23 Haziran 2012 Cumartesi

Giovanni Scognamillo “Bir Levanten Şövalye”


Bir kitapçıda dolaşırken bir kitap geçti elime. “Giovanni Scognamillo Kitabı” diyor kapağı. “Bir Levanten şövalye” diye de ekliyor. Kafamda ziller çalıyor; bir adamın hem levanten hem şövalye olması beni ilgilendiren bir durum ama ben bu adamı tanıyorum. 


Aklıma birkaç yıl önce yine bir kitapçıda rastladığım “Erotik Türk Sineması” isimli kitap geliveriyor:  Mor kapaklı kitabın kapağında Seyyal Taner baygın bakışlarla arz-ı endam ediyor. Kitabın iki yazarından biri bahsi geçen ‘levanten şövalye’. Benim kitapla büyük ölçüde ilgilenmem Seyyal Taner’in erotik sinema içindeki yerinden habersiz olmamdan kaynaklanıyor.


Neyse elimdeki kitaba dönüyorum: Sayfaları karıştırıyorum 1926’ta Beyoğlu’nda başlayan bir hayat. Dönemin sosyal ortamı, sinema, canavarlar, vampirler, azınlıklar,.. Kitapta yok yok fazla düşünmeden alıyorum.
II. Dünya Savaşı yıllarında karneyle ekmek kuyruğuna giren bir çocuğun kitabı bu. Çaya şeker yerine kuru üzüm atılarak tatlandırılan yokluk İstanbul’unu ilk ağızdan dinliyorsunuz. 

Sinema, aile, çocukluk,..

Dürüst bir anlatımla karşı karşıyasınız. Sakınmadan anlatıyor. Dayı İzmir’de denize dökülmüş, baba eşi ile kendisinin alyanslarını Mussolini hükümetine hibe edecek kadar İtalyan milliyetçisi. Anne dansçı olmak istiyor ama baba ile evlenince hayatı başka bir yönde gelişiyor.

Giovanni Scognamillo annesi ve babasıyla İstiklal Caddesi'nde.

Başta baba olmak üzere ailenin işi sinema. İspanyol Musevi’si enişte çeşitli film şirketlerinde çalıştıktan sonra Atlas Sineması’nı yönetmiş. Baba da Elhamra Sineması’nda değişik pozisyonlarda görev aldıktan sonra zaman içinde yönetici olmuş. Anne, sessiz sinema döneminde görüntüler arasında bulunan açıklama yazılarının Fransızca metinlerini hazırlıyormuş. 
Hani Martin Scorsese’nin Hugo’sunda Georges Méliès’nin çektiği bazı siyah- beyaz filmlerin kare kare elle boyanmak suretiyle renklendirilmesi anlatılmıştı ya işte vaktiyle Türkiye’de bu işi yapanlardan biri anne Elisabetta’ymış.    

Giovanni’ye gülümseyen Atatürk…

Anne oğlun Atatürk’le anıları da var. Asmalımescit’te oturdukları dönemde yani Giovanni 4-5 yaşlarındayken gerçekleşiyor olay. Anne oğul Asmalımescit’te kalabalığın içinde ilerlemeye çalışıyor. Kalabalıkta subaylar da var. Bir subay onları durduruyor. Redingotlu yakışıklı adamı görünce genç anne ‘Ekselans’ diyebiliyor şaşkınlıkla. ‘ Buyurun Madam’ diye karşılık veriyor Atatürk eğilip yol verdiği Elisabetta ve Giovanni’ye. Üstelik bu anne oğlun Atatürk’le tek karşılaşması değil. Diğer karşılaşma denizin ortasında ve Florya sahilinde geçiyor ama bunda detaylar kitapta:)
Giovanni Scognamillo,  10 Kasım 1938 için ‘ Çocukluğumun en acı günlerinden biriydi’ diyor. Dolmabahçe’de başta kendisi ve ailesi olmak üzere gözyaşları içerisinde binlerce kişi ve korteje el sallamasını anımsıyor.   

Okul, aşk, sinema ve sansür…

Bütün bunlar olurken Giovanni için sinema bir oyun ve çalışma alanı oluyor. İlkokulda bilet kesiyor, makine dairesinde bobin sarıyor. Hem hayatını hem zihnini film şeritleri ele geçiriyor da diyebiliriz.  Bu arada İtalyan Lisesi’nde okumaya başlıyor. Ortaokulda üç yıl ders olarak okutulan “İlahi Komedya” yı okuyup, ezberlemek mecburiyetinde kalıyor. Aslında bundan kendisi pek yakınmıyor da bana ne oluyorsa kendimi o sınıfın öğrencisi olarak düşünüp fenalaşıyorum.:) Aşksız yeni yetmelik olur mu? Bunca film, kitaba rağmen aşkta her şey tozpembe gitmiyor maalesef. Hatta bir gönül yarası sınıf tekrarına giden bir sürece neden oluyor.
Sinema ve sansür özellikle bizim ülkemiz için ayrılmaz ikilidir. Yönetmeninden senaristine herkesin bir sansür anısı vardır. İşte Giovanni, babasının Elhamra Sineması’ndaki işi sayesinde Sansür Kurulu ile film izleyen bir çocuk olmuş. Dönemin Sansür Kurulu insanlarını şöyle tarif ediyor: “Devlet memurları, sorumluluktan pek hoşlanmayan ve radikal davranan, cinsellik konusunda tutucu aile babaları.” 

Bankacılık, yazarlık,…

Kahramanımız uzun yıllar bankacı olarak çalışıyor ama asla sinemadan kopmadan. Çoğu zaman ücret almadan sinema yazıları yazıyor. Bu yazılar bizim ülkemizde ve dünyanın başka ülkelerinde yayınlanıyor. Halit Refiğ’e göre Giovanni Scognamillo “Türk Sineması” deyimini kullanan ilk kişi. Yani daha önce bir “yerli sinema” nitelemesi söz konusuyken Scognamillo’nun kalemiyle “Türk Sineması” kullanılıyor ve kanıksanıyor.
Elimdeki 2008 baskılı kitapta belirtildiğine göre 16’sı çeviri olmak üzere toplam 54 kitabı varmış. Söyleşi boyunca anladığım kadarıyla kafasından kitap projeleri hiç eksik olmayan ve sahiden anlatacak bir dolu şeyi olan birinin takvimler Haziran 2012’yi gösterdiğinde bu sayıyı aşmış olması muhtemel. Piyasaya çıkan her kitabı olay yaratmamış ama o bunu dert etmiyor ki haklı. Bir kitabın çok satması çok iyi olduğunu göstermeyeceği gibi az satması da başarısızlık göstergesi değildir aslında.

Kediden korkan vampir :)

Şu anda Cihangir’de ikamet eden yazarımız Cihangir kanunlarına aykırı olarak kedilerle arası olmayan biriymiş. Daha doğrusu sinema tarihindeki bütün canavarları, yaratıkları, vampirleri, katilleri bağrına basmasına rağmen kedilerden ürküyormuş! Herkes kedilere bayılacak diye bir kural yok tabi :)
Esasen Giovanni Scognamillo en çok “vampir uzmanı” unvanı ile anılıyor. Özellikle gerilim sinemasını seven ve araştıran biri olarak vampirler kendisinin en büyük ilgi alanını teşkil ediyor. Ayrıca kendisi pek az su içen, gündüzleri pek ortalarda dolaşmayan, yaşlanmayan biri olarak bazılarınca kendisine “vampir” yakıştırması yapılıyormuş.:) Kendisi bu durumdan şikayetçi değil. Aslında kapitalist dünya düzeninin ve bu düzenin içinde yer alan hepimizin “vampir” olduğunu ifade ediyor. Herkesin kendini kanatsız melek sandığı canım dünyada ben oyumu vampir Scognamillo’dan yana kullanıyorum.

Beyoğlu, Beyaz Ruslar, 6-7 Eylül …

Beyoğlu’nda hayat bulmuş biri olarak, Beyoğlu’nu kısaca kozmopolit, sinema, çok kültürlü, tolerans, uyum ve küçük Avrupa olarak tanımlıyor. Scognamillo’nun Beyoğlu ile ilgili birçok anısı, yaşanmışlığı ve birikimi var. Elbette Beyoğlu konulu kitaplara da imza atmış. Beyoğlu’nun her yüzüne değiniyor anlatırken; Beyoğlu koca bir deniz ama ben kendisinden Beyaz Rus konusunu aktaracağım. Hani hep söylenir Rus Devrimi sonrası Beyaz Ruslar gelmiş zorunlu olarak İstanbul’a.  Hatta İstiklal Caddesi’ndeki Çiçek Pasajı’nda çiçek satanların çoğunluğunu 1920’lerde işte bu güzel Rus kızlardan oluştuğu efsane gibi aktarılır. İşte bu Rus sığınmacıların başlarından neler geçmiştir?... 
1921 yılında Hadımköy ve Gelibolu kamplarında 63 bin Beyaz Rus sığınmacı var. Bu rakamların 100 binleri bulması muhtemel çünkü kesin rakam bilinmiyor. Devletin bunlara bakacak gücü yok, birçok yardım kuruluşu kampanyalar falan düzenleniyor ama buna rağmen büyük çoğunluğu hazin sondan kurtulamıyor.  Sığınmacıların çoğunluğu erkek, az sayıda kadın da sığınmacıların bir bölümünü oluşturuyor. Aralarında çokça soylu da var. Giovanni Scognamillo’nun Beyoğlu’nda pansiyon işleten anneannesi gerçek bir Beyaz Rus Kontes’e oda kiralamış bu süreçte örneğin.  Bu güzel kadınlar Beyoğlu’nun gece hayatında da o dönemde etkin olmuşlar.
 Güzelliği ile nam salan bu kadınlara yakışır biçimde “haroşo” deniyormuş. Günümüzdeki Nataşa benzeri bir tabir gibi algılanabilir ama “haroşo” “güzel” demekmiş. Haroşolar az sayıda olmaları, güzellikleri ve görgüleri ile kendileriyle beraber olan erkeklere bir takım görgü kurallarını empoze etmişler. Asansörde bir hanımla beraberken şapka çıkarmak, sigara külünü yere dökmemek, kadının önünden gitmek yerine yan yana yahut arkasından yürümek haroşoların 1920’li yılların erkeğine kattıkları bazı özellikler olarak sıralanıyor…1923 yılında Beyaz Ruslar’ın neredeyse tamamı İstanbul’u terk etmiş…
6-7 Eylül olaylarında da bir Beyoğlu sakini olarak Scognamillo birçok olayı gözlemlemiş, yaşamış. Çok acı bir tablo canlanıyor anlattıklarından bir de ertesi sabah Celal Bayar ve Adnan Menderes ile karşılaşması var ki bu kadar olur dedirtiyor.
Aşk hayatına da değiniyor elbette ama bu konuda çok detaya girmeyerek kitaptan kısa bir alıntı yapmayı tercih ediyorum:)
(- Esmerleri seviyorsunuz anladığım kadarıyla…  
O yıllarda esmerlerden yanaydım, sonra sarışınlar dönemi başladı ta ki renk ayrımı yapmamayı öğreninceye kadar!...
Hemen belirteyim Scognamillo kadın konusunda oldukça eşitlikçi bir tutum içinde. Neredeyse feminist bile denilebilir. Tuhaf gazetelerdeki magazinciler gibi yapıp, koca bir röportajın bir cümlesini koyup yanlış anlaşılsın istemiyorum!

Yok olan sinema salonları ve filmler…

Sinemaya geri dönersek, Türkiye’de bir zamanlar 3500 sinema salonu olduğunu bilmek insanın içini sızlatıyor. Hele her geçen gün birer birer kapananlar akla düşünce. Ülkemizde arşiv geleneği bir türlü gerçek anlamda yerleşemediğinden sinemamızın ilk filmleri bugün yok! Muhsin Ertuğrul’un çektiği sessiz filmler, sessiz sedasız bir yangında kül olmuş. 1970’lerin sonunda (yani çok da uzak olmayan bir zaman diliminde) televizyon ve siyasi gerginlikler nedeniyle ortaya çıkan krizde bazı filmler Sarayburnu’ndan denize atılmış, bir kısmı da negatiflerin içerdiği gümüş nitratını almak üzere eritilmiş…Hugo’yu izlerken Georges Méliès’nin eritilip ayakkabı topuğu yapılan filmlerine ne kadar kederlenmiştim; benzer bir şeyin Yeşilçam’da hem de bu kadar yakın zamanda olmasına üzülmemek mümkün değil.  

Sarışın kötü kadın, kitapsız filmler, seks furyası…

Kitapta Yeşilçam filmlerindeki ‘iyi kız’, ‘kötü kız’ imgesine de değiniliyor elbette.  Bir kere kötü kız kesinlikle sarışın olur bunu hepimiz biliyoruz diğer ayrıntıları da uzmanından aktarıyorum: Siyah kombinezon kötü kızın giysisi. Bir kötü kız aynı zamanda şehvetli de olmalı işte o şehvet o siyah kombinezon:) Buna karşılık iyi kız beyaz kombinezon giyiyor. Lekesiz ve şehvetsiz kız yani:) Bikini, bikini tahmin edebileceğiniz gibi kötü kızın plaj kıyafeti; iyi kız da tek parça mayo ile masumluğuna masumluk katıyor. Kötü kızların en önemli özelliklerinden biri de içki. Zevk için içip, şen kahkahalar atıyorlar:) İyi kız ise ancak tuzağa düşürülüp içki içiyor ki o zaman sonunu biliyorsunuz dipsiz trajedi ve ona eşlik eden gözyaşı dolu anlar. Tabii iyi kızlar soyunmuyor. Cinsellik falan ne münasebet:) Bunların hepsi kötü kızın tekelinde!
Bu arada kitap okumaktan pek tat almayan bir ülke olarak bunun filmlerimize yansıdığı da Scognamillo’nun gözünden kaçmamış. Türk filmlerinde gazete en çok okunan basılı yayın, sonra dergiler ama kitap ve kütüphane bu sıralamada yok. Yeşilçam filmlerinin ciddi izleyicisi olarak aksini iddia edemeyeceğim için üzgünüm.
Bir de Yeşilçam’ın seks filmleri döneminden bahsediliyor tabi ki. Çoğunluk için hep hasır altı edilen ve hiç olmamış gibi davranılan. Mükemmel ahlak anlayışımızla seks filmlerinde oynayan kadın oyuncularımız tu kaka ediliyor ve sinemayı bırakıyor. Bazı kadın oyuncular 12 Eylül döneminde soruşturmaya bile maruz kalıyor. Filmlerin erkek oyuncuları, yapımcıları, yönetmenleri ise olduğu gibi hayatlarına devam ediyor. Dünya tarihindeki bütün saçma sapan olaylarda en büyük günahkar kadın olduğundan, Yeşilçam’da da bu geleneğin bozulmadığını görüyoruz maalesef! Scognamillo bu filmlerin tuhaf isimleri için günlerce uğraşıldığını, fikir teatisi yapıldığını aktarıyor. Bunca uğraş, gözüne uyku girmesin bula bula “Öttür Kuşu Ömer”, "İsmet Bu Ne Kısmet ",  "Kokla Beni Melahat" diye  isim bul.:) Yine bu filmlerin 80’ler boyunca değişen Türk Sineması için bir geçiş süreci olmasına da yazarımız vurgu yapıyor. En azından filmlerde cinselliğin daha doğal ele alınmasının yolunu açması bakımından.

“Giovanni Scognamillo Kitabı” Bir Levanten Şövalye…

Giovanni Scognamillo’yu tanımlarken en baştan beri “yazar”  deyip duruyorum da tek meziyeti yazarlık değil, yapımcı, oyuncu, eğitmen, senarist, sinema tarihçisi, çevirmen, eleştirmen.,, Kitap ve Giovanni Scognamillo için ne anlatsam başka bir yönü eksik kalır. Bu yazıda aktardığım ve öğrendiklerim için Giovanni Scognamillo  ve bu kitap için güzel söyleşiyi yapan Emel Armutçu’ya müteşekkirim. :)   Dolayısıyla kitabı tavsiye ediyorum. 

Bana gelince ben de “Bir Levanten’in Beyoğlu Anıları” nı edinip okumaya ve  geç tanıdığım bu hayata yakınlaşmaya çalışacağım. Bir de  bu kadar iyi kitap seçebildiğim için kendimle birazcık övüneceğim :)