28 Aralık 2013 Cumartesi

Zengin Mutfağı : “İnsan kime hizmet ettiğini düşünmeli…”

Zengin bir konağın, kendi halinde çalışanları…Bir Haziran sabahı sokağa dökülen #direnİşçi ’lerle birlikte hayatları değişmeye başlıyor. Bu “tarafsız” mutfak bir memleketin özeti oluveriyor. Vasıf Öngören onlarca yıl öncesinden tiyatro izleyicisinin nabzını tutuyor ve diyor ki “İnsan kime hizmet ettiğini düşünmeli…”


“Yıllardan 1970, aylardan Haziran'dı…”  

15-16 Haziran 1970 tarihinde Türkiye’de yer yerinden oynadı. Mesele birkaç gün önce 274 Sayılı Kanun’un belirli maddelerinde yapılan değişiklikti. Bu sendikalar yasası ile toplu sözleşme ile ilgili kanunun “güncellenmesi” anlamına geliyordu. Bundan böyle işçiler diledikleri sendikayı seçemeyecek ve bunun kaçınılmaz sonucu olarak da o yılların yeni oluşumu DİSK kapatılacaktı.
14 Haziran’da sendika yöneticileri ve işçi temsilcileri bir toplantı yaptı. Toplantının sonucu aslında 15 Haziran sabahı meydanlara yürüyen on binlerden anlaşılıyordu. İşçi, haklarını savunmak üzere harekete geçmişti. Aslında sıradan bir Pazartesi sabahı olarak gün normal biçimde başlamıştı. Mesai saati gelip çattığı anda önce İstanbul’un farklı noktalarından protestocu işçiler sokaklara döküldü. Alibeyköy’den Kartal’a durdurulamaz bir kalabalık akıyordu. Protestolar İstanbul’un kalbi Taksim’i de içine almıştı. Tanklarla yol kesen asker işçilere mani olamıyordu. Yıllar sonra bu anları anlatanlar “asker de bizim askerimiz deyip tankların üzerinden atladık” diyeceklerdi. İşçilerin Avrupa yakasındaki ilerleyişini durdurmak ve birleşmesini engellemek üzere vapur seferleri iptal edilmiş ve Galata Köprüsü kaldırılmıştı. Pes etmeyen kalabalık sandallarla denizi aşıyordu. 

Resim: http://www.birlesikmetal.org/album/15-16Haziran1970/Cumhuriyet/index.html

Cumhuriyet Gazetesi'nin Sıkıyönetim haberi... 
Resim:  http://www.birlesikmetal.org/album/15-16Haziran1970/Gunaydin/index.html

Günaydın Gazetesi'ne 15-16 Haziran olaylarının yansımaları.
Bu arada Kocaeli, Gebze ve İzmit’te de geniş kitleler direnişe geçmişti. Neredeyse yüz bin civarında işçi yasayı protesto ediyordu. Fabrikalar durmuş, ulaşım kilitlenmiş ve birçok arbede yaşanmıştı. Türkiye ilk defa böylesi büyük ve etkili bir işçi eylemi görüyordu.  Direnişin ikinci günü olan 16 Haziran İstanbul ve Kocaeli için sıkıyönetim ilan edilmişti. Aynı günün akşamı DİSK’in  “direnişe son verin” çağrısıyla işçiler evlerine döndü. 
Olayların sonunda 3 işçi ölmüş, yüzlerce yaralı kalmıştı. Ancak işçiler istediğini almıştı. İlgili kanun maddesi 1972 yılında değiştirildi. Sıkıyönetim yaz boyu sürdü. Birçok işten çıkarma, tutuklama, gözaltılar işçilerin peşini bırakmadı. Yalnızca ilk üç ay olaylara karıştığı gerekçesiyle işten atılan işçilerin sayısı neredeyse on bini buluyordu. İşçilerin üzerindeki baskı şiddetle tırmanırken DİSK direnmeye devam etti. Onu ortadan kaldırmak için 12 Eylül 1980 beklenecekti…
Zamanımızda 15-16 Haziran direnişi Türkiye’de işçi sınıfının sosyal ve politik açıdan ulaştığı bilinci göstermesi açısından bir kırılma noktası olarak görülmektedir


Vasıf Öngören’in Zengin Mutfağı yeniden…

Bütün toplumsal hareketlerde olduğu gibi 15-16 Haziran hareketi de sanata bir sürü alanda ilham vermiş. Kimi zaman bir şairin dizesi olmuş, kimi zaman bir müzisyenin bestesi, bazen de sahneye taşınmış bir tiyatro adamının ustalığıyla.
Tiyatro oyunu olarak Zengin Mutfağı, bütün bu bahsi geçen olaylar sırasında “tarafsız” bir mutfak aslında. Yani oyunda onlarca işçi, slogan, eylem, pankart falan yok.  Zengin bir fabrikatörün evinin bir elin parmaklarını geçmeyen personelinin çalıştığı bildik bir mutfak!
Sonra 70’li yılların kaotik ortamı gelip sarıveriyor konağı da mutfağı da. Gündelik telaşların arasına karışıyor radyodan yükselen haberler. Ve bazen de evin beyinin can sıkıntısı. Bir metcezir manzarasına dönüşüyor mutfak çalışanlarının zihni.  Sıkça duyulan bir cümle oluyor kısa sürede “İnsan kime hizmet ettiğini düşünmeli…”. Nihayetinde herkes bir yol çizmek zorunda kalıyor kendine…

Zengin Mutfağı'nın tam kadrosu: 
Murat Garibağaoğlu, Irmak Örnek, Ozan Gözel, Ali Mert Yavuzcan, Selçuk Yüksel.


Zengin Mutfağı, Türk tiyatro tarihinin en önemli isimlerinden Vasıf Öngören’in imzasını taşıyan bir eser. 35 yıl sonra yeniden sahnelenen oyun, bu sefer Vasıf Öngören’in oyuncu kökenli kızı Aslı Öngören tarafından sahneye konuluyor. Oyunun tamamı bir mutfakta geçiyor ve didaktik yönü öne çıkıyor. İlk perde biraz ağır kalsa da ikinci perdeyi heyecanla takip ediyorsunuz. Epik Tiyatro’nun olmazsa olmazı müzik ve şarkılar için özel bir çalışma yapılmış ve oyun boyunca bunun tadına varıyorsunuz. Söylemi son derece açık ve kesin. Şehir Tiyatrolarında uzun zamandan sonra izleyiciyle buluşan en kaliteli ve cesur metne sahip; oyunculuklarıyla göz dolduran sağlam bir oyun. Vakti zamanında Şener Şen, Erdal Özyağcılar gibi isimler oyundaki karakterlere can vermiş. Doğrusu yeni nesil oyuncular da bu isimlerden hiç de geri kalmayan bir performans sergiliyor.
Zengin Mutfağı izleyiciyi bir sürü değişik sebepten kendine çekebilecek bir yapıda. Ancak izlerken bir süre sonra mevzu çok tanıdık gelmeye başlıyor. 70’leri görenler “elbette tanıdık gelecek” diyebilir…
Ama bu tanışıklık bizim gibi daha yeni kuşaklar için çok daha yakın bir zamanı işaret ediyor. Olaylara, konulara, kişilere aşinayız derken birden bire çok bildik cümlelerle karşı karşıya geliyoruz. Örneğin Komünistlerin  ne kadar tu kaka olduğunu anlatan bir karakterin ağzından şunlar dökülüyor :
“Kızlı erkekli evlerde kalıyorlar”.* 
Şaşırıyoruz. 
Böylesi bir kısır döngünün içinde olmamıza şaşırıyoruz. 
Vasıf Öngören’in yıllar öncesinde sunduğu aynadan hala aynı biçimde göründüğümüze şaşırıyoruz. 
 Harbiye Muhsin Ertuğrul Sahnesi’nden serin İstanbul gecesine çıktığımızda tarifsiz bir burukluk yaşıyoruz. 
İster istemez aşçı Lütfü Pehlivan’ın bir cümlesi gelip dilimize dolanıyor:  
“Faşizmin gelmişini de geçmişini de geleceğini de…”

Tiyatro susmaz…

* Bu cümle orijinal metinde de aynen bulunmakta. Yeniden sahnelenirken eklenmiş bir bölüm değil.

Meraklısına acil not: Oyunu izlemek isteyenler acele etmeli. Oyun, yeniden sahnelendiği ilk günlerde (Aralık 2012) siyasi nedenlerle küfürlü saldırıya uğradığından birkaç ay gösterimine ara verilmiş. Tekrardan sahnedeyken fırsatı değerlendirmek gerek!







23 Aralık 2013 Pazartesi

Karanlıkta Diyalog ; Bir İstanbul deneyimi...

Görme engelli bir rehberle İstanbul turu yapmak ister misiniz? Kulağa çok alışılmadık gelen bu deneyimi bugünlerde İstanbul’da yaşamak mümkün. Dünyanın en prestijli sosyal girişim projesi “Dialogue in the Dark / Karanlıkta Diyalog” Gayrettepe Metro İstasyonu’nda İstanbullularla buluşuyor. 



Dünyada 130 şehirde 7 milyondan fazla insana ulaşan Karanlıkta Diyalog, 20 Aralık’tan itibaren Gayrettepe Metro İstasyonu’nda hazırlanan 1.500 metrekarelik minik şehir alanıyla ziyaretçilerine bambaşka bir yaşam tecrübesi sunuyor. Elbette hiç kimse görme yetisinden mahrum kalmak istemez. Ama görme duyunuzun bir süreliğine devre dışı kaldığı bir ortamda küçük bir İstanbul serüvenine çıkmak hiç de fena bir fikir değil. En azından biz böyle düşündük ve geçtiğimiz hafta NTV Kültür Sanat vasıtasıyla Karanlıkta Diyalog’un ön gösterimine katılma fırsatı bulduk. 
İşini çok seven, güler yüzlü personeliyle Gayrettepe Metro İstasyonu’ndaki sergi alanı oldukça farklı. İlk önce ön bilgilendirme yapılıyor ve eşyalarınızı koyabileceğiniz bir dolaba sizi yönlendiriyorlar. Karanlığa muhalefet edebilecek her türlü aksesuardan kurtulmanız gerekiyor. Sonra sergi alanındaki yoğunluğa göre kısa bir süre salonda bekliyorsunuz. Bu arada dileyenler girişte kahvesini yudumlayabilir ya da müze mağazasından küçük bir sergi hatırası alışverişi peşine düşebilir. 
Bir süre sonra tanımadığınız insanlardan oluşan yaklaşık 5-6 kişilik bir grupla minyatür İstanbul’a doğru yola çıkıyorsunuz. Yaklaşık 90 dakika boyunca tamamen karanlık bir ortamda, görme engelli bir rehber eşliğinde yeni bir keşfe başlıyorsunuz. Göremeyen birinin gündelik maceralarından bir kesitin içindesiniz. Bir süre sonra rehberinizin görmediğini unutuyorsunuz. Zaten siz de bir şey görmüyorsunuz. İçeride her şey eşit.  Karanlıkta kaybolsanız, grubunuzdan ayrılsanız bunu saniyeler içinde hissedip gelip sizi buluyor. Ona güveniyorsunuz. Komutlarına uyuyorsunuz. 
 Görme dışında kalan diğer duyularınızın size günlük yaşamda sunabileceklerini yakalamaya başlıyorsunuz. Gündelik hayatta aslında birçok duyumuzu nasıl geri plana attığınızı anlıyorsunuz. Görmeden, dokunarak, koklayarak, işiterek çevreyle iletişime geçiyorsunuz. Bu arada önünüze bir şehirde çıkabilecek birçok şey çıkıyor. Bir bankta tanımadığınız insanlarla oturup dostça muhabbet ediyorsunuz ya da toplu taşıma aracına elinizdeki bastonu sürüyerek girmenin ne demek olduğunu anlıyorsunuz. Bazen alış-veriş yapmanız bile gerekebiliyor. Kalabalık bir caddede ilerlerken bir yere ya da bir insana temas etmek; seslerin ve atmosferin değişmesiyle başka bir semte geldiğinizi kavramak kısa sürede olağan hale geliyor. Sonra şehirdeki en güzel mekan olan Diyalog Kafe’ de oturup rehberiniz ve tanımadığınız diğer ziyaretçilerle karanlıkta diyalog başlıyor. Sıcak samimi bir ortamda birçok şey paylaşıyorsunuz. Rehberimiz, görmeyenlere ilişkin her soruya cevap veriyor. 
Karanlık İstanbul deneyiminin sonunda içeriden çıkan hiç kimsenin kahretmediğini özellikle belirtmek isterim. Gerçekten yepyeni ve dışarıda yaşamayacağınız bir farklılığı yaşıyorsunuz. Kendi adıma görme dışında dokunma ve koku alma duyumun işitmem karşısında çok daha iyi performans çıkarttığını söyleyebilirim. Ve tabi ki bütün sürprizleri anlatmadım. Koca İstanbul içinde neler neler var kim bilir:)
 Bu noktada kısaca projenin geçmişinden bahsetmek istiyorum. Proje ilk defa 1988 yılında Andreas Heinecke tarafından hayata geçirilmiş. Daha sonrada katlanarak büyüyen bir girişim olmuş.  
Dünyada 6000’den fazla engelli bu proje sayesinde istihdam edilmiş. İstanbul’da da 30 kadar görme engelli personel çalışıyor. Şehrimizde  proje şimdilik 6 ay için açık. Ama amaç kalıcı bir Diyalog Müzesi haline gelmek. Bu süre zarfında iş adamlarından, çocuklara kadar uzanan geniş bir yelpazede atölye çalışmaları yapılması planlanıyor. Yapılan araştırmalarda ön yargıları bertaraf etmek, hafıza, konsantrasyon, empati, iletişim becerileri gibi birçok konuda kişisel gelişime katkısı ispat edilmiş bir deneyim. Dünyada özellikle büyük markaların üst düzey yöneticileri ve takım liderlerinin bu deneyimle görmenin ötesindeki algıyı yakalamayı hedeflemiş. 
Duygusal zekanın desteklenmesi, başkalarına bağımlı olmadan yaşama deneyimi, liderlik ve başka birçok tecrübeyi farklı bir açıdan sunması bakımından Karanlıkta Diyalog en çok da çocuklara göre.
Dileğim Karanlıkta Diyalog’un ülkemizde yeterli ilgiyi görüp uzun vadeli bir projeye dönüşmesi. Büyük öğrenci gruplarına, kamu çalışanlarına, ev hanımlarına, iş dünyasına herkese herkese ulaşması…Bu kadar yakındayken bir denemek gerek…
Son olarak Portekizli yazar José Saramago’nun Körlük isimli başyapıtından birkaç cümleyi aktarmak istiyorum: “ Vaktiyle bizim gözlerimiz görürken de çevremizde körler vardı, Şimdiyle karşılaştıracak olursak sayıları çok azdı, yaygınlıkla geçerli olan duygular gören insanların duygularıydı, dolayısıyla da körler her şeyi öteki insanların duygularıyla duyumsuyorlardı, kör insanlara özgü duygularla değil, şimdiyse tersine, körlere özgü gerçek duygular doğup gelişmekte, daha işin başındayız, şu anda eskiden duyumsadığımız duyguların anılarıyla yaşıyoruz, çevrendeki yaşamın nasıl olduğunu anlaman için gözlerinin görmesi gerekmiyor,…” * 

Karanlıkta Diyalog hakkında daha detaylı bilgi için buraya tıklamanız yeterli. 
* José Saramago / Körlük/ 2011/ Can Yayınları / s.278

15 Aralık 2013 Pazar

Ali Poyrazoğlu’ndan sistem dışı bir Kaplumbağa!

O her iki dünya savaşının dehşetini, onlarca iç savaş felaketini iliklerinde hissetti.  Sachsenhausen’den Auschwitz’e altı köşeli yıldızlarla damgalanmış insanların yüzlerine dokundu. “Barış, kardeşlik, özgürlük” vaadiyle gelen orak çekiçli devrimin kahramanlarını ve aydınlarını Gulaglarda, Sibirya cehenneminde Satürn’ün evlatlarını yediği gibi yediğine tanık oldu. Guernica’da önce ölümle ardından Picasso’yla yüzleşti. Hiroşima’ya acımazsızca bırakılan “Little Boy” tutuşturunca küçük kızların saçlarını anladı “uygar” insanın lanetini… 
O bir kaplumbağa, Darwin’in kaplumbağası!  


Dur durak bilmeyen tiyatro üstadı Ali Poyrazoğlu geçtiğimiz bahardan bu yana "Kaplumbağa" isimli oyunu sahneliyor. Kaplumbağa, İspanyol oyun yazarı Juan Mayorga’nın elinden çıksa da Ali Poyrazoğlu onu usta bir terzi gibi yeniden biçimlendirmiş. Ve ortaya bir “vahşet sirki” sahnesi çıkmış. Tabiri caizse oyun izleyiciyi sürekli formatlayan, didaktik yönüne rağmen, temposundan ödün vermeyen harika bir yapıta dönüşmüş. 

Resim: http://sozcu.com.tr/2013/roportaj-magazin/chp-ve-mhpnin-de-akil-insanlari-olmali-304368/

Ali Poyrazoğlu / Bülent Kayabaş/ Nur Gürkan / Özdemir Çiftçioğlu
 Kaplumbağa Harry Robinson, Charles Darwin tarafından Galapagos Adaları'nda bulunmuş. Böylece hayatı değişmiş. Dünya tarihinin son 200 yılının tanığı olmuş. Ömrünün ortalarında da “çok bilen” bir tarih profesörü ile yolları kesişiyor. İzleyicilerin kendisiyle tanışması da bu zamana rastlıyor. Resmi tarihin gölgelerinde zamanı arşınlıyoruz beraberce. “Tarihi tarih yapan ayrıntılardır” diyor Harry. Ayrıntıların sonsuzluğunda kayboluyoruz. Çok emin olduğumuz bilgilerimiz atmosfere karışıyor. Şaşırıyoruz. Zaman zaman kelimelerin sihirli gücüne bir görünüp bir kaybolan arşiv görüntüleri eşlik ediyor. Tarihin perdeye yansıyan siyah-beyaz aksine kitleniyoruz. Harry çok başarılı bir anlatıcı. Troçki’nin demir gibi soğuk bakan gözlerinde, Churchill’in purosunun dumanında, belki Lenin’in yatağının altındayız artık. Rehberimiz bir kaplumbağa ve biz bütün sırları biliyoruz!

 Son Söz…

Soluk soluğa alkışlarımızın sonunda Ali Poyrazoğlu olanca mütevazılığı ile “birlikte oynadık” diyor seyircisine. Uzun uzun açıklıyor Kaplumbağa’yı. Oyunun arka planını öğreniyoruz. Hatta oyun esnasındaki bazı detayları da açıklıyor. Kimsenin aklında eksik bir nokta kalmasın ister gibi. Tiyatroya yeni başlamış kadar heyecanlı Darwin’in kaplumbağası kadar bilge bir adam var karşımızda. Dediği gibi oyunu evimize de getiriyoruz. Bundan sonra gittiğimiz her yere de götüreceğiz muhtemelen….
Tiyatro asla susmaz... Hazır fırsat varken Kaplumbağa’yı ziyaret etmeli…







20 Kasım 2013 Çarşamba

Hedy Lamarr: Hollywood güzeli bir mucit!

O Hollywood’da tüm zamanların en güzel kadınları listesinde hep üst sıralarda yer aldı. Birçok filmde oynadıysa da herkesin aklında 1949 yapımı Samson ve Delilah’daki fettan kadın olarak hatırlandı. Mutluluk peşinde koşarken 6 defa evlendi. Zamanın izlerini silmek uğruna defalarca estetik operasyon geçirdi. Ve güzel kadın imajına hiç uymayan bir şey yaptı: GSM,Wi-Fi ve GPS teknolojisini icat etti! O Hedy Lamarr…
Hedy Lamarr
Hedy 9 Kasım 1914 tarihinde Viyana’da doğmuştu. Annesi piyanist babası ise bankerdi. Kültürlü ve varlıklı bir ailenin kızıydı. Yahudi bir aileden geliyordu ve bu bütün hayatını önemli ölçüde etkileyecek önemli bir ayrıntıydı. Sinema ve ünlü olma fikri erken yaşlarda içine işlemişti. 15 yaşına geldiğinde Viyana’daki kısıtlı film sektöründe figüranlık yapmaya başlamıştı. Ancak öylesine güzeldi ki bu minicik roller kısa sürede tanınmasına engel olamadı. 16 yaşına geldiğinde Viyana ona dar gelmeye başladı ve Avrupa film endüstrisinin kalbi olan Berlin’e geldi. Ama Almanya kaynıyordu. Ekonomik buhranın sorumlusu olarak Yahudiler görülüyor; Nazi partisi giderek güçleniyordu. Her şeye rağmen sinemacılar çalışmalarına devam ediyordu. Hedy 1932’de Ecstasy adlı filmde Eva rolünü canlandırdı. Bu sıradan bir rol değildi. Sinema perdesi ilk kez bir çıplak görüyordu. Bu yetmezmiş gibi bir de orgazm sahnesi bulunuyordu. Film bir anda skandala dönüştü. Almanya ve Amerika’da gösterimi yasaklandı. Basın için bulunmaz bir malzemeydi; Ecstasy ve Hedy gündemin ilk sırasına yerleşmişti. Tüm bunlar olurken bir haber de Vatikan’dan geldi. Papa filmi aforoz etmişti! 
Hedy bir anda popüler oldu…Artık beklediği atılımı yapmaya hazırdı. Aşk tam bu sırada kapısını çaldı. Friedrich Mandl, Ecstasy’de gördüğü genç kızın izini sürmüş ve kalbine girmeyi başarmıştı. Hedy’den 13 yaş büyük olan Mandl, Yahudi bir babanın Katolik oğluydu. Zengin bir silah tüccarıydı. Müthiş bir zenginlik içinde Avusturya’da yaşamaya başladılar. Artık Hedy için sinema yoktu. Eşiyle katıldığı davetler ve eşinin fabrikası dışında evden çıkması kesinlikle yasaktı. Verdikleri davetlere dönemin neredeyse bütün bildik simaları katılıyordu. Freud, Mussolini ve hatta Hitler’le aynı sofralarda yemek yiyorlardı. Hedy bu duruma katlanamıyordu. Kocası faşist rejimlere silah satan bir katildi. En azından artık Hedy için kesinlikle öyleydi. Birkaç kez evden kaçmayı denedi. Her seferinde daha sert güvenlik tedbirleri alındı. Malikane bir kaleye döndü derken hizmetçi kılığına girip, yanına bir bavul dolusu mücevheri de alarak Mandl’den kaçmayı başardı. Londra’da Metro Goldwyn Mayer’in ortaklarından biriyle tanışma fırsatı buldu. MGM Hollywood demekti. 1938 yazında ilk Hollywood filminde oynamış bulunuyordu: Cezayir. Film oldukça beğenildi. Hollywood, Hedy Lamarr’ı sevmişti. 

Cezayir filminin afişi  / 1938
Sonunda hayalleri gerçek olmuştu fakat Hedy berbat bir haldeydi. Avrupa yanıyordu. Naziler Avusturya ile kanlı bir ortaklığa girmişti. Ailesi diğer bütün Yahudiler gibi vatan haini kabul ediliyordu. 9 Kasım 1938* olaylarıyla beraber Hedy yıkıldı. Böylesi bir zalimliğe bütün dünyanın sessiz kalmasına içerliyordu. Bu karmaşık ruh haliyle çapkın bir senaristle evlendi. Çift bir erkek çocuk evlat edindi ama evlilik yürümedi. 
Alman orduları Avrupa’yı birbirine katarak ilerleyişini sürdürürken Amerikan başkanı F.D.Roosevelt de kara kara düşünüyordu. Ancak Japonların Pearl Harbor hamlesiyle Roosevelt’te düşünmeyi bırakıp savaşa girivermişti. Büyük Buhran’dan itibaren bir türlü toparlanamayan ekonomi için savaşın giderlerini karşılamanın çeşitli yolları bulunuyordu. Bunlardan biri hükümetin savaş tahvillerini satışa çıkarmasıydı. Birçok Hollywood yıldızı gibi Hedy de tahvil satmak için gönüllü oldu. Ülkeyi neredeyse baştan başa dolaştı. Görevini tamamladığında muhtemelen ulaştığı rakam bir rekordu. Hedy kendi başına 25 milyon dolarlık savaş tahvili satmayı başarmıştı.

 1940'lar savaş gönüllüsü Hedy Lamarr

Bu arada Avrupalı müttefiklere yardım ulaştırmak Amerika için en büyük problem olmaya devam ediyordu. Çünkü Alman denizaltıları Amerika ile Britanya arasındaki suları tekelinde tutuyordu. Yardım götüren binlerce gemi yaşlı kıtayı ufukta bile göremeden yok ediliyordu. Churchill bile Alman denizaltı saldırılarının dehşetinden yakınıyordu. Savaş boyunca bu saldırılarda 80 bine yakın insan ve 15 bin tona yakın malzemenin bu şekilde telef edildiği düşünülürse Churchill dehşete kapılmakta son derece haklıydı. Sorun yeni bir teknolojiydi Almanlar tarafından hedefi değiştirilemeyecek torpidolar üretilmesi gerekiyordu. Dönemin teknolojisiyle tek bir radyo frekansıyla yönlendirilen torpidolar hedefe ulaşamadan düşman tarafından frekansı tespit edilerek imha ediliyordu.  Hedy setlerden arta kalan zamanını bunu düşünerek geçiriyordu.
Silah fabrikasında mühendislerle geçirdiği sıkıcı günlerde öğrendiği teknik bilgiler ve el altından silah almaya gelen kötü adamlarla yenilen sinir bozucu yemekler işe yaramıştı. Ayrıntılara önem vermesi ve mükemmel hafızası da devreye girince çözümü buldu. Ancak bunu belli bir sistem haline getirmek için yardıma ihtiyacı vardı. Aradığı yardımcıyı bir piyano dinletisinde keşfetti. Çağdaşları arasında yenilikçi tarzıyla dikkat çeken besteci ve piyanist George Antheil aradığı adamdı. Otomatik piyanoların işleyişinden yola çıkan Hedy ve George ‘frekans atlamalı yayılı spektrum’ tekniğini yaratmayı başardı. Teknik torpidoyu kontrol eden telsize ait frekansların devamlı olarak değişmesine imkan vermekteydi. Sistem aynı zamanda düşmanın telefonları dinlemesini de önleyecekti. Bu Almanya’nın en azından denizlerdeki hakimiyetini sona erdirmek demekti.

Hedy Lamarr
Amerikalı besteci, piyanist ve mucit George Antheil
1941
İkili heyecanla yetkililere başvurdu Savaşın seyrine etki edecek büyük bir keşif yapmışlardı. Ne var ki bir piyanist ve bir aktrisin böyle hayati bir buluş yaptığına kimse ihtimal vermiyordu. Neredeyse alaya alınarak reddedildiler. Bu buluştan geriye US2292387 numaralı patent kaldı.
Amerika’nın bu sistemi kullanması için 1962 sonbaharındaki Küba Füze Krizi’nin ortaya çıkması gerekecekti. Bu tarihte çoktan şöhretini yitirmiş Hedy’nin şiddetle paraya gereksinimi vardı. Resmi kayırlara göre patentin süresi 1957’de dolmuştu. Hükümet Hedy’e tek kuruş dahi ödemedi. George Antheil ise buluşunun kullanıldığına bile şahit olamayacaktı. Zira 1959’da kalp krizi neticesinde hayatını kaybetmişti. 

Hedy Lamarr / Samson ve Delilah / 1949
İlerleyen yıllarda Hedy ile Antheil’ın buluşlarının savaş sanayi dışında kullanılması da söz konusu olur. Yapılan çalışmalar sonunda cep telefonu, Wi-Fi ve GPS gibi çağımıza yön veren teknolojiler Hedy ve Antheil’ın icadı sayesinde geliştirilir. Hedy II. Dünya Savaşı’nda Yahudilerin kaderini değiştiremese de dünya tarihine iletişimde devrim yaratan icatların mucidi olarak adını yazdırır.  
Hollywood’da gözden düştükten sonra zor günler geçiren Hedy hayatı boyunca altı defa evlenir. Biri evlatlık olmak üzere toplam üç çocuğuyla çalkantılı bir ilişkisi olur. Güzelliğini korumak uğruna yattığı ameliyat masalarından hep hayal kırıklığıyla kalkar. Öyle parasız zamanlar geçirir ki hırsızlık nedeniyle mahkemeye bile düşer. Doksanlı yılların sonunda nasıl olduysa Kanada kökenli bir Wi-Fi şirketi kendisiyle bağlantıya geçer ve patent hakkı için kendisine hatırı sayılır bir ücret ödenir. Bu sayede hayatının son birkaç yılını zengin bir kadın olarak sürecektir. Ne çare ki dehasından kazandığı servet çok geç gelmiştir. Hedy çocuklarına bıraktığı hatırı sayılır mirasla 2000 yılında yaşama veda eder. Ölümünün ardından atılan manşetler Hedy’nin hayat boyu görmediği türdendir. Dehası anlaşılmış lakin Hedy görememiştir… 


* Kırık Camların Gecesi ya da Kristal Gece adıyla bilinen olaylar: 9 Kasım 1938 gecesi Berlin’de Yahudilere ait evler ve sinagoglar yakıldı. 7 binden fazla iş yeri yağmalandı. 30 bin erkek toplama kamplarına gönderildi. 

Not: Hedy Lamarr’ın hayatı ile ilgili birçok kitap mevcut. Richard Rhodes’un “Hedy’s Folly: The Life and Breaktrough” ile Ruth Barton’ın “ Hedy Lamarr: The Most Beautiful Woman in Film” gibi kitapları daha yakın tarihli ve ulaşılabilir durumda. Özellikle Ruth Barton’ın kitabını bulursanız almamazlık etmeyin:) Kitap okumak istemeyenlere de BBC’nin hazırladığı “Extraordinary Woman” serisinin Hedy Lamarr bölümünü öneriyorum. 

10 Kasım 2013 Pazar

"Bu bayramlar ve yarınlar sizindir, güle güle..."

'Bütün arzusu Ankara’ya gitmek, Cumhuriyet’in on beşinci yıldönümü töreninde bulunmak, ordusu ve milleti ile son defa karşılaşmaktı. Hatta stadyum merdivenlerini çıkmaktan kurtulması için acele olarak bir asansör de yaptırılmıştı.
O durumda iken bile dil çalışmalarını yakından takip ediyor, yılbaşı nutkunun hazırlanması işine yardım ediyordu: “Büyük kamutaya, şimdiye kadar olduğu gibi, bütün işlerinde başarılar dilerim” cümlesi Meclis’e devlet reisi sıfatı ile son sözü olmuştur.

Resim: http://www.koc.com.tr/tr-tr/koc-gundem/haberler/Sayfalar/fikirler-olmez.aspx
Ankara’ya gitmekten ümidi kesince, dudaklarını bükerek:
̶ Bu zayıf halimle Ankara’ya gitmekte bir fayda görmüyorum. Gidersem hiç kimsenin yardımı olmadan hiç olmazsa otomobile kadar yürüyebilmeli, arkadaşlarımla selamlaşabilmeliyim, bunları yapamayacağımı anlıyorum, demişti.
Cumhuriyet Bayramı gecesi, Boğaziçi vapurlarından birini tutan gençler, Dolmabahçe Sarayı’nın rıhtımına yaklaşmışlar, haykırışıyorlardı. Atatürk kesik kesik konuşarak pencereye gitmek istediğini anlattı. Kollarına girdiler. Pencere kenarındaki koltuğa oturdu. Vapurda bir kıyamettir koptu. Gençler hep bir ağızdan “Dağ başını duman almış – Gümüş dere durmaz akar” ,türküsünü söylüyorlardı. Atatürk mırıldandı:
̶  Bu bayramlar ve yarınlar sizindir, güle güle…dedi ve gözyaşları ile ölüm yatağına döndü.
Atatürk bu defa üç gün süren bir komaya girdi. Kendine geldiği vakit, uyumuş olduğunu söylediler. Pek inanmamış, fakat ne olduğunu da anlamamıştı. Atatürk’ün bu komadan kurtuluşu bir mucize idi. Pek yakın hekimlerinden biri demişti ki:
̶  Size edebî bir şey söylemiyorum, yirminci asır tıbbın kudretini bilen bir insan olarak söylüyorum, ölüm ondan korktu.
Fakat ikinci ve son komadan uyanamadı. Kıvranmalar, çırpınmalara içinde yanıyordu. Kendini kaybetmeden son sözü:
̶  Saat kaç? Olmuştu.
Belki de bir önceki komadan sonra uyumuş olduğunu söyleyenleri kontrol etmek istiyordu. 10 Kasım sabahı yüzü gittikçe renk değiştiriyor, hançere hırıltısı artıyordu. Saat dokuzu beş geçe sert bir asker bakışı ile başucundaki hekime doğru döndü, gözlerini açtı, son nefesi idi.
Yakınları son hasretlerinden birinin, iyi olursa bir yaylaya çıkmak, orada artık yalnız serin kaynak suları ve süt içmek olduğunu söylemişlerdi. Rumeli yaylalarındaki koyun sürülerinin çan sesleri kulağında, bu vatan ve millet kurtarıcısı, gurbet ve sıla acısı içinde idi.
O günler yandık. Günlerce, haftalarca, üstümüze memleket yıkılmış gibi, bir can bunaltısı içinde kıvrandık.' *

Bu yazı satırı satırına Atatürk’ün dostluğuna erişmiş gazeteci Falih Rıfkı Atay’ın “Çankaya” isimli kitabından daha fazla okuyucuya ulaşması umuduyla alınmıştır.

* Falih Rıfkı Atay/ Çankaya/ Pozitif  Yayınları / s. 568-569 / (yayın yılı belirtilmemiş) 

6 Kasım 2013 Çarşamba

Ve Mona Lisa çalındı!


Bazı şeyler hiç olamayacakmış gibi gelir bazen. Oysa bu gerçek bir hırsızlık vakası. Dünya tarihinin gelmiş geçmiş en ünlü sanat eserinin sırra kadem basması.
21 Ağustos 1911’de Louvre’da olağan günlerden biriydi. Üstelik Pazartesi’ydi müze kapalıydı. Ufak tefek tadilat işleri yapılıyordu. Leonardo’nun Mona Lisa’sının vitrini de yeniden düzenlenen yerler arasındaydı. Aslında birkaç gündür bir çift kem göz Mona Lisa’yı tehdit ediyordu. Bu sıcak Paris sabahı beklenen fırsatı yaratıvermişti. Marangoz Vincenzo Peruggia tamiratını gerçekleştirdiği vitrinin içinden sanılanın aksine pek de büyük boyutlarda olmayan Mona Lisa’yı çıkartıverdi. İnce yapılı, beyaz işçi gömleği giymiş bu adam saniyeler içinde Louvre’dan ayrılmış ve Rivioli Caddesi’ndeki onlarca insandan biri olmuştu. Gömleğinin içine sakladığı tabloyla yürüyüşü ağırlaşsa da hedefine ulaşmıştı işte. Hôpital Saint Louis Caddesi’ndeki tek göz odasına vardığında gömleğinin içinden çıkardığı 400 yıllık tablo yıkık dökük eşyalarıyla eşsiz bir uyum yakalamış olmalıydı. Ama Peruggia acele etmek zorundaydı tabloyu odadaki odun yığının arkasına acemice gizledi. Bir iki gün içerisinde bu eşsiz başyapıta uygun gizli bölmeleri bulunan bir sandık yapacaktı. Bu düşünceyle hızla Louvre Müzesi’ne geri döndü. İşinin başında olmalıydı; ne de olsa o çalışkan bir marangozdu!
Resim:http://torturedartists.files.wordpress.com/2012/08/monalisatrunk.jpg
Tatil günü Louvre için sakince geçti. Aslında bir duvarcı ustası sabah geçtiği Salon Carré’de asılı duran resmin yokluğunu fark etmişti. Gel gelelim günlerden Pazartesi’ydi. Tatil günlerinde bazı eserler fotoğraflanmak üzere yerlerinden alınabiliyordu. Tamiratın ortasında bir zarara uğramasın endişesiyle kim bilir hangi çok bilmiş müze yetkilisi Mona Lisa’yı kaldırtmıştı. Olamaz mıydı? Olabilirdi...
22 Ağustos’ta müze karıştı Mona Lisa’nın yerinde yeller estiği 24 saat sonunda fark edilmişti. Bu bir skandaldı! Yıllık izindeki müze çalışanları da dahil herkes, bütün Louvre personeli çağrıldı. Sayıları 60’ı geçen dedektif ve polis olay mahallini didik didik etti. Bir anda bütün Fransa ve Avrupa’nın tek gündemi Mona Lisa olmuştu. Basın olağanüstü bir ilgi gösteriyordu. Mona Lisa bütün manşetleri süslüyor; posterleri, kartpostalları kapış kapış satılıyordu. Sigara, çikolata gibi ürünlerin kutularında artık o eşsiz gülüşüyle Mona Lisa vardı. Sinemada film aralarında bile Mona Lisa izleyiciye sunuluyordu. Sonunda dünyanın en popüler kadını haline gelmişti!
İşin garibi Mona Lisa yoktu ama asılı olduğu boşluk izleyici rekorları kırıyordu. Artan ilgi baş döndürücüydü. Louvre yetkilileri inanamasa da boşluğu görmek için uzun kuyruklar oluşuyordu. Ve muhtemelen büyük çoğunluğu Mona Lisa orada asılı dururken bir kez bile Louvre’a uğramamıştı!
Vincenzo Peruggia arkasında bıraktığı kaosa karşılık iki yıl boyunca minik odasında Mona Lisa’yla baş başa kaldı. Nihayetinde resmi yanına alıp Floransa’nın yolunu tuttu. Uffizi Galeri’nin müdürüyle Mona Lisa için pazarlık ederken de yakayı ele vermiş oluyordu. Mahkemeye çıkartıldı kendini iyi bir İtalyan yurtseveri olarak tanıttı. Ne de olsa ‘alçak’  Napoléon Louvre koleksiyonunu başka ülkelerin kültür mirasını çalarak oluşturmuştu! Peruggia sadece çalıntı tabloyu anayurduna geri getirmek misyonunu üzerine almıştı. Bu bir suç muydu?  Savunma sağlam olmasa da kalbi duygulara hitap etmeyi başarmıştı ancak bir hata içeriyordu. Mona Lisa’yı Louvre getiren Napoléon değildi! Bizzat Leonardo da Vinci tarafından vakti zamanında hem arkadaşı hem de hamisi olan Kral I. François’ya satılmıştı. Napoléon faktörüne rağmen savunma tutmuş, Peruggia bu işten 1 yıllık bir ceza ile kurtulmayı başarmıştı.
Resim: Kayıp Eserler Müzesi / YKY/ 2007
Vincenzo Peruggia'nın polis kayıtlarındaki fotoğrafı. 
İlerleyen yıllarda Peruggia’nın vatanperverliğine gölge düşüren gelişmeler de yaşanmadı değil. Bazı araştırmacılar, Peruggia’nın dönemin ünlü üç kağıtçılarından Eduardo de Valferno tarafından tutulduğunu iddia etti. İddiaya göre Valferno, Mona Lisa’nın çalındığını duyan uyanık koleksiyonere sahtelerini satıp müthiş bir kar elde edecekti. Peruggia ise Valferno’nun tasarısının tamamını bilmiyordu; üstelik soygundan sonra da Valferno ile bağlantısı nasıl olduysa kopmuştu. Peruggia da kendi başının çaresine bakarken yakalanmıştı işte!  

Mona Lisa Louvre teslim edildiğinde hiçbir hasara rastlanmadı ve geçen iki yılda gerçek bir kült haline gelmişti. Oysa bu çalıntıya adı karışmadan önce sanat camiasının göz bebeği Raffaello’nun La Fornarina’sı ile Sistina Madonnası’ydı. Elbette Mona Lisa da kabul görürdü ancak sarsılmaz yükselişi ve rakiplerini geride bırakıp bir ikona dönüşmesi çalınmasının mucizevi sonucuydu…


Kayıp eserlerin izini sürenler için kaleme  Kayıp Eserleri Gün Işığına Çıkaran Adam: Charles Hill aldığım bir tık ötede.

25 Ekim 2013 Cuma

Paris'te Son Tango /1972

Gencecik sinema tarihinde çekildiği günden bu güne dek ortalığı birbirine katmayı başaran çok az film vardır. Bertolucci vakti zamanında sinema dünyasına öyle bir bomba koymuştur ki bugün bile yarattığı hasarın altında kalmayan yoktur. 'Pariste Son Tango' ya da orijinal adıyla 'Ultimo Tango a Parigi' sinemayla ucundan kıyısından ilgilenen herkesin bir şekilde yoluna çıkan kült filmlerden biri. Birbirine tamamen yabancı iki insanın hep yabancı kalmaya çalışarak başladıkları duygusal karmaşanın ve cinsellik yüklü ilişkinin konu edildiği film, kimileri için 'kepazelik', kimileri için 'başyapıt'! Bu ikilem ilk çekildiği zaman için de geçerli bugün için de... 



Üzerindeki tartışmalar güncelliğini son sürat sürdürürken geçtiğimiz aylarda filmin yönetmeni Bernardo Bertolucci'nin yaptığı bir takım açıklamalar konuyu daha da alevlendirdi. Bertolucci dolaylı yoldan, ünü filmi aşan 'tereyağı' sahnesi ile ilgili olarak pişmanlığını dile getiriyordu. Genç ve hırslı bir yönetmen olarak o dönemde bunu sahneyi eklemekte bir sakınca görmemişti; bugün 73 yaşın tecrübesiyle biraz 'aşırı' olduğunu ima ediyordu. Hatta azıcık daha ileri giderek başrol oyuncularından Maria Schneider'in 2011 yılındaki ölümünü bile bu filmin yarattığı buhrana bağlanabileceğini söylemekten çekinmiyordu. 


Resim: http://kinoimages.wordpress.com/2013/04/12/ 

Bernardo Bertolucci, Marlon Brando ve Maria Schneider

Bertolucci başlı başına bir ekol yaratmış, filmlerini kuvvetli bir psikolojik temele dayandıran, içinde bulunduğu 68 kuşağının savunduğu değerlere gönderme yapan güçlü bir anlatıma sahip bir yönetmen. Freudyen bir sinema dahisi olarak tanımlanıyor.

Marlon Brando'ya gelince bu filmdeki oyunculuk performansı tüm zamanların en kabul gören performansı. Üstelik filmdeki karakterini neredeyse yeniden kurguladığını Bertolucci de kabul ediyor. Brando'nun film boyunca süregelen diyaloglarından çoğu doğaçlama. Canlandırdığı Paul karakterinin ailesinden ve ergenlik yıllarından verdiği bütün ayrıntılar Marlon Brando'nun gerçek hayat öyküsünün bir parçası.

Maria Schneider, 20 yaşında genç bir oyuncu olarak oldukça başarılı. Ne var ki film Marlon Brando üzerine kurulduğu için daha geri planda kalmış durumda. Elbette Brando'nun sınırsız popülaritesinin de bunda etkisi var. Birkaç yıl önce bir röportajında "Bernardo, Marlon'a aşıktı." gibi bir ifadesi bulunuyordu. Benim açımdan gerçekçi bir yaklaşım zira filmi izleyince bunu hissetmemeniz olanaksız. 


Resim: http://kinoimages.wordpress.com/2013/04/12/

Marlon Brando ve Bernardo Bertolucci
Filme geri dönersek çağına göre oldukça cüretkar, çarpıcı, sert sahneler ve diyaloglar içeriyor. Ama zaten Bertolucci sinemasının karakteristiği bu 'sen görmek istemesen de ben gösteririm'. Aradan geçen 40 yılda film kendi skandallarını yaratırken, kendi mitlerini de yaratmış durumda. Oysa gerek Schneider, gerek Brando hala biz faniler arasındayken bütün merak edilenleri yanıtlamışlardı. Brando'nun asla ortayı bulma çabası olmayan, uzlaşmaz bir mizacı olduğu göz önüne alındığında verdiği cevaplarda samimi olduğuna inanmak gerekliliği doğuyor :)
Schneider'e gelince 2011 yılında, 58 yaşında öldüğü zaman yine bu filmle anıldı bütün gazetelerde. Birçok gazeteci doğrudan ya da dolaylı imalarla filmi, yönetmeni ve hatta Brando'yu suçladı. Ne de olsa gencecik bir kızken onu bu rezalete bulaştırmışlardı (!) O da bu yükü taşıyamamış yaşlı bir nine olamadan aramızdan göçüp gitmişti işte. Kahrolsundu bu yoldan çıkmış sinemacılar !!
Bilenler bilir Schneider birçok yapımda yer aldı. Çok iyi yönetmenlerle çalıştı. Ama her basın toplantısına "tereyağı soracaksanız konuşmayalım" şeklinde başlıyordu. E şimdi insan düşünmeden edemiyor: Herkes suçlu da temcit pilavı gibi iki de bir oynadığı bir sahneyi kadının önüne koyanlar daha mı az suçlu diye...Yani suçlu aranırsa epeyce bir bulunur gibi geliyor bana... 
Diğer taraftan birçok Bertolucci filminde olduğu gibi sinematografik yapısı güçlü bir film gerçekten daha fazla öne çıkması beklenen sahnelere sahip. Marlon Brando'nun filmin başında kederli kederli Bir- Hakeim Köprüsü' nün (Pon de Bir-Hakeim) yürüdüğü efsane sahne bunların başında gelmektedir. Yine Brando'nun karısının cesediyle dertleştiği sahnede izleyici büyülenir. Ayrıca filmin müziklerini yapan Gato Barbieri'nin de hakkını teslim etmek lazımdır. Sanki filmi daha fazla sarsıcı yapan bu müziktir. 



Şimdi ben buralara nereden geldim? Geçtiğimiz günlerde Beyoğlu Sahaf Festivali'nin 7.'si düzenlendi. Tesadüfen elime yaprakları sararmış, sayfaları isyan etmek üzere bir kitap geçti. Kapağında 'Paris'te Son Tango' yazıyordu. 1973 yılında basılmıştı. Onu orada bırakamazdım:) Zira kadrosuyla, konusuyla, atmosferiyle, hatta mazoşist haliyle filmden tarafa olanlardanım. 
Kitabı görünce şaşırmadım dersem yalan olur. Yanlış anlaşılmasın film bir edebiyat uyarlaması değil; filmin kitaplaştırılmış hali. Vakti zamanında Altın Kitaplar tarafından basılmış. Kitabın ön sayfasına şöyle bir not düşülmüş 'Bu kitap Milliyet Gazetesi'nde tefrika edilen "Paris'te Son Tango" çevirisinden aynen alınmıştır.' 



Kitabın önsözü (ya da girişi) sinema eleştirmeni, senarist, gazeteci, romancı, yönetmen gibi birçok vasfı bulunan ünlü Norman Mailer tarafından kaleme alınmış. Esasen bu bir sinema eleştirisi ve saygınlığını halen koruyan The New York Review Books isimli dergi için yazılmış. Ve işte bir gün meraklısı okur diye de kitabın girişine konulmuş. Benim de bu yazıya başlama amacım bu yazıyı paylaşmak. 40 yıl önce yazılmış bir sinema eleştirisini hem biçim, hem içerik açısından değerlendirmek, hem de ilk gösterim döneminde sinema çevrelerinde Paris'te Son Tango'nun ne şekilde algılandığını takip etmek isteyenlere "Narsisizm'e Geçiş" başlıklı yazıyı takdimimdir :
   
_ NARSİSİZM'E GEÇİŞ / Norman Mailer  * 



"Paris'te Son Tango" filminin her seansta kapalı gişe oynaması, yeryüzünün daimi bir üreme döneminde olduğunu gösteriyor. Mevsimler de aceleci oldu. Kasım ayında yağmaya başlayan kar, martın birinde eriyip yok oluyor. Acaba yaz da nisanın ortasında başlayıp, temmuzda mı sona erecek? Doğa-üstü konularıyla uğraşanlara bakılırsa, bu hızlanışa nükleer radyasyonlar sebep oluyor, biz de ürüyoruz. Isıyı hissetmeye başlayan karınca yuvası gibi. 


Film dünyasında yeni akımların doğup, gelişip, ölmesine yirmi dört ay yetiyor artık. "Paris'te Son Tango" nun New York Film Festivali'nde ilk gösterilişinden sonra hakkında eleştiri yazan Pauline Kael okurlarına şunları söylüyor: 

"Paris'te Son Tango'nun 14 ekim 1972 tarihinde ilk gösterilişi sinema tarihine yeni bir dönemin başlangıcı olarak geçecektir. Bu olay yalnızca Igor Stravinsky'nin "Le  Sacre de Printemps" (Bahar Ayini) adlı eserinin 29 mayıs 1913 gecesi ilk çalınışıyla mukayese edilebilir. O gece de müzik tarihinde yeni bir dönemin başlangıcı olmuştu. "Paris'te Son Tango" da da aynı, "Le Sacre Printemps"ın ipnotize edici heyecanı, ilkel gücü, rahatsız edici, dürtücü erotizmi görülmektedir...Bertolucci ile Brando yedinci sanata yeni bir yüz ve anlayış kazandırmayı başarmışlardır."

Artık "Paris'te Son Tango" nun kadın kahramanı Maria Schneider, mini eteği, maksi mantosu ile Beşinci Avenue'de dolaşan binlerce genç kızdan biridir. Elle tutulur, gözle görülür bir kız, kısacası aramızdan biri. Elleri cebinde, yakası kalkık, ıslak sokaklarda dolaşan Marlon Brando ise bunalım geçiren, binlerce erkekten biri ya da hepsidir. 

Beklenilen yalnızca birkaç dakikadır. Schneider kiralık bir katı dolaşmak için içeri giriyor, Brando daha önceden oraya gitmiştir. Sokakta ve telefon kulübesinin önünde iki kez karşılaştıktan sonra boş bir evde yalnız kalıyorlar. Ve Brando, Stanley Kovalski'nin sinema seyircisine yirmi beş yıl önce yazdığı çeki paraya çeviriyor; genç kızla ayakta sevişiyor. Böylelikle de yıllardır sürüp giden, "bu iş telefon kulübesinde nasıl olur? şakasını da çözümlemiş oluyor. 

Marlon Brando, telefon kulübesinde genç kızla sevişmek için kızın elbisesini yırtarak çıkarıyor. Denilebilir ki yırtılan kumaşın feryadı; Beethoven'in Beşinci Senfonisi'nin ilk dört notası kadar heyecan verici bir sesti; patlayıcı bir madde yığını üstüne çakılan bir kibrit gibi . 

Kızın ismi Jeanne, erkeğin ise Paul . Ama bunu hiç bir zaman öğrenemiyorlar. Boş bir evde, her türlü duygudan, düşünceden uzak, günlük hayatı geçmişe gömerek, mutluluğu birbirlerinin varlığında arıyorlar. Yeni bir hayatın başlangıcı olabilir bu. 

Brando bu filmiyle adını sinema tarihine altın harflerle bir kez daha yazdıracak kadar güçlü bir oyuncu olduğunu ortaya koyuyor. Maria Schneider ise büyük bir aktris olma yolunda güvenli adımlarla ilerliyor. Elinde böyle güçlü oyuncular bulunan genç yönetmen Bertolucci ise diyalogları oyuncuların isteğine bırakarak sinema dünyasında yepyeni bir çığır açtığını ilan ediyor._ **

*Norman Mailer / Paris'te Son Tango / Altın Kitaplar/ Dar Dizi / 1973

**Kitapta basılı şekliyle yazılmıştır.

Not:Filmle ilgili okuduğum birçok yayın, makale, eleştiri, röportaj oldu. Zaman içinde zihnimde yığınlara dönüştüler. Neyi nerede okuduğumun içinden çıkamaz durumdayım. O nedenle kesin bir referans veremiyorum. Ama Marlon Brando ile ilgili birden fazla biyografiye ulaşmak mümkün hatta bir tanesi de kendisinin kaleme aldığı bir kitap. Filmdeki doğaçlamaların peşine düşeceklere tavsiye olunur. Norman Mailer'a ait kitaplardan bazıları 'Amerikan edebiyatının başyapıtı' olarak gösteriliyor. İlgililere duyurulur...

19 Ekim 2013 Cumartesi

Tüm zamanların Venüs'ü Beyrut / Baalbek, Anjar


Lübnan’ı arşınlamaya üçüncü yazıyla devam ediyorum. Bu sefer Lübnan’ın Akdenizli ve Orta Doğulu bir ülke olarak barındırdığı renkliliğin en çarpıcı öğelerini görmek üzere Bekaa Vadisi’ne doğru yola çıkıyoruz. Lübnan Dağı’na doğru ilerledikçe karlı doruklar içimizi ürpertiyor. Bu Beyrut’tan yapacağımız en uzun soluklu yolculuk. Bekaa Vadisi, başkente yaklaşık 85 km uzaklıkta. Suriye’nin başkentine daha yakın bir konuma doğru ilerliyoruz.


Güne Zahle civarında bir şarap mahzeni incelemesiyle başlıyoruz. Chateau Ksara oldukça romantik atmosferiyle kısa sürede gönlümüze giriyor. İlk önce şarapların hangi koşullarda saklandığını göreceğimiz mahzeni geziyoruz. Varillerle dolu birbirini kesen karanlık tünellerde kayboluyoruz. Chateau Ksara'da ikinci aşama şarap tadımı. Tatlı, zevkli anlar. Yine de her sunulan şarabın mükemmel olduğunu söylemek abartı olur :)

Chateau Ksara

Chateau Ksara'da bize rose, kırmızı ve beyaz şarap ikram edildi.
Biz beyazı diğerlerinden çok daha iyi bulduk:)
Burada en az şarap kadar değerli bir içki daha yapılıyor: Arak. Zahle'deyiz, dünyaca ünlü rakının anavatanındayız. Dolayısıyla hem arak, hem de şarap için Chateau Ksara'nın satış mağazasına yöneliyoruz. Mağaza pek karışık. Aynı anda birçok turist otobüsünün burada bulunmasının curcunası yaşanıyor. Şişeler kapanın elinde kalıyor desem yeri. Çoğunluk az önce denediği şarapların hangisi olduğunun farkında bile değil. Herkes yanlış rafları yağmalıyor:) 
Chateau Ksara'nın üzüm bağları...
Hem kendimize hem de sevdiklerimize alınabilecek en iyi armağan olarak Zahle rakısını seçmiş bulunmaktayız. Ek olarak Akdeniz'in bu yakasının şaraplarını tatmak isteyenlere şarap da etkileyici bir armağan olacaktır. Şişeleri nasıl taşıyacağınızın tasası size kalmış. Zira dünyanın en ucuz free shop'larından birinin de Beyrut'ta sizi beklediği göz önüne alınırsa ...:)


Taş deyip geçme...

Yolculuğumuzun ikinci uğrak yeri bir taş ocağı. Öyle taş ocağı dediğime bakmayın, Antik Çağ’da burada büyük bir taş ocağı bulunuyormuş. Bekaa Vadisi’nde Baalbek inşa edilirken devasa taşların çıkartıldığı yerde bulunuyoruz. Buraya uğramamızın nedeni dünya üzerinde bilinen en büyük monoliti yakından tanımak.  Gerçekten de devasa boyutlarda bir taş (doğrusu taş demek hakaret kendisine ama) uzaktan kendini gösteriyor. En az 2013 yıllık olduğu düşünülürse, çağında bu taşı hazırlamak için harcanan insan gücünü tasavvur etmek akıllara durgunluk veriyor. 1000 ton olduğu tahmin edilen taş Baalbek'teki Jüpiter Tapınağı'nın platformu için hazırlanmış. Ancak artık hangi aşamada bilinmez üzerinde bir çatlak oluşmuş. Bu nedenle de taş ocağında öylece bırakılmış.     

Dünyanın en büyük monoliti olduğu iddia edilen "taş":)
Fotoğrafına bakıp aldanmayın 20 m uzunluğunda 4.5 m yüksekliğinde.


Zamanın birinde Neil Armstrong’un da yolu Bekaa Vadisi’ne düşmüş. O da bizim gibi bu taşın üzerinde zamana karşı adımlar atarken çok heyecanlanmış. Duyduğuma göre Ay’dan sonra en etkilendiği yürüyüş buymuş:) Şimdi “Armstrong da nereden çıktı?” demeyin. Dünya’da bu mukayeseyi yapabilecek Ay’a gitmiş kaç kişi var oldu? :))Hiç bir zaman Ay’a gidemeyeceğimi varsayarsak (ki ne yazık ki öyle) binlerce yıllık bu monolitteki her attığım adım Ay’da atılmış bir adım sayılır :) Şaka bir tarafa bu anekdot hoşuma gidiyor. Ama  kutsal olmaya teğet geçmiş bir tapınak parçasının zamana boyun eğmeyip hala varlığını sürdürmesi ve aynı zamanda kendi başına şöhret olup ziyaretçilerine farklı duygular yaşatması daha da hoşuma gidiyor :)

Taş ocağının girişinde küçük bir hediyelik eşya mağazası bulunuyor.
Burada yer alan anı defterine "biz de buradaydık" yazmayı ihmal etmiyoruz :
)
Güneşe adanmış bir kent: Baalbek...

Yeni rotamız birçok gezginin Lübnan'a gelme nedeni olan Baalbek. Bir insanı en çok ne heyecanlandırabilir? Baalbek'in adı bile bende heyecan yaratıyor. Roma İmparatorluğu geçtiği her yerde kendinden öylesine izler bırakmış ki heyecanlanmamak elde değil. Yazının başında da ifade ettiğim gibi Baalbek, Beyrut'a 85 km kadar uzaklıkta. Ancak burayı görmek için çok daha uzun mesafeleri katetmeye değer. 


Baalbek...
Sağ tarafta Jupiter, sol tarafta Baküs tapınakları görülüyor
.
 
Baalbek'ten bir Roma kenti diye söz etsek de tarihsel serüveni oldukça erken dönemlerden başlıyor. Bu noktada şehre adını veren Ba'al'den başlamak gerek. Ba'al aslında bildik özelliklere sahip bir fırtına tanrısı. Birçok kaynakta yanlış olarak "tanrıça" diye geçse de Ba'al eril bir tanrı ve eşi Belit de daha çok toprağın bereketini sembolize eden bir tanrıça. Samiler uzun yıllar Ba'al ve Belit çiftine tapınmışlar ve bahsi geçen bu bölgede Ba'al'e adanmış tapınaklar inşa etmişler. Ba'al bu bölgede öylesine yaygın bir kült ki Yahudi peygamberler de bu tapınımları kutsal kabul etmiş; zaman içinde Yahve'nin tanrısal biçimi Baal'in tanrısal biçiminin yerine geçmiş. Konuyu yeterince dağıttıktan sonra yeniden Ba'al'e dönecek olursak: Bazı durumlarda özellikle toprak dinlerinin ortaya çıkmasına bağlı olarak gök tanrılar ilk baştaki işlevini yitirip atmosfer ve fırtına tanrısı olarak yeniden güncellik kazanır. Birçok durumda gök tanrının yerini güneş tanrısına bıraktığı görülür. İşte Ba'al zaman içinde kendini güncelleyerek güneş tanrı olanlardan. Güneş, toprak üzerindeki bereketin dağıtıcısı ve yaşamın koruyucusu olarak Ba'al'e atfedilmiştir. *  



Arkamda görülen ve Baalbek'in sembolü durumundaki altı sütun 
Jupiter tapınağının kalıntılarından.
Jupiter Roma Pantehonu'nun en eski ve en önemli tanrısı.
Roma inancında Jupiter gök, gün ışığı, yıldırım gibi doğa olaylarına hükmeden tanrı.
Bu bölgede yerel inanç Ba'al ile örtüşen, 

gün ışığına hükmeden konumuyla güneşi simgeleyen yönü öne çıkarılmış. 

Roma İmparatorluğu çağında imparatorlar kendilerini baştanrı Jupiter'le ilişkilendirmeye özen gösterirdi. Bu kişisel saygınlık ve sosyolojik algı için bir ihtiyaç gibiydi. Buradan hareketle ele geçirilen taşra kentlerine ve yeni uzak ülkelere biri Jupiter olmak üzere Roma'daki Capitol örneğinde olduğu gibi üçlü tapınak kurmak bir gelenekti. Uygulamanın amacı Jupiter'e imparatorluk tanrısı olarak resmiyet kazandırmak ve mimari yoluyla imparatorluğun gücünü, zenginliğini, ihtişamını görünür hale getirmekti.
Roma, Baalbek'te bu üçlü tapınımı Jupiter, Venüs ve Baküs'e adadığı kutsal mekanlarla gerçekleştirdi.
Resim: http://antikforever.com/Syrie-Palestine/Phenicien%20Cananeen/baalbek.htm
Baalbek'teki yapı kompleksinin rekonstrüksiyonu.
Burada üçlü sistemi oluşturan iki yapı görülüyor : Jupiter ve Baküs.
Rekonstrüksiyonda biraz daha dışarıda kalan Venüs Tapınağı'na yer verilmemiş.
Roma, Akdeniz'in bu bölgesinde hakimiyetini kurduğu sırada inşaat faaliyetleri de başladı. Engebeli arazi üzerinde yer alan devasa tapınak kompleksinin tamamlanması tam 250 yıl sürdü. Kısaca Nero'dan Trajan'a, Antoninus Pius'tan Septimus Severus'a birçok imparator Baalbek'e yeni bir yapı eklenmesine vesile oldu demek en doğrusu. 
Görkemli Jupiter Tapınağı 12,5 metre gibi göz kamaştıran boyutlarda bir podyumun üzerinde konumlandırıldı. Jupiter Tapınağı 115,8 metrelik kare bir foruma bakıyordu; bu kare forum ise 58,5 metre genişliğinde altıgen bir ön avluya açılıyordu. Bitişikteki Baküs Tapınağı ise tamamlandığında iç mekanındaki (sella) yoğun bezemelerle dikkat çekmekteydi.  
Sağda Baküs, solda Jupiter tapınağı.
Baalbek'teki bu kutsal mekanları diğer Roma yapılarından ayıran en önemli özelliklere gelince...Bekaa Vadisi gibi imparatorluğun uzak köşelerinde Roma mimarlığı farklı tasarımlara yöneldi. Geç Roma mimarlığında mimari formlar daha büyük, daha gösterişli ve biçim açısından oldukça karmaşık hale geldi. Mimarlık tarihçileri tarafından bunun en çarpıcı tasarımı olarak Baalbek gösterilmektedir. Burada Roma'nın karakteristik sadeliği yerini taşın plastik sınırlarını aşmaya çabalayan uygulamalara bıraktı. O kadar ki bazı uzmanlar Baalbek'i tanımlarken kullanılabilecek en uygun terimin 17. yüzyılda ortaya çıkan "Barok" olduğunu ifade etmektedir. **


Jupiter Tapınağı

Jupiter Tapınağı'nın altıgen ön avlusundan detay. 
                       Fotoğrafın sağında meşhur pembe granit sütunlardan biri kadrajı zorluyor:)
               Bizans imparatoru Justinianus'un, Ayasofya'nın yapımı sırasında
                  dört adet granit sütunu buradaki Jupiter tapınağından getirttiği rivayet olunur. 
Baküs Tapınağı
Baalbek'in popülerliğinin en önemli kaynaklarından biri.
Zira kendisi çağımıza ulaşmış en iyi durumdaki Roma Tapınağı
!
Gezi grubumuz:)
Fonda Baküs Tapınağı, Jupiter Tapınağı'nın podyumundan :)
Hava çok soğuk olduğu için sarıp sarmalanmış durumdayız.
Karlı doruklardan esen buz gibi rüzgar vadiyi doldurmuş bizi de dondurmuş bulunmakta :)
Baküs Tapınağı'ndan duvar  mozaiği 
 Baküs Tapınağı'nı çevreleyen sütun dizisi (Peristil/Peristylos) ve ante duvarları.
Orijinal üst örtüyü görüyoruz; 
zamanımıza ulaşan her Roma tapınağına nasip olmayan bir ayrıcalık.
Baküs Tapınağı peristilin üst örtüsünden yere düşen kabartmadan detay.
Bu kabartmadaki kadın figürünün Kleopatra olduğuna ilişkin bir inanış var.
Muhtemelen bunun nedeni figüre dolanmış yılan betimlemesi. 
 Roma egemenliği altında en parlak günlerini yaşayan Baalbek, Hz Ömer zamanında İslam'la tanıştı. Emevi , Memlük gibi İslam devletlerinin kontrolünde kaldı. Bu nedenle kültür sitesi içinde farklı inanışların renklerini yakalamak mümkün. 
Baalbek en büyük yıkımı 1260'ta Moğol İstilası ile yaşadı. Bu tarihten sonra adeta unutuldu. 18. yüzyılda artan seyahat olanakları sayesinde Batılı seyyahların dikkatini çekmeye başladı. 1898 Kasım'ında Alman İmparator Kaiser Wilhelm Hicaz Demiryolu'yla Kudüs'e seyahat ederken Baalbek'i ziyaret etti. Wilhelm, buraya derhal bir araştırma ekibi yolladı; ekipte iki de arkeolog bulunuyordu. Böylece yüzyıllarca suskun kalmış şehir gün ışığına çıkmaya başladı. Savaş sonrası Lübnan'ın Fransız kontrolüne geçmesiyle kazıları da Fransız arkeologlar devam ettirdi. Baalbek 1984 yılından beri UNESCO kültür mirası listesinde. 

Baküs Tapınağı iç mekanında II. Abdülhamit'in, Kaiser Wilhelm'in ziyaretinin anısına yaptırdığı mermer plakalar.
Plakalar Osmanlı Türkçesi (Osmanlıca) ve Almanca olarak hazırlanmış.  



Baküs Tapınağı giriş cephesi
Baalbek'teki üç kutsal tapınaktan Venüs'e adanmış olanı.
Esasen beşgen olan yapı kabaca bir yuvarlak plana sahipmiş gibi algılanabilir.
Mimarlık tarihçileri Venüs  Tapınağı'nı taşıyıcılarla düzenlenmiş bir yapıdan ziyade,
kalıba dökülmüş bir heykel gibi ele alındığını belirmekte.
Günümüze tam olarak gelememiş olsa da orijinal durumunu gösteren bir çizim ya da maket yakınlarına konulsa ziyaretçilerine daha çok şey anlatabileceği kanaatindeyim.
Duy beni Lübnanlı yetkili :)
 

Bir Emevi şehri Anjar...

Zaman içindeki gezintimize yine Bekaa Vadisi'nde ama bu sefer Anjar'da devam ediyoruz. Anjar günümüzde küçük bir Ermeni kasabası. Zorunlu göç sırasında Anadolu'dan ayrılan birkaç bin Ermeni buraya yerleştirilmiş. Böylece modern zamanlardaki demografisi oluşmuş. Şehrin tarih sahnesine çıkması ise 8. yüzyılda Emeviler tarafından gerçekleşiyor. Emevi Hanedanı bu bereketli topraklara dev bir saray kurdu. Şehir bu sarayın etrafında şekillendi.  

        Emevi dönemi mimarisi dini yapıları kadar saray mimarisiyle de ön plana çıkmaktadır. 
       Bu sarayların En ünlüleri Ürdün'deki Kuseyr Amra ve Meşatta'dır.
Anjar, Emevi kent mimarisinin izlenebileceği dünya üzerindeki tek örnek. Dolayısıyla aynı zamanda bir erken İslam kentiyle de karşı karşıya kalıyorsunuz. 8. yüzyılda bu bölge bir ticaret merkezi. Daha doğrusu dönemin ticari kalbi Şam ile diğer bölgeleri bağlayan hayati bir nokta.  
Büyük bir dikdörtgen olan şehir, iki geniş cadde çevresinde kök salmış. Emevi çarşılarında dolaşıyoruz aslında. Biri büyük diğeri küçük olmak üzere iki saray yapısı bulunuyor. Ancak saray restorasyonu gerçekten hayal kırıklığı yaratıyor. Bu bakımdan "iyi ki Baalbek olduğu gibi çağımıza ulaşmış" diye söylenmeden duramıyorum. 
Anjar / Saray detay
Gözümüz bir dini yapı arasa da şehrin camisinin ancak izleri karşımıza çıkıyor. Tarihin içinde başımız dönerken küçük bir hamam yapısı ilgimizi çekiyor. Çağdaşı olan birçok kent gibi temel güvenlik unsuru olarak surla çevrelenmiş; günümüzde sur duvarı temel seviyesinde.  
Soğuk nedeniyle Anjar'da fire vermiş durumdayız:)

Lübnan Dağı ve Anjar 
Anjar, tur otobüsü ahalisinin genelinde pek övgüye değer bulunmuyor. Ben bunu daha öncesinde Baalbek'e gidilmiş olmasına veriyorum:) Zira böylesi nadide bir kültür sitesine kulp takılmasını normal bulmuyorum!
Buna karşılık Anjar'da herkesi memnun eden en önemli şey yine alışveriş oluyor:) Kentin girişindeki dükkandan küçük anı eşyaları ve gümüş takılar bulabilirsiniz. Burası hediyelik eşya almak açısından benim bütün Lübnan'da gördüğüm en keyifli yer:) Byblos'ta edindiğim olumsuz esnaf intibasını Anadolu kökenli Ermeni mağaza sahipleri bertaraf ediyor:)

Bekaa Vadisi'nden yol boyu Hicaz Demiryolu'nun kalıntılarını, çingene çadırlarını, değişik mimari denemelerle inşaa edilen kiliseleri, Filistin kamplarını, Hizbullah askerlerini aracımızdan izleyerek Beyrut'a doğru yol alıyoruz.


Yeniden Beyrut...

Son günümüzü yeniden efsane şehir Beyrut'a hibe etmek niyetindeyiz. Ben bu doğrultuda günlerdir yaptığım planı devreye sokuyorum:) Ne olursa olsun bir yeri layıkıyla keşfetmek arzusu taşıyorsanız yürümeniz gerekir. Hele söz konusu bir şehirse! İşte ben de kaç gündür otobüsle sağa sola giderken yürüme mesafelerini, mekanları, yolları inceliyorum:) Hesabım şehirde ayaklarım şişene kadar dolaşmak:) 


                                                         Şehitler Anıtı
           Şehitler Anıtı Osmanlı'ya karşı çıkan isyan sonucunda ölenlerin anısına yapılmış. 
                     Bu anıtın bulunduğu meydanda binden fazla isyancı idam edilmiş. 
Günümüzde şehrin bu alanı Şehitler Meydanı (Place Des Martyrs) olarak isimlendiriliyor. 
İç savaş sırasında oldukça tahrip olan heykelin restorasyonunda bu tahribatın büyük ölçüde korunduğu görülüyor.
Üzerindeki kurşun delikleri ve kayıp parçalarıyla adeta kendiliğinden "İç Savaş Anıtı" na dönüşmüş gibi. 


Son günümüz olmasında ötürü olsa gerek günlerdir süren yağışlı hava yerini parlak bir gökyüzüne bırakıyor:) Yaya şehir turumuza Şehitler Anıtı'ndan başlıyoruz. Şehitler Anıtı Beyrut'un sembol yapılarından biri ve şehrin en merkezi konumunda yer alıyor. 
  
Beyrut Marina / Zaitunay Bay 
Beyrut Marina da yürüme yolumuzun üzerinde. Keyifli vakit geçirilebilecek birçok mekana ev sahipliği yapıyor. Kaliteli ve güzel mekanlar; bir akşam yemeğimizi burada almadığımıza pişman oluyoruz:) 
Günün bu vaktinde plates yapan, yürüyüş yapan, bizim gibi keşif yapan herkese rastlamak mümkün. 

Tabi ki Zaitunay Bay'de biz de mola verdik:) 
Bu vesileyle Lübnan'da en çok tükettiğimiz içecek Almaza'yı tanıtmayı bir borç bilirim:)
Almaza, içimi güzel her yerde ısrarla istenen bir bira:) 
Pilsener, light ve almaza pure malt olmak üzere üç çeşidi bulunuyor. Muhakkak içilesi:)

Denizi gözden kaybetmeden caddeleri arşınlarken ilgimizi çeken her yere uğruyoruz. Yepyeni yüksek yapılar arasında sedef kakmalı kutular gibi gözüken kiliseler, tarihi camiler, anıtlar yolumuzu kesiyor. Vaktimizin elverdiği kadarıyla hepsine ilgiyle yaklaşıyoruz. 

14 Şubat 2005 tarihinde suikast sonucu öldürülen Başbakan Refik Hariri anısına yapılmış anıt. Anıtın bulunduğu alan suikastın gerçekleştiği kavşağa çok yakın. 
Burada sürekli nöbet tutan bir asker bulunuyor.
Yer yer şehrin acı hatıraları da önümüze çıkıyor. 2005 yılında 1000 ton TNT ile yaşamını yitiren Başbakan Refik Hariri ve beraberindekileri anımsatan yapılar bunların arasında. Suikastı temsilen iki anıt dikilmiş. Bunlardan ilki Hariri için özel bir alanda yapılmış olan Hariri'nin heykelinin de bulunduğu bir anıt. Diğeri ise tam patlamanın gerçekleştiği kavşakta yer alıyor.

     St. George Oteli
Refik Hariri'nin ve birçok insanın ölümüne yol açan suikastın gerçekleştiği kavşak bu otelin önünde yer alıyor. St. George Oteli de patlama sırasında ciddi hasar görmüş; o gün bugündür de hiç el sürülmemiş. Üzerindeki "Stop Solidere" afişine gelince; bu da Hariri ile ilgili aslında. Hariri öldüğünde dünyanın sayılı zenginleri arasında gösterilmekteydi. Servetinin en önemli kısmını da Beyrut'un yeniden imarından elde etmişti. Suikastın ardından sahibi olduğu şirket bu binayı da alıp inşa etmek istemiş ve hala da istiyor. İşte "Stop Solidere" buradan çıkıyor. Şirketin adı Solidere ve Beyrut'ta bu isimde bir semt bile bulunuyor. Şirket afişi indirdikçe, Solider'e "dur" diyenler tarafından inatla yeniden asılıyor. E bence de "Stop Solidere" :) 

Arada bir daldığımız ara sokaklarda İç Savaş'ın hüzünleriyle yüz yüze geliyoruz. Fazla olmasa da top mermisi ile harabeye dönmüş, üzerindeki kurşun delikleriyle bugün artık virane bile olsa zarafetini yitirmemiş efsane "Eski Beyrut" yapıları. Günlerdir dolaştığımız şehrin soluğunu daha bir yüzümüzde hissediyoruz şimdi. Şehir zihnimize nüfuz ediyor. Artık onu daha iyi anlıyoruz. 


"Corniche Manara" Beyrut'un Kordon'u
Böyle sakin göründüğüne aldanmayın güneşin etkisini yitirmesiyle kalabalık artıyor. Kimi bankları işgal ederken, kimi patenini, kimi yürüyüş pabuçlarını alıp geliyor. Bu arada Beyrut'un bu bölgesi emlak fiyatlarıyla el yakıyormuş:) 

Ara sokaklarda marketler ve bakkalları kurcalıyoruz. Böylece buraya özgü sevdiğimiz şeylerden evimize götürme fırsatımız oluyor:) En çok aldıklarımız arasında Lübnan'a özgü lavaş benzeri ekmek ve falafel var:) Falafel bizim için tam bir sürpriz çünkü paketlenmiş falafel bulabileceğimiz aklımızdan bile geçmiyor:)) Zaten sonra Hamra Caddesi'ne dönüp en tanınmış falafelcide yemek molası veriyoruz:)
Hamra Caddesi'nde geçirdiğimiz gezinme, yeme-içme, alışveriş dolu anlardan sonra hava alanına doğru yola çıkıyoruz. Dilimizde "keşke birkaç günümüz daha olsa" diyerek:) 


Faydalı Bilgiler...

Bu kadar övgüye layık bulduğum seyahatten bazı detayları paylaşmak istiyorum. Gitmeden otellerle ilgili çok eleştiriye rastlamıştım ve doğrusu çok şaşırmıştım. Biz Coral Suits Hamra'da kaldık. Merkezi, temiz ve kahvaltıları nefis:)Yanında bir de balo salonu bulunuyor; bu sayede ilk gün bir Lübnan düğününe kısa bir süre misafir bile olduk:)
Sazlı sözlü Beyrut gece hayatına da katıldık. Tur rehberimizle gittiğimiz mekan oldukça ilginçti. Yemekler, mezeler çoğu yerde rastladığımız gibi çok iyiydi. Şarkılarla coştuk, dansözle eğlendik. İçeride nargile içilebiliyor bu nedenle ortamı sis basmış gibiydi:) Her kesimden insanı bir arada eğlenirken görme şansımız oldu. Ağır abiler, dekoltesiyle göz dolduran kadınlar, eşarplı eşiyle eğlenen adamlar,... Farklı bir ortama sahip. Biz de oldukça eğlendik doğrusu:)
Lübnan mutfağı genel Türk damak tadına çok uygun bu nedenle "aç kalırım" diye korkmayın. Çok beğendiğimiz bir tat olarak Downtown'ta Al Balad'in özel kebabını tavsiye edebilirim. Görünümü içli köfteye benziyor ama çok farklı!!Al Balad'i de Downtown'da bulmak çok kolay:) Mezelerden öyle çok bahsettim ki artık diğer iki yazıya bakmanızı rica edeceğim:) En sevmediğim restorana gelince Bekaa Vadisi'nde yemek yediğimiz Nabaa Anjar. Tüm Orta Doğu'da yediğim en başarısız et ürünlerini denedim ne yazık ki. Mezeler ve çalışanlar da bir problem yoktu ama işte...Ve tabi falafel :) Falafel için Hamra Caddesi'ndeki iki ünlü mekandan birini tercih ediniz:) 
Alışveriş için şu ana kadar hiç söz etmediğim bir öneri sunuyorum:Zahter! Aktarlardan edinebilirsiniz. Lübnan'da zahter poğaçaya da katılıyor, salataya da...
Güvenlikle ilgili soru işaretleriniz olabilir. Biz gece kendi başımıza çıktığımız ve oldukça geç saatte döndüğümüz zamanlar da dahil hiç sorun yaşamadık. Yalnız araba kiralayacaksanız dikkat! Çok sık kaza oluyor. Hele şehir dışında ters yöne girmiş araçlar bile yoluna devam edebiliyor... 
Mevsim ne olursa olsun aldanmayın, kalın şeyleri valizinize koymayı unutmayın:) 
Son olarak Lübnan, Türkiye'ye vize uygulamıyor.

Son söz...

Benim içinden geçtiğim Lübnan böyle bir yerdi. Yaşadığım tecrübeyi bazen hissi, bazen fazla detaylı anlatmış ama yine de eksik kalmış olabilirim... 
Hiç şüphe yok ki Şehrazad ben olsam, Binbir Gece Masalları hiç bitmez Şehriyar da şuurunu kaybederdi:)*** 
Son olarak neresi olursa olsun gittiğiniz her yerin size öğretecek bir şeyi mutlaka vardır! Tadını çıkarın:)

Not: "Tüm zamanların Venüs'ü / İlk tanışma" başlığıyla konuyla ilgili ilk yazıya; "Tüm zamanların Venüs'ü / Jeita Grotto, Harissa, Byblos" başlığından da konuyla ilgili ikinci yazıya ulaşmak mümkündür.  


*Konuyla ilgili okuma önerisi: Mircae Eliade/ Dinler Tarihine Giriş. Kitap oldukça kapsamlı ancak biraz konuya hakimiyet gerektiriyor. 

**Leland M. Roth/ Mimarlığın Öyküsü. 
***Binbir Gece Masalları'nın iki önemli kahramanı. Binbir Gece Masalları Şehrazad'ın hükümdar kocası Şehriyar'a anlattığı hikayelerin tamamından oluşur.