tozuna bulanan günler birbirini kovalıyor. 4 yıl vatani görev derken, Canlı Hayvan Borsası’nda yeni bir işe kavuşuyor. Ancak oğlunun haline üzülen Yegane Hanım, Muhsin Ertuğrul’a mektup yazıyor. Böylece Mücap Ofluoğlu’nun tiyatro hayali Muhsin Ertuğrul’la beraber Tepebaşı Dram Tiyatrosu’nda gerçeğe dönüşmeye başlıyor. 


                                                                  Muhsin Ertuğrul
                          
Bu arada sanat çevrelerinde sevilen ve güvenilen bir isim haline geliyor.  O kadar ki Sabahattin Ali’den boşalan Marko Paşa’nın yazı işleri müdürü oluveriyor. Mim Uykusuz, Rıfat Ilgaz, Aziz Nesin gibi usta isimlerle geçen mesailer birbirini izliyor. Hatta bu dönemde, tek sefercik izleyiciyle buluşsa bile Aziz Nesin’le birlikte bir sahne gösterisine de imza atıyor. 

                              
Marko Paşa'nın 1947 sayılarından biri...

Elbette eğlenceye de zaman ayırmayı ihmal etmiyor. Diğer yandan, özellikle bu dönemde sanatçıları bir araya toplayacak bir örgütlenme olmadığından ve iletişim araçlarının kısıtlı imkanları nedeniyle, iş bağlantıları için de bu akşam gezmeleri önem kazanıyor. Lambo ve La Bohéme ’li Beyoğlu gecelerinde Adalet Cimcoz’dan Sait Faik’e, Cahit Irgat’tan Mina Urgan’a kadar sanat ve bilim dünyasının birçok nitelikli ismi, aynı masada yan yana kadeh kaldırıyor. 

Orhan Veli’ nin Paris Düşü…                

Bir de tabii Orhan Veli var. Sevilen, sıcak ve samimi kişiliği ile dost sohbetlerinin aranılan ismi. Mücap Ofluoğlu’nun için değerli ve yeri doldurulamaz dostlardan.

 Resim: http://www.turkishculture.org/picture_shower.php?ImageID=2446
                                                       Orhan Veli Kanık
1940’ların sonuna doğru sanat merkezi olarak konumu sarsılsa da Paris, hala sanatın can damarı olarak görülüyor. Bu süreçte birçok sanatçı Paris’e gidip eğitim almak ya da çağdaşlarının neler yaptığını yerinde incelemek gayesinde. Mücap Ofluoğlu’nun dostlarının da birçoğu soluğu Paris’te alıyor. 
İşte 1948’in sıcak bir Haziran gününde ressam Mübin Orhon da Paris’e gidecek bir gemide yol almaya başlıyor. Muhtemelen Mübin, heyecanlı, gelecekten ümitli, eh biraz da kederli el sallıyor. Rıhtımda onu uğurlamaya gelen arkadaşları Mücap Ofluoğlu ve Orhan Veli var. Her ikisi de Paris’i görmek istiyorlar ama işte…Bu arada Mücap Ofluoğlu, şair arkadaşının oldukça kederlendiğini ve cebinden çıkardığı sigara paketine bir şeyler yazdığını görüyor. Bütün halden anlayan adamlar gibi hiçbir şey sormuyor ve ikili Karaköy’de bir meyhaneye kadar tek laf etmeden yürüyor. Birkaç kadehten sonra Orhan Veli az önce yazdığı satırları okumaya başlıyor: 

“Bakakalırım giden geminin ardından
 Atamam kendimi denize, dünya güzel;
 Serde erkeklik var, ağlayamam.” **

Bir süre sonra Mücap Ofluoğlu yeni mevsimde İstanbul’da iş bulamayacağı gerçeğiyle yüz yüze geliyor. Bir takım siyasi suçlamalar ve dedikodu çarkının kaçınılmaz sonucu olarak ne yapacağını kara kara düşünüyor. Orhan Veli arkadaşının çaresizliğine üzülerek İzmir Şehir Tiyatrosu’nun kadrosunda iş bulmasına aracılık ediyor. Dostlarından ve İstanbul’dan ayrılmak zor gelse de Ofluoğlu tutuyor İzmir yolunu…Bir süre burada çalıştıktan sonra yeniden dönüyor İstanbul’a. Tiyatro, dublaj, sinema, radyo sunuculuğu derken geçinme ve var olma sıkıntısı hep hissettiriyor kendini.
Bu koşturmaca içinde 1950 Kasım’ında birkaç gecedir Orhan Veli’nin eksikliği fark ediliyor.  Ortalarda görünmeyen Orhan Veli’yi arkadaşları merak ederken, acı haberi ünlü aktör Feridun Çölgeçen getiriyor. Mücap Ofluoğlu, “uydurma” diyerek yapışıyor Çölgeçen’in yakasına ama ne yazık ki haberin doğru olduğu çok geçmeden ortaya çıkıyor. Orhan Veli'nin , gerçekten de belediyenin kazdığı bir çukura düştüğü; birkaç gün sonra da beyin kanaması nedeniyle vefat ettiği gerçeği Ofluoğlu'nu derinden sarsıyor.  Aşiyan’daki cenaze törenine bütün arkadaşları gibi Mücap Ofluoğlu da katılıyor. 

Mücap Ofluoğlu, tiyatro, dublaj, sinema, aşk... 

Elbette Mücap Bey’in hayatı bu kadarla kalmaz! Küçük Sahne günleri gelir, 6-7 Eylül olayları gelir, biri Şakir Paşa Ailesi’nden alınan üç gelin gelir... “Heykel” olarak başladığı tiyatro hayatında Harpagon olur, Cyrano olur…O da yetmez bir sürü isme yol gösteren usta olur! Filmleri, dizileri, kitapları, şiirleri, gazete yazılarıyla başka türlü bir “emekli” olur! Bir de son eşi Filiz Karabey Ofluoğlu’na romantik bir koca olur ki sormayın (Bu sonuncusu kitabın sonuna kondurulan Mücap Ofluoğlu tarafından eşine yazılmış mektuplardan çıkardığım sonuçtur. Tamamen şahsi fikrimdir )… Daha anlatacak çok şey varsa da geri kalan kitaptan okunmalıdır kanımca…



Meraklısına Not: Türk kültür yaşamının çok önemli isimlerini Mücap Ofluoğlu’nun bakış açısıyla inceleme olanağı sunan bir kitap “Silinmiş Alkışlar İçinde : Mücap Ofluoğlu Kitabı” …  Nuri Dikeç tarafından söyleşisi gerçekleştirilen kitap, İş Bankası Kültür Yayınları’nın Nehir Söyleşi dizisinden. Bulursanız kaçırmayın!


* Aynada / Mücap Ofluoğlu / 1980

**  Ayrılış / Orhan Veli Kanık





11 Eylül 2012 Salı

Christo ile Jeanne-Claude köprüyü paketler de biz yapamaz mıyız?

20. yüzyılın kaotik ortamı, zaten kanıksanan yapısını çoktan terk etmeye başlamış sanatı daha da enerjik bir hale getirdi. Genel olarak akım ve karşı akım şeklinde ortaya çıkan eserler, bir süre sonra kalıplarını tamamen yıktı. Tuvalden taştı, fırçayı ve boyayı bir kenara bıraktı, geleneksel olan her şeyi göz ardı etti! Sanatçılar her şeyi sanat nesnesi haline getirdi. Ve elbette dünya yüzeyindeki her yer bir sanatçının çalışma alanı olabilirdi.


                            Paketlenmiş Pont Neuf'/ Paris / 1885 / Fotoğraf : Wolfgang Volz 

Christo ile Jeanne-Claude...

İşte Christo Javacheff de 20. yüzyılın kabına sığamayan isimlerinden biri. Bulgar asıllı sanatçı dünyada, muhtemelen soyadı telaffuz problemi yarattığından kısaca ‘Christo’ olarak tanınıyor. Tekstilci bir ailenin oğlu olarak doğduğu Bulgaristan’daki sosyalist rejimden kaçıp Avrupa’ya geliyor. Jeanne-Claude ise Christo’nun sağ kolu, iş ortağı ve kaderin bir cilvesi sonucunda kendisiyle aynı tarihte (13 Haziran 1935) dünyaya gelmiş biricik eşi. Bu ikilinin yolları 1950’lerin ikinci yarısında, savaş sonrasının yorgun Paris’inde kesişiyor. Çift, 1958’de evleniyor ve sonra dönemin yükselen sanat merkezi New York’a taşınıyor.* 


                                Resim:http://www.christojeanneclaude.net/life-and-work
                     Christo ve Jeanne Claude / Birleşik Arap Emirlikleri / 2007 
                     Christo ve Jeanne Claude / New York / 1976 Fotoğraflar: Wolfgang Volz

Christo’nun ilk olay yaratan projesi Rideau de Fer yani ‘Demir Perde’. Demir Perde, 13 Ağustos 1961 tarihinde Berlin’i Doğu ve Batı olarak ikiye bölmek üzere inşasına başlanan 46 kilometrelik duvara yönelik eleştiri içeren bir çalışma olarak büyük bir sansasyon yarattı. Berlin Duvarı’nın yapılışının birinci yıl dönümünden kısa süre önce 27 Haziran 1962 gecesi Paris’te Rue Visconti’de hummalı bir çalışma vardı. Rue Visconti sakinleri şaşkınlıklarını gizleyemiyorlardı. Rengarenk 240** tane benzin variliyle 4.30 m yükseklikte bir bariyer oluşturulmuştu.  Sokak bölünmüş, sokaktan geçiş tümüyle engellenmişti. ‘Demir Perde’ istediği etkiyi yaratmayı başarmıştı.  Benzin varillerinden oluşturulan enstalasyon, sanat ve siyaset gündemini ele geçirmişti. Üstelik böylesi bir çalışmadan beklenmeyecek ölçüde görsellik barındırıyordu.


                                    Rideau de Fer - Demir Perde / Rue Visconti - Paris / 1962

Rue Visconti'deki başarısı bir tarafa, Christo'nun sanat kariyerinde asıl özdeşleştiği çalışmalar 'paketler'dir. Akla hayale sığmayacak her şeyi paketleyen adamdır Christo.  Paket çalışmalarının ilk örneklerini daktilo, şişe, koltuk gibi küçük boyutlu eşyaları içerir. Ne var ki bu sarıp sarmalanan eşyalarla beklenen çarpıcı etki yaratılamaz. İstediği  olay yaratacak sonuç için sıradan eşyalardan daha büyük nesneleri paketlemesi gerektiğini kısa sürede fark eder. 


                              Paketlenmiş Sahil / Sidney / 1969 / Fotoğraf: Harry Shunk

Ünlü birkaç yapı seçer ve bunları sarıp sarmaladığını gösteren taslaklar hazırlar. Yetkililerden izin çıkarsa istediğinden fazla dikkat çekmiş olacaktır. Ancak bir de mali problemler vardır. Kalıcı olmayacak bir işe, hatta birçokları için sanat olup olmadığı bile anlaşılamayan bir işe kaynak bulmak meseledir. Para sorununu Christo’nun geçmişte yaptığı işlerin fotoğrafları, taş baskıları ve çizimlerin satılması suretiyle aşılır. Mali problemleri kendi imkanlarıyla çözmeyi başarsalar da resmi makamlar o kadar kolay dize getirilemez. Paris’te Seine Nehri üzerindeki tarihi köprü Pont Neuf, 1985 yılında Christo ve Jeanne-Claude tarafından paketlendiğinde, bunun izin görüşmelerinin 9 yıl sürdüğünü büyük ihtimalle çok az kişi biliyordu. Almanya’da Reichstag’ı paketleme fikrini yetkililere ilk sunuşu ise 1971 yılıydı. 23 yıl inatla bekleyen çift amaçlarına 11,5 milyon mark harcayarak ancak 1995 yılında ulaşabilmişti.

  
                                                 Paketlenmiş Reichstag / Berlin / 1995
                                   
İkili ‘paketleme’ yöntemiyle başka birçok çalışma gerçekleştirdi. Bunlar arasında Miami’de adalar, Avusturalya’da bir sahil şeridi, İtalya’dan çeşitli anıtlar, yürüme yolları, değişik ülkelerden müze binaları sayılabilir.  Çiftin paketleme dışındaki değişik enstalasyonlarından bir diğeri Japonya’da gerçekleşmiştir. Bu çalışma 1991 yılında boş bir araziye diktikleri 1760 sarı şemsiyeyle oluşturulmuştur ve görsel zenginlik açısından da öne çıkmaktadır.   



                       Sarmalanmış Adalar / Miami - Florida / 1983 / Fotoğraf: Wolfgang Volz

Christo, kendi anlatımıyla, kalıcılığı insanların belleklerinde yakalamak istiyor. Yani sarıp-sarmalama dolayısıyla gizlenme sürecinin izleyici tarafından deneyimlenebilmesi, alışılagelmiş bir sanat eserinin yarattığı zihinsel süreçten daha çarpıcıdır. Dolayısıyla aynı mekana yeniden gelindiğinde bütün deneyim yeniden uyanacaktır. 


                              Şemsiyeler / Japonya / 1991 / Fotoğraf : Wolfgang Volz


Ayrıca sanat çevrelerindeki bütün anlamlandırma girişimlerine karşın çift, çalışmalarının tamamının belirli bir olguyu işaret etmediğinde ısrarcıdır. Reischtag’ın paketlenme sürecinde Christo’nun yaptığı açıklamalar da bu doğrultudadır : “Bizim yaptığımız sanatı kimse satın alamaz. Kimse sahip olamaz. Bu sanat sadece biz istediğimiz için gerçekleşiyor. Hiçbir devlet başkanı hiçbir kültür bakanlığı ısmarlamadı bu yapıtı. Herhangi bir amaca da hizmet etmiyor. Mutlak anlamda özgür bir sanat.”***

Bize gelince…


Biz dediğim, Pınar Bora ve ben. Pınar sanatçı kişilik…Bir proje yapması gerekiyor. Paketleme projesi. Fakat yapacağı paket projesinin kesinlikle bir anlamı olmalı. Amaçsız ve sınırsız özgürlüklerle dolu değil yani... Konunun uzağında olmadığımdan beni de işin içine katıyor. Beyin curcunası yapıyoruz.  Bir sürü fikir içinden en kamuya açık olanını seçiyoruz. Gece mi yapsak, gündüz mü diye saniyelik düşünceler aklımızdan geçse de yiğitlik bizde kalıyor ve gündüzü seçiyoruz.

Konumuz tüketim olarak belirliyoruz. Daha doğrusu reklam. İnsanları tüketime yönlendiren argümanlardan ışıklı reklam panoları ise hedefimiz; paketlenecek nesne. Cihangir’in işlek sokaklarından birinde, güzel güneşli bir günde paketleyeceğimiz bilbordun önündeyiz.  Bir deterjan reklamını yarı saydam kağıt ve fosforlu iple paketliyoruz. 



                Pınar Bora - Aslı bora / Reklam Arası / 2011 / Beyoğlu- İstanbul 
               
 Kimse yaptığımız şeye anlam veremiyor. Paketleme bitince elimizde fotoğraf makinesi bir kenara oturuyoruz. Önce pencereden her mahallede bulunabilecek bir meraklı teyze bizi sorguya çekiyor. Sanata falan pek bulaşmadan anlayabileceği bir şeyler söylüyoruz. ‘Ama sonra üstünü açın’ diye bizi tembihliyor.
Yoldan gelip geçenler pek bir meraklanıyor. Daha yakına gelip kağıdın altını görmeye çabalıyor. Hemen makinaya sarılıyoruz. İnsanların tepkilerini incelemek bizim için paketleme sürecinden daha önemli.  Bazısı hiç oralı olmuyor. Kimse ipi çözüp paketi açmak telaşında değil; ellemek istememeleri dikkat çekiyor. Yarı saydam kağıdı seçmemizin iyi tarafı bu. Paketi açıp içine bakayım durumu olmaması yani. Yaklaşanlardan söylenenler oluyor: ‘Niye sarmalanmış ki bu?’ Bir araba durup içindekiler merakla bakınca, arkasındaki araç da ilgileniveriyor. Merak son derece bulaşıcı, bir kişi bilbordun önünde azıcık duraklasa arkasından gelenler muhakkak daha uzun gözlemlerde bulunuyor. Epeyce bir vakit sonra sanatsal faaliyetimiz son buluyor. Paketi açıyoruz. Arada bir kınayan gözlerle penceresinden bizi süzen teyze, bilbordunun açılmasıyla rahat bir nefes alıyor. Biz de çöpümüzü toplayıp, projeyi tamamlamak üzere evin yolunu tutuyoruz. 




Meraklısına Notlar: Christo ve Jeanne-Claude'u daha yakından tanımak isteyenlere ikilinin resmi sitesini öneriyorum: http://www.christojeanneclaude.net/ . Ayrıca buradan  da Christo ve Jeanne-Claude'un çalışmalarına ilişkin incelemelere ulaşılabilir.  Pınar Bora'yı da bir görsek, çalışmalarına bir göz atsak diyenler de http://borapinar.blogspot.com/  bu adrese uğrayabilir.



*Jeanne-Claude 19/Kasım/2009 tarihinde beyin anevrizması nedeniyle hayata veda etmiştir.

* *Christo varil sayısının 240 olduğunu belirtmesine karşın araştırmacılar sayının 50 ile 80 civarı olduğu konusunda ısrarcıdır. Genel kanı Christo'nun sayıyı bilerek abarttığı yönündedir.  

*** Bu ifade, 12/ 06 / 1995 tarihli Milliyet'ten "Senato'yu Paketlemek" başlıklı haberden alınmıştır.

31 Ağustos 2012 Cuma

Troçki İstanbul'da


             ‘Kalem elde Büyükada’da çalışmak… Çok tatlı bir şey!’
                                                                                     Lev Troçki

İlginç tesadüfler sonucu gelişen merakla Rus Devrimi'ne ilişkin kitapları inceliyorum. Önceliğim iyi araştırılmış ve mümkünse kaynak belirterek hazırlanmış kitaplara ulaşmak. Popüler yazarlara yaklaşmıyorum. ‘Bestseller’ raflara çoğunlukla yaptığım gibi dudak büküyorum! Çabalarım sonuç veriyor... Birkaç kitap seçiyorum ama burada şimdilik bir tanesi üzerinde durmayı tercih ediyorum… Gazeteci ve araştırmacı Ömer Sami Coşar Tarafından yazılmış, benim açımdan bulunmaz bir hazine: kitabın adı Troçki İstanbul’da. Kaynakçası, dipnotları, dizini, kim kimdir karıştırılabilir diye hazırlanmış kısa bir biyografi bölümü bile var! Kitapta Troçki’nin 1929 ile 1933 arası İstanbul’da yaşadıklarının yanında başta Rusya olmak üzere Avrupa’da II. Dünya Savaşı öncesi neler yaşandığını eş zamanlı olarak bulabiliyorsunuz. Ayrıca Bernard Shaw’dan Nazım Hikmet’e kadar birçok özel isim sayfalar arasından karşınıza çıkıveriyor. 207 sayfalık kitap Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları’ndan çıkmış ve hali hazırda kitapçılarda rahatça bulmak mümkün. Meraklısıysanız okuyun, pişman olmayacaksınız! Ben burada özellikle İstanbul’da günlerini nasıl geçirdiğine değinmek istedim ama kitapta siyasi mücadelesini daha yakından izleyebilirsiniz. Ve elbette İstanbul’da geçen anılar birkaç sayfaya hapsedilemeyecek kadar çok. 



Lev Davidoviç Bronstein…

Troçki, Lev Davidoviç Bronstein adıyla dünyaya gelmişti. Yahudi kökenli ailesi çiftçilik yaparak geçiniyordu. İlk eşitlikçi girişimi de çiftlikte, babasına karşı işçileri desteklemesiyle başladı. Bir çanta dolusu yasadışı bildiriyle yakayı ele verince, Çarlık rejimi tarafından 20 yıl hapse mahkum edildi. Bu 20 yılı Sibirya’da sürgünde geçirecekti. Sibirya’da kendisi gibi tutuklu olan, felsefe öğrencisi Aleksandra ile evlendi. Çiftin Zina (Zenaide) ve Nina adında iki kızı oldu. Çocukların doğumundan sonra karısının teşvikiyle sürgün yerinden kaçtı. Ortak planları böyleydi Aleksandra, iki küçük çocuğuyla sürgünde cezasını çekmeye devam edecekti.  Sahte kimliğindeki isim bölümünde ‘Troçki’ yazıyordu. Cezaevinden bir gardiyana aitti ama bundan böyle tüm dünya onu bu isimle tanıyacaktı.  


      Lev Davidoviç Bronstein / 1897
                                      
Tekrar tekrar tutuklandı. Değişik ülkelere sığındı. Bu arada Paris’te Natali Sedova ile karşılaştı. Natali ölümüne dek yanında olan kadın olarak kaldı ve çiftin iki oğlu dünyaya geldi.

 Troçki, Lenin ve Kemenev / II. Parti Kongresi 1919
                                            /
                                  
Troçki, 1917’de ülkesine döndü ve Bolşevik İhtilali’nin en önemli isimlerinden biri oldu. Lenin’in en güvendiği isim ve kaçınılmaz biçimde ardılı olarak görülüyordu.  Fakat iktidar mücadelesi çetin geçecekti. Gürcü asıllı Stalin'in, böylesi bir gücü Troçki'ye kaptırmaya hiç niyeti yoktu. Lenin’in ölümünü takiben onun Harbiye Komseri unvanını geri aldı. Troçki karşı hamle olarak ‘sol muhalefeti’ harekete geçirdi. Stalin, boş durmadı, partideki gücünü arttırdı ve parti kongresinde lider olarak onandı. 


 Troçki Kızıl Ordu ile geçit töreninde

İktidarın sahibi olan Stalin, Kızıl Ordu’nun kahraman komutanını Alma Ata’ya sürgüne yolladı.  Sürgün kalıcı bir çözüm değildi; Troçki muhalefetini gittikçe daha sert bir üslupla yapıyordu.  Troçki nefes aldığı müddetçe, Stalin için tehlikeydi. Ama koskoca devrim kahramanı göstere göstere öldürülemezdi. Hele Rusya içinde bu tam bir fiyaskoya dönüşebilirdi.

  Joseph Stalin
                                                                                                           
               

Derhal yurt dışı sürgün hazırlıkları başladı. Başta Almanya olmak üzere birçok devletin kapısı çalındı. Ama hiçbiri böylesi namlı bir komünisti ülkesinde istemiyordu. Stalin ılıman bir ilişki içinde olduğu komşusuna yöneldi. Türkiye bu baş belasını alır mıydı?

Mustafa Kemal Paşa’nın şartları…

Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Paşa’nın Troçki’yi ülkesine kabul etmek için bazı şartları vardı. Bunlardan en önemlisi can güvenliği meselesiydi. Troçki’yi hiçbir Sovyet idarecinin öldürme girişiminde bulunmamasına ilişkin kati teminat istiyordu. Ayrıca Troçki’nin diğer herhangi bir mülteciden farkı olmayacaktı. Türkiye’de serbestçe dolaşabilecek, ancak yine de Türk makamları kendisinin emniyeti için önlem alacaktı. Yine Troçki, kendi iradesiyle başka bir ülkeden vize alabildiği takdirde Türkiye’den gitmekte özgür olacaktı. Türkiye’de yayınlamamak koşulu ile yazı yazması da Troçki’nin kendisine bırakılıyordu.


                       
                                                       Mustafa Kemal Atatürk                                       


Bütün bu şartlar Stalin’e cazip gelmese de en büyük rakibini gözden ırak kılmak ağır bastığından Troçki’nin sınır dışı edilme kararı bir çırpıda alınıyordu. 


Kızıl Meydan'dan Taksim Meydanı'na...

Moskova’da, Alma Ata sürgünü öncesi Troçki taraftarlarının treni hareket ettirmemek için raylara uzanması Stalin’in hala aklındaydı. Bir daha asla buna fırsat verilmemeliydi. Son derece gizli bir operasyonla Troçki ve ailesi evden alındı. Karla kaplı yollar adım adım temizlendi ve uzun bir yolculuğun ardından sürgün yolcuları Odessa Limanı’na ulaştı. Buz, hazırlanan yolcu gemisine müsaade etmediğinden ‘İlyiç’ adlı bir şilep hazırlandı. Bir buz kıracağıyla açık denize ulaşması sağlandı. Stalin, kar, buz dinlemiyordu; Troçki gitmeliydi!

 Troçki, eşi Natali, oğlu Sedov ve köpeği / Alma Ata / 1928 
                                                  
Yolculuk 22 gün sürdü. Troçki gideceği yeri gemiye binmeden az evvel öğrenmişti. Kesinlikle İstanbul’a gitmek istemiyordu. Kızıl Ordu ile dağıttığı ve bir kısmı İstanbul’da yaşayan Beyaz Rus mültecilerin arasında sağ kalamazdı. Üstelik Stalin, Türklerle anlaşmış olabilirdi. 12 Şubat 1929’da İlyiç, İstanbul’a ulaştı. Türk makamları hiçbir sorun çıkarmadılar. Troçki en korunaklı yer olarak gördüğü Tünel’deki konsolosluğa yerleşti. Mustafa Kemal Paşa’ya hitaben, son derce nazik bir üslupla yazdığı mektubunda, öldürülme korkusundan bahsetti. Resmi olarak can güvenliği teminatı istiyordu. Bu arada dış basında Stalin karşıtı ve ağır suçlamalarla dolu makalesi ortalığı karıştırdı. Konsolosluğa Moskova’dan emir üzerine emir geliyordu: Troçki gitmeliydi!

   
       Kızıl Ordu Lideri Lev Troçki, savaş sırasında zırhlı araç üzerinde konuşma yaparken

Troçki bir taraftan İstanbul’a merak sarmıştı. Süleymaniye, Ayasofya, Beyazıt ve Yavuz Sultan Selim Camii gibi anıtsal yapıları ziyaret etti. Artık basın için  Troçki bulunmaz bir konu olmuştu. İstanbul’daki emniyeti açısından bu durum yetkilileri telaşa düşürmeye yetti.

Mart ayında çoktan terk etmesi gereken konsolosluktan ayrıldı. Önce İstiklal Caddesi üzerinde yer alan Tokatlıyan Oteli’ne, ardından Bomonti’de bir köşke taşındı. 1 Mayıs’a sayılı günler kala da İstanbul’da uzun süre yaşayacağı ve bir anlamda karargahı olacak Büyükada’ya yerleşti. İzzet Paşa’ya ait köşkte kiracı olan Troçki, sınırsız şüpheciliğiyle evi çok tekinsiz buldu. Ne kadar da çok pencere vardı...Pencereler kapatılmalıydı. Bir sürü marangoz içinden neredeyse hiç işitmeyen ihtiyar Barba’yı seçti. İşler ağır yürüyecekti ama güvende olacaklardı. İşitmez, anlamaz bir ihtiyar başına iş açmazdı.

Mülteci Troçki'den korkan Avrupa...

Bu arada Avrupa ülkelerine vize başvurusu yapmaya devam ediyordu. Yaşlı Kıta'da yaşayan Troçkistlerin ne kadar yakınında olursa o kadar etkileyici olabileceğinin farkındaydı. Ancak hiçbir ülkeden olumlu cevap gelmiyordu. İngiltere’de bir kabine oturumu sırasında bu konuda gerçekleşen sert tartışmalardan birinde dönemin dış işleri sorumlusunun verdiği cevap, Troçki’nin neden istenmediğini tamamen açıklıyordu:‘ Orada, İstanbul’dadır. Yolumuz üzerinde de değildir. İstanbul’dan başka hiçbir yerde bulunması da kimsenin menfaatine uygun düşmez. Evet, hepimiz ondan korkuyoruz!’
     Lev Troçki / Kızıl Meydan - Moskova / 1918

Türkiye’deyse ‘herkesin korktuğu adam’ tehlikelerden uzak tutulmaya çalışılıyordu. Adaya yerleşmesi yetkilileri biraz olsun rahatlatmıştı; özellikle kışın giren çıkan rahat kontrol edilebilirdi. Troçki günlerini Stalin’i çıldırtan makale ve bildiriler hazırlamakla geçiriyordu. Dünyanın değişik yerlerinden Troçkistler sekreterliğini yapmak üzere Büyükada’da kendisine eşlik ediyordu. Ayrıca hayattan kopmamış, Rum bir balıkçıyla düzenli olarak balığa çıkmayı adet edinmişti. 

Stalin’in tarih merakı…

 Rusya’da ise Stalin, Troçki’nin adını ağzına alanı bile tutuklatıyordu.  Hatta yaşasaydı Lenin’in bile sürgünde olacağı esprilerini yapanlara üç yıl Sibirya sürgünü cezası veriliyordu. İstanbul’da Troçki ile görüşmüş olanlar hemen vatan haini ilan edilip kurşuna diziliyordu. Troçki, İstanbul’da ölüm korkusuyla yaşarken, Stalin de Moskova’da hem can, hem de iktidar derdine düşmüştü.  Troçki yaşadığı sürece Stalin için hep ‘baş düşman’ olarak kalacaktı. Bu sebeple önce kültürel bir bozguna girişti.  Yazarları ve tarihçileri topladı. Kızıl Ordu’yu kuran, Beyaz Rus ordularına karşı zafer kazananın Troçki olmadığı anlatılacaktı. Troçki, devrimden sonra tesadüfen Lenin’in yanına aldığı ve hatta sonradan Lenin’e başkaldıran bir asi gibi gösterilecekti. Tarih yeniden ama Stalin’in istediği biçimde yazılıyordu.  


İzzet Paşa köşkü alevler içinde kalınca…

1 Mart 1931’de Troçki’nin evi alevler içinde kaldı. Ev kullanılamaz duruma geldi. Troçki istemeye istemeye Moda’ya taşınmak zorunda kaldı. Bu arada Troçki yine çevre gezilerine dalmıştı. Balığa çıkmanın yanı sıra avlanmak üzere de Samandıra gibi uzak ormanlık alanlara gitmekten çekinmiyordu. Yine böyle bir av partisini uzatınca hava bozduğu için Şile yakınlarındaki bir köyde mahzur kaldı.  Geceyi beraberindeki jandarma, polis ve sekreterleriyle köyün imamının evinde geçirdi. Tabi buradaki asıl soru imamın ve Troçki’nin içinden neler neler geçirdiğidir. İşte onu bilemiyoruz.

Şüpheci Troçki, başka bir gün İstanbul’u hareketlendiren bir girişimde bulundu. İstiklal Caddesi’ndeki Artistik Sineması’nda* Charlie Chaplin’in yapımcı - yönetmen - besteci - oyuncu meziyetlerini buluşturduğu ‘Şehir Işıkları’ adlı filmi ailesiyle izlemek istiyordu.  Hiç şüphesiz film bitip, Beyaz Rus kaynayan Beyoğlu’ndan sağ salim eve döndüklerine en çok mutlu olan dönemin İstanbul Valisi olmalıydı.


Resim: Şehir Işıkları film afişi /1931
                                                     
Troçki yeniden Büyükada’da…

Kısa süre sonra tekrar Büyükada günleri başlıyordu. Bu sefer denize nazır Yanaros’un köşkü kiralanmıştı. 1932 kışında devrim kahramanı Troçki , Stalin’in kararıyla Sovyet vatandaşlığından çıkarıldı. Stalin böylece Troçki ile iletişime geçecek ya da geçmeyi düşünen herkese gözdağı veriyordu.       



                                                      Troçki ve kızı Zina / 1915
                                             
 Asıl üzücü haber 1933’ün ilk günlerinde Büyükada’ya ulaşıyordu. Troçki’nin kızı Zina, Berlin’de intihar etmişti. Troçki için bu gerçek bir yıkım olmuştu. Bu konuda Moskova’ya yazdığı mektuplarda açıkça Stalin’i suçladığı belirtilmektedir.    

Troçki dönmemek üzere İstanbul’dan ayrılıyor…

1933 yazında yıllardır beklediği haber Fransa’dan geliyordu. Eşi Natali’yle Fransa’da yaşayabilecekti. 'Leon Sedov Efendi' adına düzenlenmiş pasaportuyla 17 Temmuz’da Bulgaria isimli bir gemiyle Türkiye’den ayrıldı. Gitmeden evvel Türk makamlarından istediği takdirde geri dönebileceği garantisini almıştı…

 Son söz...

Bu yazıyı eğer Belçika ya da Meksika'da olsak şu şekilde bitirebilirdim: 'Troçki'nin zorunlu mültecilik günlerini geçirdiği ev bugün müze haline getirilmiştir ve ziyarete açıktır.'** Maalesef bunu söyleyemiyorum. Bomonti'de kısa süre kaldığı ev neredeyse yarım yüzyıl önce yerini bir apartmana terk etmiş durumda. Büyükada'da uzun yıllar yaşadığı İzzet Paşa köşkü sahibinin arzusuyla konut alanı. Yanaros'un köşkü ise bir harabe...Bu nedenle evlere ait fotoğraf koymayı tercih etmedim.

Bu durumda eğer tarih içinde yürümek hoşunuza gidiyorsa, Büyükada, Tünel'deki Rus Konsolosluğu ya da Moda Şifa Sokak'a yolunuz düşerse bu mavi gözlü mücadele adamının aklında bin bir düşünceyle buraları adımladığını hayal edebilirsiniz... 








*Artistik Sineması: İstiklal Caddesi üzerinde İnci Pastanesi'nin bitişiğinde bulunan, birkaç yıl öncesinin Rüya Sineması'dır. 

*Troçki’nin Belçika ve Meksika’da yaşadığı, kendisinden ve ailesinden izleri barındıran evler bugün müze haline getirilmiştir ve ziyarete açıktır.










8 Ağustos 2012 Çarşamba

İki Kadın İki Mumya: Nefertiti ve Evita







 ‘Çıkış yolunun güzel olacağını ve asla geri dönmeyeceğimi umarım’

                                                                         Frida Kahlo (1907-1954)

Ölüler Kitabı ve Saklanan Beden…

Antik Mısır’ın sıcak ikliminde insanlar en çok ölümden sonrası için yaşıyordu. İnanç sisteminin belkemiği tamamen ölüm sonrası yaşamın ayrıntıları üzerine kuruluydu. Ölüm dehşet verici bir serüvenin başlangıcıydı: Yeraltının dehşet salan yaratıklarıyla kıyasıya mücadele gerektiren zorlu bir yolculuk. Bu yolculuğun en önemli ve mutlak kılavuzuysa Ölüler Kitabı’ydı. Ölüler Kitabı, ölüye yolunu göstermek, mücadelesinde doğru hamlelerde bulunmasını sağlamak üzere bir takım metinlerden ve güçlü büyülerden oluşmaktaydı.

Resim: http://www.egyptsbookofthedead.com/cont.php
                                  19. Hanedan Dönemi /Ölüler Kitabı sayfası/ Teb-Mısır / M.Ö.1250

Yaşamın sona ermesinden itibaren ölen kişinin bedenin muhafaza edilmesi gerekliliği doğmuştu. Bu suretle mumyalama geliştirildi. Mumyacılık gerçek ve kutsal bir meslekti. En hünerli mumyacılar kraliyetin emrinde çalışırlar, bedeni en uzun süre bozulmayacak şekilde tahnit etmenin yollarını bilirlerdi. Mumyalanmış bir kraliyet bedenine gösterilen ihtimam yaşayan bir kraliyet üyesine gösterilenden hiç de az değildi. Bunun nedeni Ölüler Kitabı’nın en korkunç kehanetinde gizliydi. Bir mumyanın zarar görmesi demek onun tanrı katında tanınmaması demekti. Tanrıların tanıyamadığı bir mumya, ölüler ve canlılar dünyası arasında ebediyen tutsak kalmaya mahkumdu…  

Nefertiti…

1912’nin sonlarına doğru Alman arkeologlar, kısa sürede şöhreti dünyaya yayılacak ve Mısır sanatının sembolü haline gelecek bir kadın büstü buldular. Firavun Akhenaton’un* baş heykeltıraşı Thutmosis’in  (Thutmose) atölyesinde yapılan kazı çalışmaları sırasında bulunan bu büst Firavun Akhenaton’un karısı Nefertiti’ye aitti.

Resim :http://www.britannica.com/EBchecked/media/115862/Nefertiti-painted-limestone-bust-
                                 Nefertiti Büstü /M.Ö. 1350 civarı / Berlin Mısır Müzesi / Almanya

Nefertiti haremde büyümüş ve çok küçük yaşta kraliyete gelin olarak seçilmişti. İyi bir eğitim alması sağlandı, sıradan bir kadından çok üstleneceği role göre biçimlendiriliyordu. Adı ‘güzelden gelen’ anlamındaydı ve kendisi de adına yakışır bir güzellik sergiliyordu. Çocukluk çağlarında Akhenaton’la evlendi. Akhenaton’un ağabeyinin ani ölümü sonrası kocasıyla birlikte tahta geçti. Genç firavun ve karısı, kısa sürede üzerlerinde ciddi baskı oluşturan ve sınırsız istekleriyle hazineyi eriten Amon** mezhebinden ve tutucu, bütün toplumu etkileri altında tutan rahiplerinden kurtulmak üzere inanılmaz bir plan yaptı.  Akhenaton ve Nefertiti yeni bir din yarattı. Bu sistemde Aton tek tanrıydı. Ancak dinin baş rahibi Akhenaton baş rahibesi de Nefertiti’ydi. İnanlar onlara yakarır; onlar da Aton’un sadık hizmetkarları olarak halkın dualarını yeni tanrılarına iletirlerdi. Kısa süre içinde Amon tapınakları yağmalandı, rahiplerin birçoğu kovuldu. Teb’deki başkent yeni tanrıya tapınması daha uygun bir coğrafya sunduğu gerekçesiyle Amarna’ya taşındı. Bu tam bir çılgınlıktı ama aç kalmamanın yolu da kraliyet ailesinden geçiyordu. Amarna’da yeni kent imar edilecekti. Yeni tapınakların inşası için ülkenin dört tarafından taş ustaları, sanatçılar, zanaatkarlar Amarna’da toplanmıştı. Çölün çorak Amarna’sı kısa sürede görenleri büyüleyecek kadar gelişmişti.

Resim: http://www.passion-egyptienne.fr/Nefertiti.htm
Firavun Akhenaton, Nefertiti ve kızları güneş formlu Aton'un ışınlarının altında / M.Ö.1350 / Berlin Mısır Müzesi / Almanya

Nefertiti ve Firavun ciddi bir propaganda yürütüyordu. Altı kızları ile birlikte ‘sıcak aile’ pozları içinde gösterildikleri anlar taşa kazınıp halkın görmesi sağlanıyordu. Bütün ayinlerde ve gösterilerde çift hep birlikteydi. Zaman zaman Nefertiti’nin, Firavun’un bazı görevlerini yerine getirdiği de oluyordu. Herkese meydan okuyordu. Örneğin kendi yarış arabasını sürüyor ve kocasıyla yarışmaktan çekinmiyordu; bu bir hakaretti. Mısır kaynıyordu. Firavun ve Nefertiti geniş kitlelerce hain ve dinsiz olarak görülüyordu. Akhenaton’un ordusunun bir kısmı kendisi ve ailesini koruyor diğer kısmı ise iç karışıklıkları bastırmaya çalışıyordu. Sınırlar güvenlikten yoksun kalmıştı. Birçok konuda karısıyla işbirliği içinde olsa da askeri yönden bildiğini okuyan Akhenaton krizi yönetememiş, işler büsbütün çıkmaza girmişti.

Resim: http://www.spiritweb.us/egypt/nefertiti.html

Amarna'da Aton'a ibadet eden Akhenaton, Nefertiti ve kızları

Bu arada Nefertiti için sarayda da işler sarpa sarmaya başlamıştı. Akhenaton’un gözdesi Prenses Kia bir erkek varis doğurdu. Altı kıza karşılık bir erkek Kia’nın pozisyonunu her an değiştirebilirdi. Fakat çok ilginç ve tarihçiler tarafından tanımlanamayan bir şey oldu. Kia, Firavun Tutankhamon’un annesi doğumdan bir yıl sonra tarih sahnesinden silindi. Kayıtlarda adı geçmez oldu. Herkes Kia’nın belirsiz akıbetini, Nefertiti tarafından yapılmış hain ve muhtemelen son derece hunharca bir planda saklı kaldığına hükmetti!   
Bütün bunlar yaşanırken öldürücü bir salgın Mısır’ı teslim aldı. Hastalık için ne kadar önlem alınmaya çalışılsa da saraya kadar sirayet etmeyi başardı. Nefertiti’nin altı kızından biri bu salgında can verdi. İlerleyen süreçte daha ilginç bir şey gerçekleşti. Akhenaton’un hüküm sürdüğü 14. yılda Nefertiti bir anda, herhangi bir açıklama olmaksızın kayıtlarda kayboldu. Tıpkı Kia gibi ismine rastlanmaz oldu. Buna karşılık o ana kadar adı hiç geçmeyen bir erkek Smenkhare ismiyle Akhenaton’un yanında yer aldı ve ölümünden sonra bir yıl boyunca tahta oturdu.

Firavun olarak Nefertiti…

Birçok uzmana göre Smenkhare, Nefertiti’nin diğer isimlerinden biridir. Bu kimlikle kocasının ölümünden sonra ülkeyi yönetmiştir. Akhenaton’un mezar lahtindeki kabartması ve başka bir takım kanıtlarla Nefertiti’nin kocasından önce ölmediği varsayılmaktadır.  Hatta Akhenaton öldükten sonra üvey oğlu Tutankhamun ile kızı Ankhesenamen’i evlendirmiş ve böylece ailesini korumaya almıştır. Kendisine karşı olan tehditler artınca eşinin mumyasını alıp Teb’e götürdüğü ve orada Amon mezhebine göre yeniden cenaze töreni yapıldığı sanılmaktadır.

Resim:http://www.webmousepublications.com/denile/den-artifacts/den-tut+wife.html

Tutankhamun ve Ankhesenamen / M.Ö. 3050-30 

Kraliçenin lanetli mumyası…

Nefertiti bunca geri adıma rağmen kendisine diş bileyenlerden kurtulamaz. Birçoklarına göre o hala kafir, hain, ihtirasları ve iktidar arzusuyla hareket eden bir kadındır. Yüzyıllar geçse de bu lanet peşini bırakmaz.  
Mısır’ın en ünlü kraliçesi Nefertiti’nin mezarı yıllarca bir muammayı oluşturmuş ve hakkında binlerce lanet hikayesi uydurulmuştur. Bir yüzyıl kadar önce Krallar Vadisi’nde bulunan isimsiz üç mezardan birinin Nefertiti’ye ait olduğu gündeme gelmişse de bu yakın zamana kadar araştırılmamıştır. Birkaç yıl önce İngiliz Mısırbilimci Dr Joann Fletcher bu tezin peşine düşmüş ve mezara girmeyi başarmıştır.



Yapılan incelemelerde bir kolu kesik (ya da kırık)olan mumyanın, henüz yaşarken gövdesinin sağ tarafına kesici aletle açılan bir yara sonucu öldüğü sonucuna varılmıştır. 30 yaşlarında bir kadına*** ait olan mumyanın sol kulağında çift küpe deliği görülmekte. Firavun dönemi Mısır’ın da Nefertiti bu şekilde kulak deldirmiş tek kadın olarak biliniyor. Mumya, özenle tahnit edilip mezarına yerleştirildikten kısa süre sonra mezar soyguncularının hedefi olmuş. Soyguncular kendilerinden beklendiği gibi mezardaki ve mumyadaki değerli mücevherleri ve eşyaları alıyor. Bunlar mumyanın mevkisi, gücü, cinsiyeti gibi özellikleri yansıtan alametler.

Resim: http://www.touregypt.net/featurestories/nefertiti.htm

Krallar Vadisi'nde Nefertiti'ye ait olduğu sanılan mumya

Ancak hırsızlar bir mumya için en kötü kehaneti gerçekleştiriyor. Mumyayı tahrip ediyorlar. İşlem o kadar kasti ki yüz ve özellikle ağız başlıca hedef seçilmiş. Başındaki peruk bile lime lime edilmiş. Ciddi bir öfke duyulan mumyaya en büyük kötülük yapılmış. Mumya hem canlılar aleminde hem de ölüler diyarında kimliksiz bırakılmış. Ruhun sonsuzluğa giden yolculuğu yarım kalıyor. İnanışa göre artık adını söyleyemeyecek ve tanrılar onu tanıyamayacak. İki dünya arasında kalmış bir ruh olarak sonsuza asla erişemeyecek…


Eva …

Nefertiti’den binlerce yıl sonra bambaşka bir coğrafyada doğan Eva Duarte, gerçek bir trajedi içinde hayata başlamıştı. 7 Mayıs 1919’da Los Toldos’da evlilik dışı bir bebek olarak dünyaya geldi. Ailesi fakirdi, başkasıyla evli olan babası Eva’yı ve annesi Juana’yı terk etti. Anne kız daha da beter sıkıntıya düştü. Gayrimeşru bir çocuk olarak çevresindekilerin aşağılayıcı tavırlarıyla baş etmek zorunda kaldı. Hayatı hiç de çekilir değildi.

Resim: http://www.aryanunity.com/evita.html
Dışlanmaktan ve yoksulluktan yılgındı. İçinde bulunduğu çaresizlikle evden kaçtı. On beş yaşında bir çocuk, ünlü olmak, zengin olmak, saygın biri olmak için Buenos Aires yollarına düştü.  Buenos Aires’te hemen iş bulamadı, parasız kaldı hatta aç kaldığı zamanlar oldu.  Sonra çok da para kazanamadığı radyo işine girdi.  Kazandığı para yetmeyince kabarelerde küçük roller üstlendi.

Arjantin’in Evita’sı…


Eva ve Juan /1946

1943’ün sonlarında hayatını değiştirecek ve onu sefaletten kurtaracak adamla tanıştı: Albay Juan Domingo Perón.  Çalışma bakanlığında görevli albay çok çekici bir erkek olmamasına karşın Eva onun ilgisini çekebileceğinin ilk andan itibaren farkındaydı. Bu Eva için bir gönül meselesinden ziyade bir gereklilikti. Juan da bu genç sarışının niyetinin ne olduğunu şüphesiz kavramıştı. Kendisi de Eva’nın girişken doğasından siyasi olarak yararlanabileceği düşüncesini taşıyordu. Yani romantik bir temas yerine tutarlı bir çıkar ilişkisi içindeydiler. İkisi de bunun bilincinde ve bundan kesinlikle rahatsız değildi. Yine de Juan’ın çevresindeki insanlar için Eva, basit bir şarkıcıydı ve nasıl olsa çapkın  mizacı gereği albay bir süre sonra bu kızı da kovalayacaktı. Evde ise durum farklıydı: Eva’nın günden güne Juan üzerindeki kontrolünü artıyordu.  Herkes yanılmıştı Eva çetin cevizdi, onu alt etmek mümkün olmayacaktı. İkinci sınıf şarkıcı, 17 Ekim 1945’de popülaritesi hızla artan adamın karısı oluvermişti.  Aslında çift aradan geçen birkaç yıl içinde yine de birbirine tutkuyla aşık olmamıştı. Juan başkan olmak istiyordu. Öncelikle ‘kadın düşkünü’ imajından kurtulmalıydı. Bu da kitlelerin gözünde ancak evlilik bağı ile mümkün olabilirdi. Eş olarak Eva’dan daha iyisini bulamayacağını biliyordu. Hazır cevaplılığı, pratik zekası ve doğal tavırlarıyla başkan olması için canla başla uğraşacaktı. Bu kadarı Juan için yeterliydi. Eva’ya gelince saygın bir isme sahip olmuştu. Juan’ın başkan olması Eva’nın kendisi için yaptığı planlarıyla da örtüşüyordu.



                                      Seçimlerde Juan'a destek olan Eva  

Zengin, şöhretli ve saygı gören biri olmak için ‘Bayan Perón’ olması gerekiyorsa, bunda bir mahzur yoktu! Yine de evliliğin ilk yılları oldukça romantik jestlerle geçmişti. Karşılıklı mektuplar, hasret kokan vedalar, uzaklardan yollanan fotoğraflarla iyi kötü bir ahenk yakalanmıştı.




                                                                                    Arjantin /1948

Eva başkan seçilen kocasının iktidarını sağlamlaştırmak için elinden geleni yapıyordu. Zaman içinde etkileyici bir konuşmacı ve her hadisenin baş aktörü olmayı başarmıştı. Kendisinin öncülüğünde kurulan ve aktif olarak çalıştığı Eva Perón Vakfı ile yoksul halkın azizesi oldu.  Hastalık, evsizlik, kimsesizlik her derde deva olmaya gayret ediyor bu arada şaşalı yaşantısı ivme kazanarak gelişiyordu.  Juan’la evliliğin ilk zamanlarında kendini gösteren aşk gemileri artık ufukta kaybolmak üzereydi. Herkesin kendi işi gücü, odaklanması gereken bir sorumluluğu vardı. Durum bundan ibaretti!

                                           Christian Dior tasarımı elbisesiyle Evita ve üniformasıyla Juam Peron
Azimle işine sarılan Eva’nın sağlığı hızla bozuluyordu. Işıldayan teni onu terk etmiş, gözlerinin feri sönmüştü. Nihayetinde bayıldığı bir gün hastanede Juan acı gerçekle baş başa kalmıştı. İlk karısı gibi Eva’da rahim kanserine yakalanmıştı. Eva tamamen takatsiz kalıp yatağa düşene kadar hastalığı kendisinden sakladı.  Dünyanın her yerinden uzman hekimlere başvuruldu ama hastanın durumu her geçen gün daha kötüye gidiyordu. Her türlü tedavi yöntemi deneniyordu kemoterapi uygulanan ilk Arjantin vatandaşıydı ama yetmiyordu. Halk onun için gece gündüz dua ediyor, kiliseler dolup taşıyordu. Hatta Eva Perón’a duyulan sevgi uluslararası boyuttaydı. O dönemde İstanbul’da Şişli Camii’nde Eva’nın şifa bulması için mevlit okutulduğu gazetelere yansımıştı!

                                   9 Aralık 1951 / Şişli Camii'nde okutulan mevlitin gazete haberi

Ne her dinden dua, ne her milletten doktor Eva Perón’u bu dünyada tutmaya yetmez ve 26 Temmuz 1952 tarihinde talihsiz son gerçekleşir.

Eva Mumyalanıyor…

Juan, Eva’nın öleceği kesinleştiği sırada İspanya’dan Doktor Pedro Ara ile temasa geçmişti.  Doktor, mumyacılık konusunda oldukça tanınmış bir isimdi; Arjantin'in Evita'sı sadece böyle işinin ehli birine teslim edilebilirdi. İşini şansa bırakmayan Juan, Eva daha hayattayken mumyası için hazırlıklara başlanması emrini vermişti bile! Ölümün gerçekleşmesinin ardından Eva hemen tahnit işi için hazırlanan odaya götürüldü. Anlaşmaya göre doktor yalnız çalışacak yanında kesinlikle bir yardımcı bulundurmayacaktı. Eva’nın bedeni yabancı gözlerden korunmalıydı ve bunun da tek yolu buydu.  Doktor, Eva’nın bedeni üzerinde titizlikle çalıştı ve iki yıla yakın bir sürede mumyalama işini bitirdi. Kimilerine göre Dr. Pedro Ara, mumyalamayı daha erken tamamlamış ancak olası değişiklikleri gözlemlemek üzere süreyi uzatmıştı. Kimilerine göreyse olayın daha duygusal bir boyutu vardı. Doktor daha ilk zamanlardan bu cansız bedene bağlanmıştı ve onunla geçirdiği süreyi uzatmak uğruna zamanı boşa harcıyordu. Hatta doktorun mumya ile ilgili olarak tuttuğu günlüğü bu ‘tuhaf aşka’ kanıt olarak gösterenler bile olmuştu.



                                         Eva'nın mumyası ve Dr. Pedro Ara/ 1953-55

Yaşarken efsaneleşen Evita’nın tahnit edilmiş bedeni Juan Perón’un iktidarı süresince güvende kaldı.  Evin başköşesinde camla kaplı kurşun muhafazasında vakur bir ifadeyle duruyordu. Önemli davetlerde, yemeklerde, konuklar ağırlanırken hep en görülebilir noktaya konuyordu.  Bu sıralarda Juan Perón halkın Evita’ya olan desteğini de arkasına alarak kiliseye baskı yapmaya başladı. Eva halkın gözünde bir kahraman, bir efsane, ulvi bir kişilikti. Kilise bunu resmen tanımalı, Eva’sını resmi olarak azize ilan etmeliydi. Ülkenin önde gelen din adamları bunu reddettiler. Ömrünün bir dönemini hayır işlerine vakfetti diye Eva’yı azize ilan etmek mümkün olamazdı. Juan bir azizenin kocası olamayacağını anlayınca, böyle saçma kararlar veren din adamlarını ülkeden kovduJ Kilise boş durmadı ve Juan’ı aforoz etti. Muhtemelen kamunun geniş kesiminde başkan destekleniyor. Din adamları saçma kararlar veren bağnazlar olarak görülüyordu.




                                             Juan ve Eva, Buenos Aires caddelerinde halkı selamlarken /1952

1955’te askeri darbe marifetiyle Juan Perón koltuğunu kaybedince Evita’nın bedeni de bir gizem yumağında kayboldu.  Bir anlatıda Juan başına gelecekleri bildiğinden mumyayı saklamıştı. Bir diğerinde yıllarca bir radyo binasında üzeri örtülü ne olduğu bilinmeden öylece durmuştu.  Başka bir senaryo darbe sırasında Eva’nın cesedine eziyet edildiğine ilişkindi.  Ne olursa olsun iktidar uğruna Evita’nın cansız bedeni kaybolmuştu. Nihayetini 18 Kasım 1974 tarihli Milliyet gazetesinden aktaralım: ‘Eski Arjantin Devlet Başkanı Juan Domingo Perón’un ikinci eşi Eva Perón’un cesedi Arjantin’de esrarengiz şekilde kaybolduktan 19 yıl sonra Buenos Aires’e götürülmüştür.’ Bundan sonrası cansız bir beden için daha normal bir seyir izliyor.                                    
Arjantin'e getirilen Evita, dünyanın en ünlü ve en pahalı mezarlıklarından biri olan Recoleta Mezarlığı'ndaki aile kabristanında yolculuğunu tamamlıyor. Evita bu mezarlıkta kendini öylesine var ediyor ki her yıl mezarlığı ziyaret eden binlerce insan onun mezarına uğramadan, çiçek bırakıp, dilek dilemeden oradan ayrılmıyor.  


                 Recoleta Mezarlığı / Evita'nın mezar şilti / Buenos Aires/ Arjantin

Eva ölmeden yaklaşık bir yıl kadar önce şu sözleri sarf etmişti: ‘Bir gün tarihin şöyle yazmasını candan istiyorum: General Perón’un yanı başında bir kadın vardı. Bu kadın milletin ümit, arzu ve ihtiyaçlarını generale bildirmeyi iş edinmişti. Halk ona Evita adını vermişti. Bu kadın hakkında bütün bilgimiz bundan ibarettir.’  


                       Arjantin Devlet Başkanı Christina Kirchner, Evita'lı banknotu tanıtırken

Evita, bu sözlerle evlilik öncesi dışlanmışlığını hayatından silip attığını gösterse de varlığı sadece bundan ibaret değildi. Juan’ı kitlelere sevdiren kişiydi. Arjantin’in Eva sevgisi o kadar belirgindi ki hakkında filmler çekildi, birçok kitaba konu oldu. Arjantin ölümünün 60. yılında da Eva’yı unutmadı ve ölüm yıldönümünde 100 pesoluk banknotlarda artık onun fotoğrafının yer alacağı duyuruldu. Arjantin’de banknota basılan tek kadın olan Evita ölümünden 60 yıl sonra bir ilki de başarmış oldu.

Meraklısına Notlar ve Öneriler: Nefertiti ve mumyası ile ilgili olarak Nefertiti / Kayıp Kraliçe başlıklı Discovery Channel belgeselini tavsiye ederim.  Oldukça yüksek bütçeli ve neredeyse film tadında bir belgesel. Mumyalar ve ölüler kitabıyla ilgili olarak History Channel’ın birçok belgeseli var. Hatta neredeyse hepsinde Dr. Zahi Havas anlatıcı olarak görülüyorJ Antik Mısır’la ilgili birçok kitap bulmak söz konusu ama ben YKY Genel Kültür dizisinden J. Vercoutter imzalı Unutulmuş Mısır’ın İzinde adlı kitabı öneriyorum.  Kitap bütün olarak Mısır kültür ve sanatını ve hatta yağmalanış sürecini kronolojik düzenle anlatıyor.
Evita ile ilgili olarak en zevkle okunabilecek kitap Nazlı Eray’ın yazdığı Farklı Rüyalar Sokağı’dır. Nazlı Eray, Eva Perón ve mumyasını büyüleyici bir olay örgüsüyle okuyucuya aktarıyor.  Daha da meraklısı benim gibi gazete arşivlerini gözden geçirebilir. 14 Kasım 1972 tarihinde Milliyet gazetesinde yer alan İsmail Cem tarafından kaleme alınan Peron’un Dönüşü başlıklı yazıyı inceleyebilirsiniz.  Yine Milliyet’ten A. Güneyelli’nin 31 Temmuz 1952 tarihli yazsı da ilginizi çekebilir.  



*Akhenaton ilk olarak IV.Amenhotep adıyla tahta geçmiştir. Ancak Aton inancıyla birlikte ‘Aton’un hizmetkarı’ anlamında Akhenaton adını almıştır.
**Amon : Teb’in kutsal koruyucusu. Teb, Mısır’ın başkenti olunca en önemli tanrı da Amon oldu.  Büyük tapınak Karnak Amon’a adanmıştır.
***Mısırlı yetkililer, başta her belgeselin kaçınılmaz yüzü ve yakın zamana kadar (Mübarek dönemi) Giza Vadisi’nin en yetkili ismi olan Zahi Havas olmak üzere mumyalara DNA testi yapılmasına şiddetle karşı çıkıyor. Yapılan sınırlı incelemeye karşılık ise mumyanın erkek olduğu konusunda diretiyorlar. Ancak İngilizler mumyanın cinsiyetiinin kadın olduğunda ısrarcı. İngilizler’in en önemli kanıtları mumyada erkeklik organı olmayışı ve kemik yapısının kesin biçimde bir kadını işaret etmesi olarak öne çıkıyor.