25 Ekim 2013 Cuma

Paris'te Son Tango /1972

Gencecik sinema tarihinde çekildiği günden bu güne dek ortalığı birbirine katmayı başaran çok az film vardır. Bertolucci vakti zamanında sinema dünyasına öyle bir bomba koymuştur ki bugün bile yarattığı hasarın altında kalmayan yoktur. 'Pariste Son Tango' ya da orijinal adıyla 'Ultimo Tango a Parigi' sinemayla ucundan kıyısından ilgilenen herkesin bir şekilde yoluna çıkan kült filmlerden biri. Birbirine tamamen yabancı iki insanın hep yabancı kalmaya çalışarak başladıkları duygusal karmaşanın ve cinsellik yüklü ilişkinin konu edildiği film, kimileri için 'kepazelik', kimileri için 'başyapıt'! Bu ikilem ilk çekildiği zaman için de geçerli bugün için de... 



Üzerindeki tartışmalar güncelliğini son sürat sürdürürken geçtiğimiz aylarda filmin yönetmeni Bernardo Bertolucci'nin yaptığı bir takım açıklamalar konuyu daha da alevlendirdi. Bertolucci dolaylı yoldan, ünü filmi aşan 'tereyağı' sahnesi ile ilgili olarak pişmanlığını dile getiriyordu. Genç ve hırslı bir yönetmen olarak o dönemde bunu sahneyi eklemekte bir sakınca görmemişti; bugün 73 yaşın tecrübesiyle biraz 'aşırı' olduğunu ima ediyordu. Hatta azıcık daha ileri giderek başrol oyuncularından Maria Schneider'in 2011 yılındaki ölümünü bile bu filmin yarattığı buhrana bağlanabileceğini söylemekten çekinmiyordu. 


Resim: http://kinoimages.wordpress.com/2013/04/12/ 

Bernardo Bertolucci, Marlon Brando ve Maria Schneider

Bertolucci başlı başına bir ekol yaratmış, filmlerini kuvvetli bir psikolojik temele dayandıran, içinde bulunduğu 68 kuşağının savunduğu değerlere gönderme yapan güçlü bir anlatıma sahip bir yönetmen. Freudyen bir sinema dahisi olarak tanımlanıyor.

Marlon Brando'ya gelince bu filmdeki oyunculuk performansı tüm zamanların en kabul gören performansı. Üstelik filmdeki karakterini neredeyse yeniden kurguladığını Bertolucci de kabul ediyor. Brando'nun film boyunca süregelen diyaloglarından çoğu doğaçlama. Canlandırdığı Paul karakterinin ailesinden ve ergenlik yıllarından verdiği bütün ayrıntılar Marlon Brando'nun gerçek hayat öyküsünün bir parçası.

Maria Schneider, 20 yaşında genç bir oyuncu olarak oldukça başarılı. Ne var ki film Marlon Brando üzerine kurulduğu için daha geri planda kalmış durumda. Elbette Brando'nun sınırsız popülaritesinin de bunda etkisi var. Birkaç yıl önce bir röportajında "Bernardo, Marlon'a aşıktı." gibi bir ifadesi bulunuyordu. Benim açımdan gerçekçi bir yaklaşım zira filmi izleyince bunu hissetmemeniz olanaksız. 


Resim: http://kinoimages.wordpress.com/2013/04/12/

Marlon Brando ve Bernardo Bertolucci
Filme geri dönersek çağına göre oldukça cüretkar, çarpıcı, sert sahneler ve diyaloglar içeriyor. Ama zaten Bertolucci sinemasının karakteristiği bu 'sen görmek istemesen de ben gösteririm'. Aradan geçen 40 yılda film kendi skandallarını yaratırken, kendi mitlerini de yaratmış durumda. Oysa gerek Schneider, gerek Brando hala biz faniler arasındayken bütün merak edilenleri yanıtlamışlardı. Brando'nun asla ortayı bulma çabası olmayan, uzlaşmaz bir mizacı olduğu göz önüne alındığında verdiği cevaplarda samimi olduğuna inanmak gerekliliği doğuyor :)
Schneider'e gelince 2011 yılında, 58 yaşında öldüğü zaman yine bu filmle anıldı bütün gazetelerde. Birçok gazeteci doğrudan ya da dolaylı imalarla filmi, yönetmeni ve hatta Brando'yu suçladı. Ne de olsa gencecik bir kızken onu bu rezalete bulaştırmışlardı (!) O da bu yükü taşıyamamış yaşlı bir nine olamadan aramızdan göçüp gitmişti işte. Kahrolsundu bu yoldan çıkmış sinemacılar !!
Bilenler bilir Schneider birçok yapımda yer aldı. Çok iyi yönetmenlerle çalıştı. Ama her basın toplantısına "tereyağı soracaksanız konuşmayalım" şeklinde başlıyordu. E şimdi insan düşünmeden edemiyor: Herkes suçlu da temcit pilavı gibi iki de bir oynadığı bir sahneyi kadının önüne koyanlar daha mı az suçlu diye...Yani suçlu aranırsa epeyce bir bulunur gibi geliyor bana... 
Diğer taraftan birçok Bertolucci filminde olduğu gibi sinematografik yapısı güçlü bir film gerçekten daha fazla öne çıkması beklenen sahnelere sahip. Marlon Brando'nun filmin başında kederli kederli Bir- Hakeim Köprüsü' nün (Pon de Bir-Hakeim) yürüdüğü efsane sahne bunların başında gelmektedir. Yine Brando'nun karısının cesediyle dertleştiği sahnede izleyici büyülenir. Ayrıca filmin müziklerini yapan Gato Barbieri'nin de hakkını teslim etmek lazımdır. Sanki filmi daha fazla sarsıcı yapan bu müziktir. 



Şimdi ben buralara nereden geldim? Geçtiğimiz günlerde Beyoğlu Sahaf Festivali'nin 7.'si düzenlendi. Tesadüfen elime yaprakları sararmış, sayfaları isyan etmek üzere bir kitap geçti. Kapağında 'Paris'te Son Tango' yazıyordu. 1973 yılında basılmıştı. Onu orada bırakamazdım:) Zira kadrosuyla, konusuyla, atmosferiyle, hatta mazoşist haliyle filmden tarafa olanlardanım. 
Kitabı görünce şaşırmadım dersem yalan olur. Yanlış anlaşılmasın film bir edebiyat uyarlaması değil; filmin kitaplaştırılmış hali. Vakti zamanında Altın Kitaplar tarafından basılmış. Kitabın ön sayfasına şöyle bir not düşülmüş 'Bu kitap Milliyet Gazetesi'nde tefrika edilen "Paris'te Son Tango" çevirisinden aynen alınmıştır.' 



Kitabın önsözü (ya da girişi) sinema eleştirmeni, senarist, gazeteci, romancı, yönetmen gibi birçok vasfı bulunan ünlü Norman Mailer tarafından kaleme alınmış. Esasen bu bir sinema eleştirisi ve saygınlığını halen koruyan The New York Review Books isimli dergi için yazılmış. Ve işte bir gün meraklısı okur diye de kitabın girişine konulmuş. Benim de bu yazıya başlama amacım bu yazıyı paylaşmak. 40 yıl önce yazılmış bir sinema eleştirisini hem biçim, hem içerik açısından değerlendirmek, hem de ilk gösterim döneminde sinema çevrelerinde Paris'te Son Tango'nun ne şekilde algılandığını takip etmek isteyenlere "Narsisizm'e Geçiş" başlıklı yazıyı takdimimdir :
   
_ NARSİSİZM'E GEÇİŞ / Norman Mailer  * 



"Paris'te Son Tango" filminin her seansta kapalı gişe oynaması, yeryüzünün daimi bir üreme döneminde olduğunu gösteriyor. Mevsimler de aceleci oldu. Kasım ayında yağmaya başlayan kar, martın birinde eriyip yok oluyor. Acaba yaz da nisanın ortasında başlayıp, temmuzda mı sona erecek? Doğa-üstü konularıyla uğraşanlara bakılırsa, bu hızlanışa nükleer radyasyonlar sebep oluyor, biz de ürüyoruz. Isıyı hissetmeye başlayan karınca yuvası gibi. 


Film dünyasında yeni akımların doğup, gelişip, ölmesine yirmi dört ay yetiyor artık. "Paris'te Son Tango" nun New York Film Festivali'nde ilk gösterilişinden sonra hakkında eleştiri yazan Pauline Kael okurlarına şunları söylüyor: 

"Paris'te Son Tango'nun 14 ekim 1972 tarihinde ilk gösterilişi sinema tarihine yeni bir dönemin başlangıcı olarak geçecektir. Bu olay yalnızca Igor Stravinsky'nin "Le  Sacre de Printemps" (Bahar Ayini) adlı eserinin 29 mayıs 1913 gecesi ilk çalınışıyla mukayese edilebilir. O gece de müzik tarihinde yeni bir dönemin başlangıcı olmuştu. "Paris'te Son Tango" da da aynı, "Le Sacre Printemps"ın ipnotize edici heyecanı, ilkel gücü, rahatsız edici, dürtücü erotizmi görülmektedir...Bertolucci ile Brando yedinci sanata yeni bir yüz ve anlayış kazandırmayı başarmışlardır."

Artık "Paris'te Son Tango" nun kadın kahramanı Maria Schneider, mini eteği, maksi mantosu ile Beşinci Avenue'de dolaşan binlerce genç kızdan biridir. Elle tutulur, gözle görülür bir kız, kısacası aramızdan biri. Elleri cebinde, yakası kalkık, ıslak sokaklarda dolaşan Marlon Brando ise bunalım geçiren, binlerce erkekten biri ya da hepsidir. 

Beklenilen yalnızca birkaç dakikadır. Schneider kiralık bir katı dolaşmak için içeri giriyor, Brando daha önceden oraya gitmiştir. Sokakta ve telefon kulübesinin önünde iki kez karşılaştıktan sonra boş bir evde yalnız kalıyorlar. Ve Brando, Stanley Kovalski'nin sinema seyircisine yirmi beş yıl önce yazdığı çeki paraya çeviriyor; genç kızla ayakta sevişiyor. Böylelikle de yıllardır sürüp giden, "bu iş telefon kulübesinde nasıl olur? şakasını da çözümlemiş oluyor. 

Marlon Brando, telefon kulübesinde genç kızla sevişmek için kızın elbisesini yırtarak çıkarıyor. Denilebilir ki yırtılan kumaşın feryadı; Beethoven'in Beşinci Senfonisi'nin ilk dört notası kadar heyecan verici bir sesti; patlayıcı bir madde yığını üstüne çakılan bir kibrit gibi . 

Kızın ismi Jeanne, erkeğin ise Paul . Ama bunu hiç bir zaman öğrenemiyorlar. Boş bir evde, her türlü duygudan, düşünceden uzak, günlük hayatı geçmişe gömerek, mutluluğu birbirlerinin varlığında arıyorlar. Yeni bir hayatın başlangıcı olabilir bu. 

Brando bu filmiyle adını sinema tarihine altın harflerle bir kez daha yazdıracak kadar güçlü bir oyuncu olduğunu ortaya koyuyor. Maria Schneider ise büyük bir aktris olma yolunda güvenli adımlarla ilerliyor. Elinde böyle güçlü oyuncular bulunan genç yönetmen Bertolucci ise diyalogları oyuncuların isteğine bırakarak sinema dünyasında yepyeni bir çığır açtığını ilan ediyor._ **

*Norman Mailer / Paris'te Son Tango / Altın Kitaplar/ Dar Dizi / 1973

**Kitapta basılı şekliyle yazılmıştır.

Not:Filmle ilgili okuduğum birçok yayın, makale, eleştiri, röportaj oldu. Zaman içinde zihnimde yığınlara dönüştüler. Neyi nerede okuduğumun içinden çıkamaz durumdayım. O nedenle kesin bir referans veremiyorum. Ama Marlon Brando ile ilgili birden fazla biyografiye ulaşmak mümkün hatta bir tanesi de kendisinin kaleme aldığı bir kitap. Filmdeki doğaçlamaların peşine düşeceklere tavsiye olunur. Norman Mailer'a ait kitaplardan bazıları 'Amerikan edebiyatının başyapıtı' olarak gösteriliyor. İlgililere duyurulur...

19 Ekim 2013 Cumartesi

Tüm zamanların Venüs'ü Beyrut / Baalbek, Anjar


Lübnan’ı arşınlamaya üçüncü yazıyla devam ediyorum. Bu sefer Lübnan’ın Akdenizli ve Orta Doğulu bir ülke olarak barındırdığı renkliliğin en çarpıcı öğelerini görmek üzere Bekaa Vadisi’ne doğru yola çıkıyoruz. Lübnan Dağı’na doğru ilerledikçe karlı doruklar içimizi ürpertiyor. Bu Beyrut’tan yapacağımız en uzun soluklu yolculuk. Bekaa Vadisi, başkente yaklaşık 85 km uzaklıkta. Suriye’nin başkentine daha yakın bir konuma doğru ilerliyoruz.


Güne Zahle civarında bir şarap mahzeni incelemesiyle başlıyoruz. Chateau Ksara oldukça romantik atmosferiyle kısa sürede gönlümüze giriyor. İlk önce şarapların hangi koşullarda saklandığını göreceğimiz mahzeni geziyoruz. Varillerle dolu birbirini kesen karanlık tünellerde kayboluyoruz. Chateau Ksara'da ikinci aşama şarap tadımı. Tatlı, zevkli anlar. Yine de her sunulan şarabın mükemmel olduğunu söylemek abartı olur :)

Chateau Ksara

Chateau Ksara'da bize rose, kırmızı ve beyaz şarap ikram edildi.
Biz beyazı diğerlerinden çok daha iyi bulduk:)
Burada en az şarap kadar değerli bir içki daha yapılıyor: Arak. Zahle'deyiz, dünyaca ünlü rakının anavatanındayız. Dolayısıyla hem arak, hem de şarap için Chateau Ksara'nın satış mağazasına yöneliyoruz. Mağaza pek karışık. Aynı anda birçok turist otobüsünün burada bulunmasının curcunası yaşanıyor. Şişeler kapanın elinde kalıyor desem yeri. Çoğunluk az önce denediği şarapların hangisi olduğunun farkında bile değil. Herkes yanlış rafları yağmalıyor:) 
Chateau Ksara'nın üzüm bağları...
Hem kendimize hem de sevdiklerimize alınabilecek en iyi armağan olarak Zahle rakısını seçmiş bulunmaktayız. Ek olarak Akdeniz'in bu yakasının şaraplarını tatmak isteyenlere şarap da etkileyici bir armağan olacaktır. Şişeleri nasıl taşıyacağınızın tasası size kalmış. Zira dünyanın en ucuz free shop'larından birinin de Beyrut'ta sizi beklediği göz önüne alınırsa ...:)


Taş deyip geçme...

Yolculuğumuzun ikinci uğrak yeri bir taş ocağı. Öyle taş ocağı dediğime bakmayın, Antik Çağ’da burada büyük bir taş ocağı bulunuyormuş. Bekaa Vadisi’nde Baalbek inşa edilirken devasa taşların çıkartıldığı yerde bulunuyoruz. Buraya uğramamızın nedeni dünya üzerinde bilinen en büyük monoliti yakından tanımak.  Gerçekten de devasa boyutlarda bir taş (doğrusu taş demek hakaret kendisine ama) uzaktan kendini gösteriyor. En az 2013 yıllık olduğu düşünülürse, çağında bu taşı hazırlamak için harcanan insan gücünü tasavvur etmek akıllara durgunluk veriyor. 1000 ton olduğu tahmin edilen taş Baalbek'teki Jüpiter Tapınağı'nın platformu için hazırlanmış. Ancak artık hangi aşamada bilinmez üzerinde bir çatlak oluşmuş. Bu nedenle de taş ocağında öylece bırakılmış.     

Dünyanın en büyük monoliti olduğu iddia edilen "taş":)
Fotoğrafına bakıp aldanmayın 20 m uzunluğunda 4.5 m yüksekliğinde.


Zamanın birinde Neil Armstrong’un da yolu Bekaa Vadisi’ne düşmüş. O da bizim gibi bu taşın üzerinde zamana karşı adımlar atarken çok heyecanlanmış. Duyduğuma göre Ay’dan sonra en etkilendiği yürüyüş buymuş:) Şimdi “Armstrong da nereden çıktı?” demeyin. Dünya’da bu mukayeseyi yapabilecek Ay’a gitmiş kaç kişi var oldu? :))Hiç bir zaman Ay’a gidemeyeceğimi varsayarsak (ki ne yazık ki öyle) binlerce yıllık bu monolitteki her attığım adım Ay’da atılmış bir adım sayılır :) Şaka bir tarafa bu anekdot hoşuma gidiyor. Ama  kutsal olmaya teğet geçmiş bir tapınak parçasının zamana boyun eğmeyip hala varlığını sürdürmesi ve aynı zamanda kendi başına şöhret olup ziyaretçilerine farklı duygular yaşatması daha da hoşuma gidiyor :)

Taş ocağının girişinde küçük bir hediyelik eşya mağazası bulunuyor.
Burada yer alan anı defterine "biz de buradaydık" yazmayı ihmal etmiyoruz :
)
Güneşe adanmış bir kent: Baalbek...

Yeni rotamız birçok gezginin Lübnan'a gelme nedeni olan Baalbek. Bir insanı en çok ne heyecanlandırabilir? Baalbek'in adı bile bende heyecan yaratıyor. Roma İmparatorluğu geçtiği her yerde kendinden öylesine izler bırakmış ki heyecanlanmamak elde değil. Yazının başında da ifade ettiğim gibi Baalbek, Beyrut'a 85 km kadar uzaklıkta. Ancak burayı görmek için çok daha uzun mesafeleri katetmeye değer. 


Baalbek...
Sağ tarafta Jupiter, sol tarafta Baküs tapınakları görülüyor
.
 
Baalbek'ten bir Roma kenti diye söz etsek de tarihsel serüveni oldukça erken dönemlerden başlıyor. Bu noktada şehre adını veren Ba'al'den başlamak gerek. Ba'al aslında bildik özelliklere sahip bir fırtına tanrısı. Birçok kaynakta yanlış olarak "tanrıça" diye geçse de Ba'al eril bir tanrı ve eşi Belit de daha çok toprağın bereketini sembolize eden bir tanrıça. Samiler uzun yıllar Ba'al ve Belit çiftine tapınmışlar ve bahsi geçen bu bölgede Ba'al'e adanmış tapınaklar inşa etmişler. Ba'al bu bölgede öylesine yaygın bir kült ki Yahudi peygamberler de bu tapınımları kutsal kabul etmiş; zaman içinde Yahve'nin tanrısal biçimi Baal'in tanrısal biçiminin yerine geçmiş. Konuyu yeterince dağıttıktan sonra yeniden Ba'al'e dönecek olursak: Bazı durumlarda özellikle toprak dinlerinin ortaya çıkmasına bağlı olarak gök tanrılar ilk baştaki işlevini yitirip atmosfer ve fırtına tanrısı olarak yeniden güncellik kazanır. Birçok durumda gök tanrının yerini güneş tanrısına bıraktığı görülür. İşte Ba'al zaman içinde kendini güncelleyerek güneş tanrı olanlardan. Güneş, toprak üzerindeki bereketin dağıtıcısı ve yaşamın koruyucusu olarak Ba'al'e atfedilmiştir. *  



Arkamda görülen ve Baalbek'in sembolü durumundaki altı sütun 
Jupiter tapınağının kalıntılarından.
Jupiter Roma Pantehonu'nun en eski ve en önemli tanrısı.
Roma inancında Jupiter gök, gün ışığı, yıldırım gibi doğa olaylarına hükmeden tanrı.
Bu bölgede yerel inanç Ba'al ile örtüşen, 

gün ışığına hükmeden konumuyla güneşi simgeleyen yönü öne çıkarılmış. 

Roma İmparatorluğu çağında imparatorlar kendilerini baştanrı Jupiter'le ilişkilendirmeye özen gösterirdi. Bu kişisel saygınlık ve sosyolojik algı için bir ihtiyaç gibiydi. Buradan hareketle ele geçirilen taşra kentlerine ve yeni uzak ülkelere biri Jupiter olmak üzere Roma'daki Capitol örneğinde olduğu gibi üçlü tapınak kurmak bir gelenekti. Uygulamanın amacı Jupiter'e imparatorluk tanrısı olarak resmiyet kazandırmak ve mimari yoluyla imparatorluğun gücünü, zenginliğini, ihtişamını görünür hale getirmekti.
Roma, Baalbek'te bu üçlü tapınımı Jupiter, Venüs ve Baküs'e adadığı kutsal mekanlarla gerçekleştirdi.
Resim: http://antikforever.com/Syrie-Palestine/Phenicien%20Cananeen/baalbek.htm
Baalbek'teki yapı kompleksinin rekonstrüksiyonu.
Burada üçlü sistemi oluşturan iki yapı görülüyor : Jupiter ve Baküs.
Rekonstrüksiyonda biraz daha dışarıda kalan Venüs Tapınağı'na yer verilmemiş.
Roma, Akdeniz'in bu bölgesinde hakimiyetini kurduğu sırada inşaat faaliyetleri de başladı. Engebeli arazi üzerinde yer alan devasa tapınak kompleksinin tamamlanması tam 250 yıl sürdü. Kısaca Nero'dan Trajan'a, Antoninus Pius'tan Septimus Severus'a birçok imparator Baalbek'e yeni bir yapı eklenmesine vesile oldu demek en doğrusu. 
Görkemli Jupiter Tapınağı 12,5 metre gibi göz kamaştıran boyutlarda bir podyumun üzerinde konumlandırıldı. Jupiter Tapınağı 115,8 metrelik kare bir foruma bakıyordu; bu kare forum ise 58,5 metre genişliğinde altıgen bir ön avluya açılıyordu. Bitişikteki Baküs Tapınağı ise tamamlandığında iç mekanındaki (sella) yoğun bezemelerle dikkat çekmekteydi.  
Sağda Baküs, solda Jupiter tapınağı.
Baalbek'teki bu kutsal mekanları diğer Roma yapılarından ayıran en önemli özelliklere gelince...Bekaa Vadisi gibi imparatorluğun uzak köşelerinde Roma mimarlığı farklı tasarımlara yöneldi. Geç Roma mimarlığında mimari formlar daha büyük, daha gösterişli ve biçim açısından oldukça karmaşık hale geldi. Mimarlık tarihçileri tarafından bunun en çarpıcı tasarımı olarak Baalbek gösterilmektedir. Burada Roma'nın karakteristik sadeliği yerini taşın plastik sınırlarını aşmaya çabalayan uygulamalara bıraktı. O kadar ki bazı uzmanlar Baalbek'i tanımlarken kullanılabilecek en uygun terimin 17. yüzyılda ortaya çıkan "Barok" olduğunu ifade etmektedir. **


Jupiter Tapınağı

Jupiter Tapınağı'nın altıgen ön avlusundan detay. 
                       Fotoğrafın sağında meşhur pembe granit sütunlardan biri kadrajı zorluyor:)
               Bizans imparatoru Justinianus'un, Ayasofya'nın yapımı sırasında
                  dört adet granit sütunu buradaki Jupiter tapınağından getirttiği rivayet olunur. 
Baküs Tapınağı
Baalbek'in popülerliğinin en önemli kaynaklarından biri.
Zira kendisi çağımıza ulaşmış en iyi durumdaki Roma Tapınağı
!
Gezi grubumuz:)
Fonda Baküs Tapınağı, Jupiter Tapınağı'nın podyumundan :)
Hava çok soğuk olduğu için sarıp sarmalanmış durumdayız.
Karlı doruklardan esen buz gibi rüzgar vadiyi doldurmuş bizi de dondurmuş bulunmakta :)
Baküs Tapınağı'ndan duvar  mozaiği 
 Baküs Tapınağı'nı çevreleyen sütun dizisi (Peristil/Peristylos) ve ante duvarları.
Orijinal üst örtüyü görüyoruz; 
zamanımıza ulaşan her Roma tapınağına nasip olmayan bir ayrıcalık.
Baküs Tapınağı peristilin üst örtüsünden yere düşen kabartmadan detay.
Bu kabartmadaki kadın figürünün Kleopatra olduğuna ilişkin bir inanış var.
Muhtemelen bunun nedeni figüre dolanmış yılan betimlemesi. 
 Roma egemenliği altında en parlak günlerini yaşayan Baalbek, Hz Ömer zamanında İslam'la tanıştı. Emevi , Memlük gibi İslam devletlerinin kontrolünde kaldı. Bu nedenle kültür sitesi içinde farklı inanışların renklerini yakalamak mümkün. 
Baalbek en büyük yıkımı 1260'ta Moğol İstilası ile yaşadı. Bu tarihten sonra adeta unutuldu. 18. yüzyılda artan seyahat olanakları sayesinde Batılı seyyahların dikkatini çekmeye başladı. 1898 Kasım'ında Alman İmparator Kaiser Wilhelm Hicaz Demiryolu'yla Kudüs'e seyahat ederken Baalbek'i ziyaret etti. Wilhelm, buraya derhal bir araştırma ekibi yolladı; ekipte iki de arkeolog bulunuyordu. Böylece yüzyıllarca suskun kalmış şehir gün ışığına çıkmaya başladı. Savaş sonrası Lübnan'ın Fransız kontrolüne geçmesiyle kazıları da Fransız arkeologlar devam ettirdi. Baalbek 1984 yılından beri UNESCO kültür mirası listesinde. 

Baküs Tapınağı iç mekanında II. Abdülhamit'in, Kaiser Wilhelm'in ziyaretinin anısına yaptırdığı mermer plakalar.
Plakalar Osmanlı Türkçesi (Osmanlıca) ve Almanca olarak hazırlanmış.  



Baküs Tapınağı giriş cephesi
Baalbek'teki üç kutsal tapınaktan Venüs'e adanmış olanı.
Esasen beşgen olan yapı kabaca bir yuvarlak plana sahipmiş gibi algılanabilir.
Mimarlık tarihçileri Venüs  Tapınağı'nı taşıyıcılarla düzenlenmiş bir yapıdan ziyade,
kalıba dökülmüş bir heykel gibi ele alındığını belirmekte.
Günümüze tam olarak gelememiş olsa da orijinal durumunu gösteren bir çizim ya da maket yakınlarına konulsa ziyaretçilerine daha çok şey anlatabileceği kanaatindeyim.
Duy beni Lübnanlı yetkili :)
 

Bir Emevi şehri Anjar...

Zaman içindeki gezintimize yine Bekaa Vadisi'nde ama bu sefer Anjar'da devam ediyoruz. Anjar günümüzde küçük bir Ermeni kasabası. Zorunlu göç sırasında Anadolu'dan ayrılan birkaç bin Ermeni buraya yerleştirilmiş. Böylece modern zamanlardaki demografisi oluşmuş. Şehrin tarih sahnesine çıkması ise 8. yüzyılda Emeviler tarafından gerçekleşiyor. Emevi Hanedanı bu bereketli topraklara dev bir saray kurdu. Şehir bu sarayın etrafında şekillendi.  

        Emevi dönemi mimarisi dini yapıları kadar saray mimarisiyle de ön plana çıkmaktadır. 
       Bu sarayların En ünlüleri Ürdün'deki Kuseyr Amra ve Meşatta'dır.
Anjar, Emevi kent mimarisinin izlenebileceği dünya üzerindeki tek örnek. Dolayısıyla aynı zamanda bir erken İslam kentiyle de karşı karşıya kalıyorsunuz. 8. yüzyılda bu bölge bir ticaret merkezi. Daha doğrusu dönemin ticari kalbi Şam ile diğer bölgeleri bağlayan hayati bir nokta.  
Büyük bir dikdörtgen olan şehir, iki geniş cadde çevresinde kök salmış. Emevi çarşılarında dolaşıyoruz aslında. Biri büyük diğeri küçük olmak üzere iki saray yapısı bulunuyor. Ancak saray restorasyonu gerçekten hayal kırıklığı yaratıyor. Bu bakımdan "iyi ki Baalbek olduğu gibi çağımıza ulaşmış" diye söylenmeden duramıyorum. 
Anjar / Saray detay
Gözümüz bir dini yapı arasa da şehrin camisinin ancak izleri karşımıza çıkıyor. Tarihin içinde başımız dönerken küçük bir hamam yapısı ilgimizi çekiyor. Çağdaşı olan birçok kent gibi temel güvenlik unsuru olarak surla çevrelenmiş; günümüzde sur duvarı temel seviyesinde.  
Soğuk nedeniyle Anjar'da fire vermiş durumdayız:)

Lübnan Dağı ve Anjar 
Anjar, tur otobüsü ahalisinin genelinde pek övgüye değer bulunmuyor. Ben bunu daha öncesinde Baalbek'e gidilmiş olmasına veriyorum:) Zira böylesi nadide bir kültür sitesine kulp takılmasını normal bulmuyorum!
Buna karşılık Anjar'da herkesi memnun eden en önemli şey yine alışveriş oluyor:) Kentin girişindeki dükkandan küçük anı eşyaları ve gümüş takılar bulabilirsiniz. Burası hediyelik eşya almak açısından benim bütün Lübnan'da gördüğüm en keyifli yer:) Byblos'ta edindiğim olumsuz esnaf intibasını Anadolu kökenli Ermeni mağaza sahipleri bertaraf ediyor:)

Bekaa Vadisi'nden yol boyu Hicaz Demiryolu'nun kalıntılarını, çingene çadırlarını, değişik mimari denemelerle inşaa edilen kiliseleri, Filistin kamplarını, Hizbullah askerlerini aracımızdan izleyerek Beyrut'a doğru yol alıyoruz.


Yeniden Beyrut...

Son günümüzü yeniden efsane şehir Beyrut'a hibe etmek niyetindeyiz. Ben bu doğrultuda günlerdir yaptığım planı devreye sokuyorum:) Ne olursa olsun bir yeri layıkıyla keşfetmek arzusu taşıyorsanız yürümeniz gerekir. Hele söz konusu bir şehirse! İşte ben de kaç gündür otobüsle sağa sola giderken yürüme mesafelerini, mekanları, yolları inceliyorum:) Hesabım şehirde ayaklarım şişene kadar dolaşmak:) 


                                                         Şehitler Anıtı
           Şehitler Anıtı Osmanlı'ya karşı çıkan isyan sonucunda ölenlerin anısına yapılmış. 
                     Bu anıtın bulunduğu meydanda binden fazla isyancı idam edilmiş. 
Günümüzde şehrin bu alanı Şehitler Meydanı (Place Des Martyrs) olarak isimlendiriliyor. 
İç savaş sırasında oldukça tahrip olan heykelin restorasyonunda bu tahribatın büyük ölçüde korunduğu görülüyor.
Üzerindeki kurşun delikleri ve kayıp parçalarıyla adeta kendiliğinden "İç Savaş Anıtı" na dönüşmüş gibi. 


Son günümüz olmasında ötürü olsa gerek günlerdir süren yağışlı hava yerini parlak bir gökyüzüne bırakıyor:) Yaya şehir turumuza Şehitler Anıtı'ndan başlıyoruz. Şehitler Anıtı Beyrut'un sembol yapılarından biri ve şehrin en merkezi konumunda yer alıyor. 
  
Beyrut Marina / Zaitunay Bay 
Beyrut Marina da yürüme yolumuzun üzerinde. Keyifli vakit geçirilebilecek birçok mekana ev sahipliği yapıyor. Kaliteli ve güzel mekanlar; bir akşam yemeğimizi burada almadığımıza pişman oluyoruz:) 
Günün bu vaktinde plates yapan, yürüyüş yapan, bizim gibi keşif yapan herkese rastlamak mümkün. 

Tabi ki Zaitunay Bay'de biz de mola verdik:) 
Bu vesileyle Lübnan'da en çok tükettiğimiz içecek Almaza'yı tanıtmayı bir borç bilirim:)
Almaza, içimi güzel her yerde ısrarla istenen bir bira:) 
Pilsener, light ve almaza pure malt olmak üzere üç çeşidi bulunuyor. Muhakkak içilesi:)

Denizi gözden kaybetmeden caddeleri arşınlarken ilgimizi çeken her yere uğruyoruz. Yepyeni yüksek yapılar arasında sedef kakmalı kutular gibi gözüken kiliseler, tarihi camiler, anıtlar yolumuzu kesiyor. Vaktimizin elverdiği kadarıyla hepsine ilgiyle yaklaşıyoruz. 

14 Şubat 2005 tarihinde suikast sonucu öldürülen Başbakan Refik Hariri anısına yapılmış anıt. Anıtın bulunduğu alan suikastın gerçekleştiği kavşağa çok yakın. 
Burada sürekli nöbet tutan bir asker bulunuyor.
Yer yer şehrin acı hatıraları da önümüze çıkıyor. 2005 yılında 1000 ton TNT ile yaşamını yitiren Başbakan Refik Hariri ve beraberindekileri anımsatan yapılar bunların arasında. Suikastı temsilen iki anıt dikilmiş. Bunlardan ilki Hariri için özel bir alanda yapılmış olan Hariri'nin heykelinin de bulunduğu bir anıt. Diğeri ise tam patlamanın gerçekleştiği kavşakta yer alıyor.

     St. George Oteli
Refik Hariri'nin ve birçok insanın ölümüne yol açan suikastın gerçekleştiği kavşak bu otelin önünde yer alıyor. St. George Oteli de patlama sırasında ciddi hasar görmüş; o gün bugündür de hiç el sürülmemiş. Üzerindeki "Stop Solidere" afişine gelince; bu da Hariri ile ilgili aslında. Hariri öldüğünde dünyanın sayılı zenginleri arasında gösterilmekteydi. Servetinin en önemli kısmını da Beyrut'un yeniden imarından elde etmişti. Suikastın ardından sahibi olduğu şirket bu binayı da alıp inşa etmek istemiş ve hala da istiyor. İşte "Stop Solidere" buradan çıkıyor. Şirketin adı Solidere ve Beyrut'ta bu isimde bir semt bile bulunuyor. Şirket afişi indirdikçe, Solider'e "dur" diyenler tarafından inatla yeniden asılıyor. E bence de "Stop Solidere" :) 

Arada bir daldığımız ara sokaklarda İç Savaş'ın hüzünleriyle yüz yüze geliyoruz. Fazla olmasa da top mermisi ile harabeye dönmüş, üzerindeki kurşun delikleriyle bugün artık virane bile olsa zarafetini yitirmemiş efsane "Eski Beyrut" yapıları. Günlerdir dolaştığımız şehrin soluğunu daha bir yüzümüzde hissediyoruz şimdi. Şehir zihnimize nüfuz ediyor. Artık onu daha iyi anlıyoruz. 


"Corniche Manara" Beyrut'un Kordon'u
Böyle sakin göründüğüne aldanmayın güneşin etkisini yitirmesiyle kalabalık artıyor. Kimi bankları işgal ederken, kimi patenini, kimi yürüyüş pabuçlarını alıp geliyor. Bu arada Beyrut'un bu bölgesi emlak fiyatlarıyla el yakıyormuş:) 

Ara sokaklarda marketler ve bakkalları kurcalıyoruz. Böylece buraya özgü sevdiğimiz şeylerden evimize götürme fırsatımız oluyor:) En çok aldıklarımız arasında Lübnan'a özgü lavaş benzeri ekmek ve falafel var:) Falafel bizim için tam bir sürpriz çünkü paketlenmiş falafel bulabileceğimiz aklımızdan bile geçmiyor:)) Zaten sonra Hamra Caddesi'ne dönüp en tanınmış falafelcide yemek molası veriyoruz:)
Hamra Caddesi'nde geçirdiğimiz gezinme, yeme-içme, alışveriş dolu anlardan sonra hava alanına doğru yola çıkıyoruz. Dilimizde "keşke birkaç günümüz daha olsa" diyerek:) 


Faydalı Bilgiler...

Bu kadar övgüye layık bulduğum seyahatten bazı detayları paylaşmak istiyorum. Gitmeden otellerle ilgili çok eleştiriye rastlamıştım ve doğrusu çok şaşırmıştım. Biz Coral Suits Hamra'da kaldık. Merkezi, temiz ve kahvaltıları nefis:)Yanında bir de balo salonu bulunuyor; bu sayede ilk gün bir Lübnan düğününe kısa bir süre misafir bile olduk:)
Sazlı sözlü Beyrut gece hayatına da katıldık. Tur rehberimizle gittiğimiz mekan oldukça ilginçti. Yemekler, mezeler çoğu yerde rastladığımız gibi çok iyiydi. Şarkılarla coştuk, dansözle eğlendik. İçeride nargile içilebiliyor bu nedenle ortamı sis basmış gibiydi:) Her kesimden insanı bir arada eğlenirken görme şansımız oldu. Ağır abiler, dekoltesiyle göz dolduran kadınlar, eşarplı eşiyle eğlenen adamlar,... Farklı bir ortama sahip. Biz de oldukça eğlendik doğrusu:)
Lübnan mutfağı genel Türk damak tadına çok uygun bu nedenle "aç kalırım" diye korkmayın. Çok beğendiğimiz bir tat olarak Downtown'ta Al Balad'in özel kebabını tavsiye edebilirim. Görünümü içli köfteye benziyor ama çok farklı!!Al Balad'i de Downtown'da bulmak çok kolay:) Mezelerden öyle çok bahsettim ki artık diğer iki yazıya bakmanızı rica edeceğim:) En sevmediğim restorana gelince Bekaa Vadisi'nde yemek yediğimiz Nabaa Anjar. Tüm Orta Doğu'da yediğim en başarısız et ürünlerini denedim ne yazık ki. Mezeler ve çalışanlar da bir problem yoktu ama işte...Ve tabi falafel :) Falafel için Hamra Caddesi'ndeki iki ünlü mekandan birini tercih ediniz:) 
Alışveriş için şu ana kadar hiç söz etmediğim bir öneri sunuyorum:Zahter! Aktarlardan edinebilirsiniz. Lübnan'da zahter poğaçaya da katılıyor, salataya da...
Güvenlikle ilgili soru işaretleriniz olabilir. Biz gece kendi başımıza çıktığımız ve oldukça geç saatte döndüğümüz zamanlar da dahil hiç sorun yaşamadık. Yalnız araba kiralayacaksanız dikkat! Çok sık kaza oluyor. Hele şehir dışında ters yöne girmiş araçlar bile yoluna devam edebiliyor... 
Mevsim ne olursa olsun aldanmayın, kalın şeyleri valizinize koymayı unutmayın:) 
Son olarak Lübnan, Türkiye'ye vize uygulamıyor.

Son söz...

Benim içinden geçtiğim Lübnan böyle bir yerdi. Yaşadığım tecrübeyi bazen hissi, bazen fazla detaylı anlatmış ama yine de eksik kalmış olabilirim... 
Hiç şüphe yok ki Şehrazad ben olsam, Binbir Gece Masalları hiç bitmez Şehriyar da şuurunu kaybederdi:)*** 
Son olarak neresi olursa olsun gittiğiniz her yerin size öğretecek bir şeyi mutlaka vardır! Tadını çıkarın:)

Not: "Tüm zamanların Venüs'ü / İlk tanışma" başlığıyla konuyla ilgili ilk yazıya; "Tüm zamanların Venüs'ü / Jeita Grotto, Harissa, Byblos" başlığından da konuyla ilgili ikinci yazıya ulaşmak mümkündür.  


*Konuyla ilgili okuma önerisi: Mircae Eliade/ Dinler Tarihine Giriş. Kitap oldukça kapsamlı ancak biraz konuya hakimiyet gerektiriyor. 

**Leland M. Roth/ Mimarlığın Öyküsü. 
***Binbir Gece Masalları'nın iki önemli kahramanı. Binbir Gece Masalları Şehrazad'ın hükümdar kocası Şehriyar'a anlattığı hikayelerin tamamından oluşur.