26 Eylül 2013 Perşembe

Tüm zamanların Venüs'ü Beyrut / Jeita Grotto, Harissa, Byblos


Lübnanlı yazılar bölümünün ikinci kısmını açmış bulunuyorum…Lafı fazla uzatmadan konuya direk giriş yapıyorum :)
Beyrut’a geldiğimiz andan itibaren meteorolojiyle aramız bir türlü düzelmiyor. Hava tıpkı İstanbul gibi sabah güneş odanıza dolarken sokağa adım attığınız sıra birden yağmur başlayıveriyor. Baharın cilvelerine alışkın olduğumuz için hazırlıklıyız. İkinci günümüze gayet sağanak bir biçimde başlıyoruz.  Yine de moralimiz bozulmuyor, galiba çok iyimseriz :)

Üst resimde Jeita Grotto'nun "alt mağara" bölümü görülüyor.
Fotoğraf  çekmek yasak bu nedenle aldığım kartpostallardan bir örnek :)
Altta bulunan resim Jounieh'nin Kutsal Bakiresi'nin tam dibinden tarafımdan çekildi :)
Günün ilk durağı dünyaca ünlü bir mağara olan Jeita Grotto (yani Jeita Mağarası).  Burası Lübnan için gerçekten çok popüler bir turistik alan. Beyrut’a pek uzak değil. Kısa bir araba yolculuğunun ardından Jeita’nın da içinde bulunduğu Nahr al-Kalb bölgesine ulaşıyoruz. Daha sonra rengarenk bir teleferiğe binip yağmur nedeniyle iyice kuduran bir nehir üzerinden mağaranın bulunduğu alana geliyoruz. Yemyeşil bir vadinin ortasında buluyoruz kendimizi. Kısa bir bekleyişten sonra biletlerimize kavuşuyoruz. Rehberimiz sıkı sıkı tembihliyor “sakın biletleri kaybetmeyin alt mağaraya girerken ihtiyacınız olacak” şeklinde.  

Sağ taraftaki "ıslak" fotoğrafta üzerinden geçtiğimiz Nahr al-Kalb Nehri ve yanımızdan geçen teleferik görünmeli ama görünmüyor:) Nahr al-Kalb Nehri Beyrut'un su kaynağı.
 Solda ben varım kırmızı teleferikte:) Kısacık mesafeyi bile cazip hale getirmek için teleferik yapmışlar. Turistik ama güzel  hareketler bunlar :)
Jeita Grotto'ya açılan kapının anahtarı :) Biletin üzerindeki rakam Lübnan Lirası olarak gösterilmiş. Bu ücret 12 doları biraz aşan bir para ediyor. 
Jeita Grotto'nun bulunduğu vadi. Şehir merkezine çok yakın bir mesafede olduğuna inanası gelmiyor insanın :)
Burada restoran, kafe, hediyelik eşya mağazaları, otopark gibi ziyaretçileri mutlu eden mekanlar bulmak mümkün. Sağ tarafta bilet gişeleri yer alıyor.
 
Şansımıza mevsim normallerinin altında seyreden, yağışlı hava nedeniyle üşüyoruz:)
Üst mağaranın girişi, tam arkamdan mağaraya girilen tünel başlıyor .
İçinde fotoğraf  çekme olanağımız olmadığından dışında bu hevesimizi alıyoruz:)
Aslına bakarsanız ben bu doğal oluşumlu mağaraların çok müptelası sayılmam. Daha doğrusu birinci dereceden ilgi alanım değildir. Bu nedenle anlatacaklarımı son derece tarafsız biçimde kelimelere döktüğüne emin olunabilir :) Jeita Grotto, birçok ödül almış, hatta birkaç yıl önce modern dünyanın 7 harikası seçilirken de aday olmuş bir mağara. Sonuçta ilk 7 içinde yer alamasa da (ki zaten bu tip oylamalarda yalnızca “harika” olmak yetmez!) en iyi 14 içine girebilmeyi başarmış. Dolayısıyla hakkında onlarca görsel, makale, video,…bulmak mümkün. Ben bunları incelemiş olmama rağmen temkinli olmayı seçiyorum; bunca övgünün, olağanüstülüğün büyük kısmının abartı olduğuna dair düşünceler geliştiriyorum. Tünelvari bir alandan geçip mağaraya ulaşıyorsunuz. Gerisi bir “mümkün değil”ler silsilesi halinde gelişiyor:) En azından benim açımdan. Etrafınızdakileri duyamaz oluyorsunuz, bambaşka, tarifle imkansız bir yerdesiniz...Dünyanın en uhrevi yapısına girmiş gibi ya da filmlerde rastlanılan türden kabartmalı bir masal kitabında kaybolmuş gibi ya da belki bütün galaksiyi dolaşıyormuş gibi…

Jeita Grotto'nun kartpostal hallerinden biri.
 Fotoğraflarda ya da filmlerde gerçekten çok güzel görüntüler sunuyor uygun koşullarda.  Ne yazık ki içerisindeyken 5 duyunuzu saran "şeyi" tanımlamaya yetersiz bütün bunlar :)
 
Dünyanın bu bölgesine Osmanlı hükmederken Jeita Grotto da mühimmat deposu olarak işlevlendirilmiş. Jeita'ya iflah olmaz bir aşkla tutulurken bu bilginin dehşet vericiliği beni yakalıyor. Osmanlı’nın çeşitli uygarlıklara ait mühimmat depoları arasından sağlam çıkamayanları düşündükçe buranın hala varlığını sürdürebilmesi gerçekten şans. Tabi bir de iç savaş faktörü var. İç savaş sırasında Jeita sığınak olarak kullanılmış; hatta bombardıman altında kaldığı bile olmuş. 

Jeita Grotto’da fotoğraf çekmek yasak. Genelde birçok yerde isyan ettiğim ve uymadığım bir uygulama olmasına karşın Jeita’da bu yasağa baş kaldırmaya hiç yeltenmedim. Bunun öncelikli nedeni teknik olanaksızlıklar; böyle bir yerde iyi fotoğraf için salt elinizdeki makineye güvenemezsiniz daha fazla ekipman gerekir. İkinci olarak çok kısa aralıklarla görevli var ve yakalanırsanız bu sihirli yerden sizi atıyor. Son olarak zaten öylesine Jeita’yla meşgul oluyorsunuz ki başka her şey size gereksiz geliyor  :)     
İşte Aşağı Jeita'ya yolcularını götüren oyuncak :)
 Aşağı mağarayı da gezdikten sonra sizi yeniden yukarı çıkartıyor:)
Arkaya doğru bir sürü vagonu bulunmakta:)
Kocaman kocaman insanlar en güzel yere oturma telaşında :)
Belki çok yeni ve muazzam bir fikir değil ama turisti hoş tutan, ilgisini sürekli muhafaza etmesini sağlayan uygulamalar.
 
Son vagona atlayıverdik:) Fotoğrafta sevgili kardeşim Pınar Bora gülümsemekte :) 
Park halinde tren bulduk fotoğraflarımıza malzeme yaptık:) 
Üst Jeita’dan çıktığımızda büyülenmiş gibiyiz. Büyük ünlemli, iç geçirmeli, bol hararetli konuşmalar yapıyoruz :) Ana fikir “iyi ki gelmişiz”.  Geçici bir hipnoz hali gibi etraftaki hediyelik eşya mağazalarına bile yüz vermiyoruz :)
Bu arada alt Jeita’ya ulaşmak için bir çizgi filmden fırlamış gibi görünen harikulade bir trene biniyoruz :)
Jeita Grotto'da iç mekana çok özenildiği gerek aydınlatmadan, gerek yürüyüş yollarından fazlasıyla anlaşılıyor. Aynı şekilde mağaranın dışına da ihtimam gösterilmiş. 
Akdeniz'in yanıbaşında bir vadi olarak doğal güzelliği  zaten yeteri kadar dikkat ekici, yine de peyzaj uygulamaları ve çevre düzenlemesi ihmal edilmemiş. 
 Bu heykel de  Jeita'nın girişine yakın bir noktada yer alıyor. Lübnanlı ünlü heykeltıraş Tony Farah imzası taşıyan heykelin adı "Zamanın Koruyucusu". 
Jeita Grotto alt mağara, 
Suya para atıp dileklerinizi Jeita'ya iletebilirsiniz:) 
Biz o uygulamayı üst Jeita'da daha minik göletlere yaptığımızdan bu bölgede yinelemedik:) 
Burada sular yüksek ama üst Jeita'da her ülkeden dilek parası görmeniz olası :) 
Jeita'nın ilk keşfedilişi hakkında türlü rivayet mevcut. Bu rivayetlerden en kabul göreni 19. yüzyılın  başında Amerikalı misyoner rahipler tarafından bulunduğu yönünde. 20. yüzyılın ortalarından itibaren Lübnanlı mağara bilimcilerin de buraya el atmasıyla Jeita ile ilgili kazılar ve araştırmalar artmış. 
Günümüzde, yılda ortalama 300000 turist Jeita'yı görmeye geliyormuş. 

Alt Jeita’ta da başka bir deneyim yaşıyoruz. Küçük gruplar halinde 5-6 kişilik botlara biniyoruz. Elektrikle çalışan bu botlarla mağaranın içini geziyorsunuz. Botu kullanan görevli artık aklına hangi dil gelirse ara ara “başınızı eğin” uyarısında bulunuyor; öyle dar geçitlerden geçiyoruz. Kendimi Charlie’nin Çikolata Fabrikası’nda gibi hissediyorum. Buradan ayrılırken Dünya üzerinde böyle bir yer olmasının mucizevi bir durum olduğuna ikna olmuş ve Jeita’nın kesinlikle “harikalar diyarı” olduğuna kalpten inananlara katılmış durumdayım :) 


 Harissa Tepesi’nden Akdeniz…

Jounieh Körfezi ve uçsuz bucaksız Akdeniz’i görebileceğimiz kutsal Harissa Tepesi’ne de yine ıslak bir havada gidiyoruz :) Harissa, Beyrut’a 20 km mesafede bir dağ köyü. Karayoluyla gitmek ya da teleferikle ulaşmak mümkün. Biz karayolu ile gidip, teleferikle tepeden indiğimiz için ikisini de denemiş oluyoruz.
Önce arabayla çıkmamıza bozuluyorum doğrusu ama yol kıvrıla kıvrıla heykele doğru yaklaştıkça yol kenarlarına belli aralıklarla yerleştirilmiş küçük Bakire Meryem heykelcikleri ve ona sunulan çiçekleri, takıları, haçları gördükçe gözlerim daha bir kocaman açılıyor. Bir haç yolu ritüeline şahit oluyorum sonuçta :) Ve bu şiddetle merakımı cezbeden bir şey:) 

Harissa deniz seviyesinden yaklaşık 700 metre yukarıda yer alıyor.
Harissa, Lübnan’daki haç noktalarından bir tanesi. Burayı Hıristiyan hacılar için en önemli yapan şey 1908 yılında açılışı yapılan sarmal bir kaidenin üzerinde 15 ton ağırlığı ile Lübnan’ı izleyen Meryem Ana heykeli.

Lübnan'da "Our Lady of Lebanon" ya da
"Notre Dame du Liban" olarak hitap edilen Bakire Meryem heykeli.
Sarmal kaidesi 20 m, heykelin kendisi de 8 m olan bronz heykel Lyon'da dökülmüş ve deniz yoluyla Jounieh'ye getirilmiş. Heykelin limandan Harissa'ya sağ salim taşınması çok uzun zaman almış. 
Meryem Ana ya da Bakire Meryem, Lübnan’ın koruyucu azizesi. Sarmal kaidenin içinde küçük bir de şapel bulunuyor. Ayrıca hem hacılar hem de turistler kaideyi tırmanıp heykele ulaşabiliyor.  Hıristiyanlar için kutsal olan bu alanda başka kiliseler de yer alıyor. Kiliseler aktif olarak kullanılıyor ve bu da her an nikah ya da vaftiz gibi bir törene iştirak etmenizi kaçınılmaz hale getiriyor. 

Harissa'da yeni kilise inşaatı ;tasarımı alışılmışın dışında.
Özellikle Beyrut'ta ve yakın çevresinde imar faaliyetleri yoğun biçimde sürüyor.  Yağmura karşılık inşaatlar nedeniyle ortalık çamura ya da toza bulanmıyor. Bütün Beyrut'ta dikkatimizi çeken başka bir noktaya değinmek isterim şehir çok temiz. Yerlerde bir tek izmarite bile rastlamadık:)



St. Paul Bazilikası, Bizans formuyla tipik bir Doğu kilisesi.
Bizans mimarisi etkileri görülmekle beraber St. Paul Bazilikası, 

Melkite Yunan Katolik Kilisesi'ne bağlı.
Harissa'da birçok mezhebe ait kilise, manastır,
Papalık Büyük Elçiliği gibi ciddi dini kurumlar bulunmakta.
Papa II. Jean Paul ve Papa XVI. Bedenict de geçtiğimiz yıllarda burayı ziyaret etmiş. Bu ziyaretlerle Hıristiyan dünyası için Harissa 

hem daha popüler hem de daha ulvi bir konuma erişmiş:)

Fonda Jounieh önde Pinarbo:)
Bakire Meryem'in eteklerinden taaa uzakta Beyrut :) 
Hava daha aydınlık olsaydı hiç kuşkusuz daha net bir Beyrut olacaktı :)
Jounieh Körfezi
Kaideyi dolanıyorum :) Tırmanıyorum demek daha doğru:)
Harissa benim açımdan kesinlikle Beyrut ziyaretinde görülmesi gereken bir yer. Tur programımız içinde olmasaydı da gidip görmeyi kafama koymuştum yani :) Burada hacılar ve turistler için Harissa’yı anımsatan çeşitli objeler alabileceğiniz birçok dükkan bulunuyor. Hıristiyan kutsal kişileri ve ağırlıklı olarak da Bakire Meryem’ı betimleyen heykelcikler, haçlar,  takılar, sarmal kaidesiyle heykelin değişik boylarda modellerini bu mağazalardan edinebilirsiniz. 

Harissa'dan kutsal çağrışımlı hediyelikler...

Mum:) Mum:) Mum:)
Işık her dinde kutsaldır!

Harissa'ya veda vakti geldiğinde teleferiğe biniyoruz ve dünyanın en güzel manzaralarından birine dalıyoruz :) Oldukça yüksek bir noktadan teleferik sizi alıyor ağaçların içinden geçip sonsuz maviliğe... Teleferikte en şaşırtıcı nokta zaman zaman binaların arasında kalmak. O kadar ki bir evin balkonuna inmek an meselesi gibi bir hal alıyor:)
Tepeden inerken önce bu ilk bakışta pasta dilimi gibi gözüken fünikülere biniliyor. 
Bu araçla teleferiğe binilecek düzlük alana geliniyor:)
Teleferik Jounieh'ten Harissa'ya adeta bir uçan halı :)
Açık pencerelerden evlerin içini rahatlıkla görebilirsiniz :)Balkonun dışına perde takma geleneği bu coğrafyada çok yaygın; 
mahremiyetten mi güneşten korunmak için mi onu bilemiyorum.

Lezzetli şeyler…

Jounieh’den güzel anılarla ayrılırken tur şirketinin ayarladığı bir balıkçıda yemek molası veriyoruz. Yemeklerden ayrıca söz edeceğim ama çok deniz kokan bir gün olduğundan balıkları burada ortaya getirmek istedim. Bir kere Lübnan mutfağı kesinlikle çok iştah açıcı. Mezeydi, kebaptı, salataydı öyle sürüp gidiyor :) Ancak deniz ürünleri deyince sanıyorum ki Akdeniz’in bu bölgesi harikalar yaratıyor. Önceki yıllarda Lazkiye’de tattığım deniz ürünlerinin üzerine daha da iyisini yiyemem herhalde derken, Lübnan sahil kesimindeki balıkçıların da çok mükellef sofralara imza attığını öğrendim. İster havası, ister denizi, ister aşçısı, ister pişirme biçimi deyin (bir Vedat Milor olmadığımdan detaya inemiyorum :) ) muhakkak en az bir öğünü balıkçıda geçirmenizi öneririm :)

Öve öve bitirilemeyen balıklar:)

Kalamar deyip geçmeyin:) 
Biz çıkışta kalamarı överken masada yemeği unuttuğu için kahreden arkadaşlar oldu:)
Mezeler bu bölgenin olmazsa olmazı. Her sofrada muhakkak birkaç çeşit meze oluyor. 
Fotoğrafta görülen humus, en popülerler mezelerden.
 İstanbul ve Antakya'da da birçok yerde yapılıyor ama Suriye ve Lübnan mutfağındaki tartışmasız daha lezzetli.
Yine de benim mezelerden asıl favorim tabule :))



Taa daaa :) İşte bütün romanların kahramanı, bütün rakıların sultanı, 

rakı severlerin "efsane "  olduğundan kuşkulandığı Zahle rakısı :)
Arak
Kısaca şanına şöhretine yakışır bir rakı demek doğru olur. 
Arakla ilgili konuşmaya Zahle'de devam etmeyi planlayarak bu rakı sohbetini sonlandırıyorum:)
Yemek yediğimiz yer bir plajın restoranı. Hatta adı da White Beach. 
Normalde restoran olarak hizmet veriyor mu bilemiyorum ama beyaz taşlık çok güzel bir plaja sahip. Yemek boyunca manzarasını izlediğimiz sahili, yemeğin ardından yakından görme hevesine kapılıyoruz.

“Baldasarre’ın Cübeyl’i” Byblos…

Gezi rotamızın yeni uğrak yeri kadim Byblos ya da şimdiki adıyla Cübeyl. Burası Beyrut’a oldukça yakın küçük, sevimli bir liman kenti. Byblos’u ilgi çekici kılan ise tarihi geçmişi.  Yaklaşık 7000 yıldır kesintisiz insanların yaşadığı bir yer olarak, insanlık tarihinin en görmüş geçirmiş yeri demek daha doğru galiba. Geçmişi Neolitik döneme kadar uzanan Byblos, altın çağını Fenikeliler'le yaşamıştır. Bu dönemde Byblos Limanı aracılığıyla Mısır'la sedir, Akdeniz ve Karadeniz'deki diğer uygarlıklarla da papirüs ticareti yapılmaktaymış. Bu ticari ilişkiler sonunda Yunanlılar buraya Yunanca papirüs demek olan Byblos adını vermiş. Daha önceleri buraya Gubla denmekteymiş.
Byblos'un kültür tarihiyle ilişkisi papirüs ticaret değil elbette. Bir sesin bir harfe karşılık geldiği alfabe burada vücut bulmuş. Şu anda bu yazıyı yazabildiysem bunu Byblos'a borçluyum yani :)
Tahmin edilebileceği gibi günümüzde İngilizce'deki  "bible" (Kutsal Kitap) sözcüğü ve bundan türetilen "bibliothek"  gibi sözcükler de adını bu güzel şehirden almış. 


Byblos'ta Antik Liman hala kullanılıyor.


Byblos yaşadığı bütün zamanların izlerini taşıyor. Fenike, Haçlı, Memluk, Osmanlı ve bütün diğer antik kültürlerin soluğunu şehri adımlarken ensenizde hissediyorsunuz. Fenike Nekropolü, Haçlı Kalesi, Osmanlı Evi, Roma Tapınağı, Fenike Surları, Roma Tapınağı,... derken zaman uçup gidiyor. 
                                            Haçlı Kalesi'nin girişinden bir yapı.


Haçlı Kalesi'nden Fenike Surları 


Haçlı Kalesi ve Byblos
Kalenin içinde küçük bir de müze bulunuyor.

Yaslanmışım Roma'ya arkamda da Osmanlı :) 
Günün yorgunluğu üzerimizde:)



Osmanlı'dan Byblos'ta kalan son eve doğru...Yorgunuz ama tükenmedik:) 

Beyrut’a 35 km uzaklıkta bulunan Byblos bir sayfiye mekanı. Bu nedenle etrafta restoran, kafe gibi irili ufaklı işletme bulmak mümkün. Yaz mevsiminde nasıl hareketli bir yer olduğunu tahmin etmek hiç de zor değil. Biz serin bir bahar gününde buradayız ortalık çok sakin. İlginç biçimde ortalıkta turist de yok. Esasen buna çok seviniyorum. Koca bir otobüs dolusu insan Byblos'ta yok olmuş gibi. Özellikle Antik Byblos'u gezerken bir elin parmaklarını geçmiyoruz bile. Sonradan öğrendiğimize göre yakınlarda bir semt pazarı kurulmuş ve herkes alış-veriş telaşına düşmüş:) Sırası gelmişken Byblos'un çok hoş bir çarşısı bulunuyor. Dileyenler buradan eşe dosta hediyelik eşya, yöresel giysi ve envai çeşit baharat bulabilir. 
Tam bu noktada bir parantez açmak istiyorum. Çarşıda gezmek bile başlı başına bir keyif ancak esnafa aynı ölçüde sempati duyduğumu söyleyemem. Üzgünüm, Amin Maalouf'un gizemli bir kitabın peşinden ülkeleri dolaşan kahramanı Cübeyl'li tüccar Baldassare beni affetsin :) *
Bu küçük kasabadaki gençler de bir tuhaf :) Günün belirli zamanlarında meydanda kızlı erkekli yeni yetme gençler toplanıp kendi yaptıkları berbat bir müzik eşliğinde dans ediyor. Bunun nesi tuhaf :) Bu kendiliğinden gelişen bir eğlence değil, neredeyse turistik bir animasyon gibi...Günde 3-4 defa tekrarlanıyor. Bir dans ve eğlence görüntüsünden çok zorlama bir atraksiyon. Ortalık saçma bir kakafoniyle doluyor. Tam bir hengame ama uzun sürmüyor en azından!
Byblos çarşıdan kaleye geçerken kullanılan yolun girişinden detay


Byblos'ta sırf fosil satan bir sürü mağaza bulunuyor. Her bütçeye uygun fosil mevcut:) Neredeyse magnet fiyatına bir fosil sahibi olabilirsiniz :)



Çarşıdaki rengarenk dükkanlardan biri...



Kültürel farklılıkları yoğun olan yerler için söylenen çok klişe bir cümle vardır ya “ezan sesleriyle çan sesleri birbirine karışıyor”  diye, işte Byblos tam onlardan. Maruni Kiliseleri’nden yükselen Arapça dini tören sesleri Ezan’la harmanlanıyor. Buna bir uyum mu denmeli, yoksa her iki dini cemaat için kaçınılmazlık mı…Her ne sebeple olursa olsun binlerce yıllık sokaklarda kulakları dolduran bütün kutsal tınılar, şehrin “zaman durmuş” izlenimi veren atmosferini daha fazla vurguluyor sanki.  

                                   Gün batımında St. Jean Marc Kilisesi

Çok şey öğrendiğimiz, çok önyargıdan vazgeçtiğimiz, çok eğlendiğimiz, çok şaşırdığımız, çok yediğimiz bir Lübnan gününü daha geride bırakıyoruz. Bütün gezi dönüşleri gibi tatlı bir burukluk ve dehşet verici bir yorgunlukla Beyrut’a doğru yol alıyoruz…


Devamı var…

Bu yazıları yazmanın galiba en güzel tarafı yeniden yeniden aynı sokakları arşınlıyormuş gibi hissetmek. Beyrut seyahatinin ikinci anlatımı da şimdilik tamamlandı.  Devam yazısında meşhur Bekaa Vadisi’nin Baalbek’i, sazlı, sözlü Beyrut geceleri, yürüyerek keşfettiğimiz Beyrut ve tavsiyeler olacak. 
Son olarak ilk Beyrut yazısına ulaşmak isteyenler buraya tıklayabilir:)

* Bahsi geçen kitap Lübnan kökenli yazar Amin Maalouf'un "Baldassare'nin Yolculuğu: Yüzüncü Ad" isimli kitabıdır. Kitapta Cübeyl'de yaşayan bir Cenevizli antika tüccarı olan Baldassare Embriaco'nun 1665'te Cübeyl'den başlayan serüveni anlatılıyor. 
Amin Maalouf'un bütün kitapları gibi tavsiyemdir. Sürükleyici ve hep yeni kapılar açan, arada açılıp tekrar okunabilecek kitaplardan. 











































































12 Eylül 2013 Perşembe

"Tüm Zamanların Venüs'ü Beyrut" / İlk Tanışma

Sonbahar’a göç ettiğimiz bu günlerde İlkbahar’dan kalma, geç kalmış bir gezi yazısı bu…Kadim uygarlıkların doğduğu, büyüdüğü, yıkıldığı, üzerinde kanlı oyunlar oynanan Orta Doğu’dan acıların yerle yeksan edemediği Lübnan… Ancak Lübnan seyahati öyle birkaç sayfada anlatılamazmış, yazarken sayfalar birbirini kovalayınca fark ettim bu nedenle bu şimdilik ilk bölüm… 


"Beyrut! Seni terk eden delidir... " 

Birkaç yıl aradan sonra yolum tekrar Orta Doğu’ya düşüyor. Seyahat, tatil ve Orta Doğu kavramları çoğu zihinde örtüşmese de daha önceki tecrübemden dolayı hiç tereddüt etmeden bir Beyrut gezisi için “tamam” deyiveriyorum. Nisan’ın başında alınan bu karardan sonra yolculuk anına kadar gezi programları ve bulabildiğim her türlü yazılı materyalle ülkeyi tanımaya çabalıyorum. Ne yazık ki Lübnan’la ilgili basılı bir gezi rehberi bulamıyorum.
Genel olarak bildik klişe cümlelere rastlıyorum. “Orta Doğu’nun Paris’i Beyrut”, “Orta Doğu’nun İsviçre’si Lübnan” gibi…Özellikle dünyadaki bütün güzel şehirlerin Paris’le mukayese edilmesine karşı olduğumdan bu laflara pek aldırmıyorum:) Yine de nüfusu 4 milyona ancak yaklaşan bir ülkede 80’den fazla banka kuruluşu olması İsviçre benzetmesinin haklılığını görünür kılıyor.
Günümüz Lübnan’ı Sami ırkından Akdenizli bir uygarlık olan Fenike’nin kurulduğu yer. Ülke insanı da Fenikeli köklerine sıkı sıkıya sarılmış durumda. Konuştuğunuz birçok kişi kendisine Arap demektense Fenikeli demeyi tercih ediyor. Dünya ticaretinin kilit isimlerinin Lübnan kökenli olduğu düşünülürse, çağının en önemli ticaret kolonisi olan Fenike’nin genlere nüfuz ettiği bir gerçek! Yine hediyelik eşya mağazalarında da Fenike uygarlığına gönderme yapan bir sürü obje bulmak mümkün.  
Nisan’ın sonlarına doğru Middle East Airlines ile güneşli bir İstanbul sabahından Beyrut’a doğru uçuyoruz. Hostesler çok modern, zarif ve güzel. Giysileri, aksesuarları, makyajları çok hoş ve uçakta içki servisi olduğu gibi duty free fiyatlarıyla satış da mevcut. Her şey normal yani :)
1 saat 45 dakikalık bir yolculuktan sonra Refik Hariri Havaalanı'na iniyoruz. Bizden önce biraz yağmur yağmış, trafik felaket. Ancak trafiğin yağmurla pek ilgisi olmadığını sonraki günlerde anlıyoruz; Beyrut’ta trafik gerçekten ciddi bir problem. Biz alışkın olduğumuzdan hiç mızmızlanmıyoruz. İlk gün hızlı bir Beyrut turu yapıyoruz. Dünyadaki birçok yer gibi güneşin batışının en güzel izlendiği nokta olma iddiasındaki Güvercin Kayalıkları ilk durağımız. Işıl ışıl ve uçsuz bucaksız bir Akdeniz manzarası göz kamaştırıyor.    

Güvercin Kayalıkları,
Beyrut'un en popüler fotoğraf çekme mekanı. Dünya üzerinde güneşin en güzel battığı yer olarak da nam salmış durumda. Yaz mevsiminde bu kayaların etrafını ve içini botla tavaf etmek mümkünmüş.
 

Ardından Downtown ya da Solidere adıyla bilinen bölgeye gidiyoruz. Burası iç savaş sırasında en çok tahrip edilen bölge. Dolayısıyla buradaki yapıların neredeyse hepsi yeni. Gezinirken yeni yapılmasına karşın belirli bir kimlik yaratılmaya çalışıldığı anlaşılıyor. Doğrusunu söylemek gerekirse uygulamada gayet başarılı oldukları aşikar. Tanınmış markaların mağazaları ve restoranlar İstanbul’daki birkaç kalburüstü semtle kıyaslansa da ben İstanbul’daki hiçbir semti burayla mukayese edemiyorum zenginlik bakımından :)

Downtown
Bu arada yer yer tarihi geçmiş de bize yüzünü gösteriyor. Roma ve Emevi dönemi yapılarının izleri korumaya alınmış ve şehrin tam merkezinde ilgililere açık hava müzesi olarak “merhaba” diyor. Yine bu bölgede bir Memluk dönemi yapısı olan Al-Ömer Camii’ni de ziyaret edebilirsiniz. Bütün Beyrut tanıtımlarında masmavi kubbeleriyle bir mücevher kutusu gibi parlayan Muhammed El-Emin Camii de bu bölgede. İçi de dışı kadar etkileyici ve çarpıcı. Muhammed El Emin Camii yeni bir yapı ancak kısa sürede Beyrut’un sembolü olmuş. Yapımına suikast sonucu öldürülen Başbakan Refik Hariri zamanında başlanmış, ancak Hariri caminin ibadete açıldığını ne yazık ki görememiş. Hariri’nin türbesi de caminin hemen yanında yer alıyor.  Bu bölgede kiliselerle camiler iç içe geçmiş durumda. Muhammed El Emin Camii'nden çıkıp St. Elias Kilisesi ya da  St. George Manorit Kilisesi'ne geçip farklı ibadet biçimleriyle tanışabilirsiniz. 

Downtown
Merdivenlerin üst tarafında senato binası yer alıyor. Merdivenlerin sağında ve solunda yer alan açıklıktan da Roma Hamamı kalıntılarını inceleyebiliyorsunuz. 

 Lübnan çok kültürlü yapısıyla bir uyumu yakalamaya çalışan bir ülke. Müslüman ve Hıristiyanlar en büyük dini grupları oluşturuyor. Daha az olmakla beraber Dürziler de Lübnan’ın renklerinden biri. Özellikle Filistin ve Suriyeli mülteciler nedeniyle Müslüman nüfusun artması söz konusu. Ancak Lübnan çok katı bir mülteci politikası izliyor. Sığınmacılara kesinlikle vatandaşlık vermiyor. Yıllarca hiziplere ayrılmaya çalışılmış, bu uğurda şarkıdaki gibi “ateşin ve toprağın tadını almış” bir ülke için herhangi bir dini topluluğun hızla ve suni olarak artmasına karşı çıkması elbette anlaşılabilir bir durum. Yine bu sebeplerden 1932’den bu yana Lübnan’da nüfus sayımı yapılmadığını da belirtmek isterim. 


Downtown'dan Roma Hamamı kalıntıları...
Downtown
İç savaşta en çok hasar gören bölge. Savaş sırasındaki fotoğraflarını gördükten sonra Bu haline inanmak zor geliyor.
Hamra Cafe,
Hamra Caddesi'nin kalabalık mekanlarından. Kahveleri gerçekten çok güzel.
Bir de her yerde nargile içebiliyorsunuz.
Nargile hayatın olmazsa olmaz bir parçası. Kadın, erkek, yaşlı, genç herkes nargile içiyor :)

Beyrut, iç savaş yorgunu bir şehir gibi değil de “yaşamın değerini en iyi ben bilirim” der gibi. Hayat inatla devam ediyor sanki. Hamra Caddesi’nin çok yakınında bir otele yerleşiyoruz. Kaldığımız yer bakımlı, temiz ve çok merkezi bir noktada. Hamra Caddesi mağazaların ve restoranların bulunduğu trafiğe açık aktif bir mekan.  İstiklal Caddesi yoğunluğunda ve gece geç saatlere kadar rahatça dolşabilecek bir yer. Kaldığımız yere birkaç dakika olmasını fırsat bilerek bazı akşamlar geç saat bile olsa bu cadde üzerindeki restoran ve kahve dükkanlarını yakından tanıma şansına eriştik :)

St. Elias Kilisesi
Lübnan İç Savaşı sırasında bütün bu binalar yakılıp, yıkılmış, kilise elbette büyük ölçüde yeniden yapılmış ancak içinde halen savaşın izlerinin muhafaza edildiği duvarlar bulunmakta. Kilise ziyarete açık. Yapının batı cephesi meşhur saat kulesinin bulunduğu meydana açılıyor.
St. Elias Kilisesi iç mekan,
Ayin zamanına denk gelirseniz fotoğraf çekmenize izin verilmiyor.  Fakat kiliseler sürekli dolu ve hep bir törene rastlıyorsunuz. Tabii bunların hiçbiri izinsiz çekilen bir fotoğrafı meşrulaştırmaz; ben yaptım siz yapmayın :) Kutsal kitap sahneleriyle süslenmiş beşik tonozlardaki Arapça açıklamalara dikkat. Genel olarak bu tip uygulamalarda ülke gözetmeksizin Latince ya da Grekçe kullanımı yaygındır. 

Lübnan’da para hesabı çok kolay :) 1 Dolar 1500 Lübnan Lirası; kur sabit. Ayrıca dolar küçücük bakkallarda bile sorgusuz sualsiz kabul ediliyor. Hesap pusulası her iki para biriminden hesaplanmış haliyle geliyor. Bazı yerlerde para üstü Dolar ve Lübnan Lirası karışımı olarak verilebiliyor. Yalnız Euro problemli:) Esnaf Euro’yu kesinlikle kabul etmiyor. Türk Lirası ile alış-veriş yapılabilecek tek yer Bakaa Vadisi’ndeki seyyar satıcılar; başka varsa da bana denk gelmedi… 

Muhammed El-Emin Camii iç mekan. 
Muhammed El- Emin Camii ve ben:)
Kılık kıyafeti herkes Arap ülkelerine giderken iki defa düşünür ama Lübnan bu açıdan sorunsuz)
Biz ilk günler hava muhalefeti nedeniyle yağmurluğa mahkum olduk:)

Gece hayatına kısa bir dokunuş…

Bilindiği gibi Beyrut’un gece hayatı Beyrut’tan popüler. Bu da bizi daha ilk akşamdan Gemmayzeh’ye yönlendiriyor. Burası Beyoğlu kısmen Cihangir’deki gibi cafe-bar, restoran ve pub gibi yerlerin bulunduğu bir cadde. Her zevke hitap edecek bir mekan bulmak ve güzel bir gece geçirmek mümkün. Ayrıca cadde tarihi binalarıyla gece bile olsa göz kamaştırıyor. Gece yarısından sonra taksiyle otelimize dönüyoruz; yolda taksiciyle Aşk-ı Memnu muhabbeti yapıyoruz. Kendileri Muhammed’in (Kıvanç Tatlıtuğ) oyunculuğunu pek bir methediyor. Taksici amcamızın ses tonu bir dublaj sanatçısı kadar güzel; kendisiyle beraber her nedense Petruschka (Casatchok) yani bir Rus şarkısı söyleyerek yolculuğumuzu tamamlıyoruz.  

Minareleri görülen yapı Al Omari Camii.
Al Omari Camii, Beyrut'un en eski ibaderhanelerinden biri. İlk olarak 1150 yılında  St. John Kilisesi olarak ibadete açılmış. 1291 tarihinde ise Memlukler tarafından şehrin Ulu Cami'si  haline getirilmiş. İç savaş sırasında bu bölgedeki birçok yer gibi harap olmuş. Yeniden restorasyonu sırasında da her nedense fotoğrafta önde görülen Emevi tipi minareyi yapıya ekleyivermişler. Bu büyük ihtimalle Şam Emeviye Camii'ne bir öykünmeden kaynaklanıyor. Biraz daha arkada görülen minare Memluk döneminde yapılan minare. Fotoğrafın en önünde Beyrut'un en ünlü caddelerinden birinin adını görüyorsunuz. Caddenin hikayesini başka bir fotoğraf altına bırakıyorum:) Çünkü bu çok uzadı :)


Yeri gelmişken taksilerden söz etmeliyim. Beyrut’ta taksiler oldukça ilginç. İki ayrı kategoride taksi var. İlk grup son derece lüks arabalardan oluşuyor ve hani bunlar öyle tek tük de değil.  Aralarında Türkiye’de hiç görülmeyen arabalar bile var.  Birçok yerde bu “first class”  taksi duraklarını görmek mümkün. İkinci grupta da yine çok güzel arabalar bulunuyor ancak bunlar daha az yeni ya da artık klasik diyebileceğimiz türden arabalar. Mercedes’di, BMW’di, Porche’du artık ne ararsanız… 

Birçok araba fotoğrafı çektik ama ben en çok bunu seviyorum:)) Diğer fotoğrafları da devam yazılarına İnşallah :) Arkadaki taksileri de görünüz lütfen!

Taksi ücretlerine gelince ilk gruptakileri bir kenara bırakırsak, Lübnan’da taksimetre hiç görmedim. Taksiye binince mesafeye göre pazarlık ediliyor. Yakın mesafelere 10 dolar istiyorlar genelde. Ama yine de pazarlık etmeyi ihmal etmemek lazım; bazı durumlarda birkaç sokak için bile bu parayı isteyebiliyorlar. Bir de ilginç biçimde, okul servisleri dışında toplu taşımaya da hiç rastlamadım. Birkaç otobüs durağı olmasına rağmen durakta bekleyen yolcu falan da yoktu. Buna ciddi olarak dikkat ettim :) Aslında trafik probleminin de temel nedeni bu. Araç alımında vergi falan olmadığından bir de bankalar çok uygun kredi verdiğinden hemen herkes kendi alım gücünün çok üzerinde bir arabaya sahip olabiliyormuş. Caddeler, sokaklar ve otoparklarda bunu rahatlıkla görebiliyorsunuz zaten. Bu araba meselesi hiçbir yerde olmadığı kadar Lübnan’da ilgimizi çekiyor ama çekmeyecek gibi değil :)


Devamı var…

Şimdilik Beyrut’a ara veriyorum. Ama eylemlerim sürecek. Daha Harisa’yı, Byblos’u, Baalbek’i, Jeita Grotto’yu ve yeniden Beyrut’u anlatacağım. Görüldüğü gibi ayrıntısever insanın yazma ızdırabı uzun sürüyor :) Bir de bugünlerde Orta Doğu ve savaş kavramları bizim için fazla dillenir oldu biraz da bu sebepten konuyu uzatmakta sakınca görmüyorum. Hatta Obama ve destekçileri çok tutturursa Esad’ın ülkesiyle ilgili izlenimlerimi de yazarak devam edebilirim…

Son olarak yazımın başlığının çok iddialı olduğunun farkındayım ama sözler bana ait değil! Beyrut sanıyorum ki dünyada kendisine en çok şarkı yazılan şehirlerden biri. Ben de başlığımı Enrico Macias’ın “Beyrouth” isimli şarkısından aldım.  Bunda hem Beyrut’a ve Lübnan’a karşı duyduğum hissiyatın hem de şarkıyı fazlasıyla beğeniyor olmamın payı var :) :) İtiraf etmeliyim ki Beyrut'un bu başlığı hak ettiğini de düşünüyorum! İkinci başlığım, Lübnan’ın deyince akıllara ilk gelen dünyaca ünlü şarkıcı Fairouz’un sesinden insanı hüzünlere boğan şarkısı Li Beirut’tan bir mısra.