25 Ocak 2014 Cumartesi

Osmanlı'dan Cumhuriyet'e Çikolatanın Lezzetli Tarihi

Mayalar, Aztekler derken Kolomb almış götürmüş onu yaşlı kıtaya. Kakao kokuları sararken Avrupa’yı şifacılar da pastacılar da düşmüş peşine. Çeyizlere de konmuş, para yerine kullanıldığı da. Zaman gelmiş et suyuna bile karıştırılmış. Her derdin devasıymış. En çok hükümdarlar sevmiş onu bir de bazı kadınlar…Çikolata…Söylemesi bile güzel…

Geçtiğimiz günlerde “Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Çikolatanın Lezzetli Tarihi” başlıklı bir sergi düzenlendi Saint Joseph Fransız Lisesi tarafından. Sergi ilhamını Saint Joseph’in lezzetli bir geleneğinden almış. 
Okulda 1913 yılından 1970’e değin ekmek ve çikolatayla ikindi kahvaltısı tertip edilirmiş. Şimdilerde bu etkinlik yılda bir kere “Petit Pain-ekmek” gününde mezunları bir araya getirmek ve tatlı anıları daha da tatlı kılmak üzere düzenleniyormuş. Buradan yola çıkarak uzun bir hazırlık sürecine girmişler ve bu leziz sergiyi izleyicilerle buluşturmuşlar.
Nestlé sponsorluğunda gerçekleşen sergi ne yazık ki 24 Ocak’ta sona erdi.  İşte bu yazı da bu leziz sergiyi kaçıranlara, göremedik diye hayıflananlara yazıldı….

Resim: http://chocolate.wikia.com/wiki/File:Chocolate-Festival-Kona-Hawaii.jpg

"Güç denen şey, çıplak elle bir çikolatayı dört parçaya ayırabilme, sonra da parçalardan yalnızca birini yiyebilme kapasitesidir" - Judith Viorst *

Kakao çekirdeği...

 MÖ 1500-400 arasında Meksika Körfezi civarında yaşayan Olmekler kakao ağacının bilinen ilk yetiştiricisi oldu. Ancak bu ağaçla ilgili asıl devrim kendilerinden beklenilecek biçimde Mayalar tarafından gerçekleşti. Mayalar kakao çekirdeklerini uygun biçimde yenilip içilecek kıvama getirmeyi başardı. Hatta o kadar ki kakao, zaman içinde Mayalar’ın en önemli besin maddelerinden biri haline geldi. Kakao çekirdeklerinden elde edilen hamurun parçaları uygun miktarda suya karıştırılıp içiliyor; böylece özellikle süt almayanlar için faydalı bir içecek hazırlanıyordu. 

    Saint Joseph Fransız Lisesi 
       Bahçede çikolata afişleri...
MÖ 1300’lerde tarih sahnesine Aztekler çıktığında kakao bambaşka bir değer haline geldi. Tadı ve kokusu bir yana Aztekler kakao taneciklerini para olarak kullanmaya başladı. 
Bu arada tarih boyunca her güzel şeyin tadını varsıl kesim çıkartabildiğinden kakao da artık halkın nadiren tadına varabildiği bir içecek haline gelmişti. 
Hükümdar, rahip ve seçkinler sınıfı sınırsızca kakao tüketebilirken sıradan insanlar için kakao artık yalnızca lükstü. 
1502 Sonbaharında artık kıdemli ve şöhretli bir kaşif olan Kristof Kolomb ve adamları günümüzün Hondruras’ına ulaşmıştı. Burada paranın yerine kullanılan kakao tanelerini gördüler. 
Görmekle kalmayıp bir de kendilerine zevkle ikram edilen kakaoyu da bir güzel içtiler. Fakat o da ne? Bu berbat bir şeydi!! Acı ve ekşiydi. 
Batı ilk defa kakaoyla karşılaşmış ama kesinlikle beğenmemişti. 
Aslında bu kaşif ve adamlarının damak tadının olmamasından kaynaklanmıyordu. Aztek Uygarlığı kakaoyu acılı baharatlarla harmanlanan bir tarife göre ve soğuk hazırlıyordu. 
Aztekler’in de konuştuğu dil olan Nahuatl dilinde “xocolatl” tam olarak “acı su” anlamına geliyordu. Kısacası her şey normaldi :)
Acılığına ve olanca beğenilmezliğine rağmen kakao Honduras’taki tatsız denemenin üzerinden bir yüzyıl bile geçmeden Orta ve Güney Amerika’dan İspanya’ya taşınmaya başlamıştı. 
Bu arada Aztek Uygarlığı da İspanya tarafından tarihe gömülmüş, 16. yüzyılın sonunda kakao ticari bir ürün haline gelmişti bile. 
16. yüzyılın ortalarında saray çevresi çikolatayı denemiş ve revaçta bir tüketim ürünü olarak çok sıcak karşılamıştı. Çikolata bu dönemde halen içilen bir besindi. Üstelik içine Aztekler gibi biber, baharat gibi tadını ekşitecek şeyler de koymuyorlardı. Su, şeker ve kakaodan oluşan tarif sıcak olarak servis edilmekteydi.
17. yüzyılın ilk çeyreğinde 13. Louis, İspanya’dan gelin alınca çikolata Fransız sarayının da gündemine giriverdi. Kısa sürede Avrupa’nın bütün kalburüstü malikanelerinden mis gibi kakao kokusu yükselmeye başlamıştı. 1650’lerde İngiltere’de sıcak çikolata servisi yapan mekanlar açılmıştı. Artık soylular arasında çikolata gerçek bir moda haline gelmişti. Öyle ki bir prensesin çeyizinde bile çikolataya rastlamak mümkündü!

"Şekerci Çikolatacı Saint Joseph"
Türkçe, Osmanlıca, Fransızca tabela...

18. yüzyılın sonlarında kakao öğütme yöntemleri geliştirildi. İngiltere’de ve Kuzey Amerika’da kakao değirmenleri kuruldu. Bir müddet sonra Fransız bir eczacı olan Antoine Brutus Menier tarafından kakao ilaç yapımında kullanıldı. Menier’nin şirketinde erken dönem kakao yalnızca toz ilaçların bir bölümünü oluşturuyordu. 
Artan talebe bağlı olarak Menier tesisini büyük bir fabrikaya dönüştürdü. 1830’larda Menier ürünleri arasında kağıda sarılmış katı çikolatalar da bulunuyordu. 1853 yılına gelindiğinde Menier’nin fabrikası yılda 4000 ton çikolata üretiyordu. Menier Fransa’da ortalığı kasıp kavururken aynı dönemde İsviçreli, Alman ve İngiliz girişimciler de kendi ülkelerinde çikolata endüstrisinin temellerini atmaya başlamıştı.

"Menier Çikolataları: Taklitlerinden sakınınız" 
1892

Osmanlı’dan Cumhuriyet’e…

Osmanlı’da 17. yüzyılın sonlarında kısıtlı bir çevrede de olsa kakao bilinmeye başlamıştı. Bu durum bazı yabancı seyyahların anlatılarına yansımıştır. 19. yüzyılda siyasi ve toplumsal değişim yaşayan Osmanlı ticaret hayatına çikolata da sevilen bir ürün olarak girer. 1840’lı yıllarda Çiçek Pasajı’nın hemen bitişiğinde açılan Cafe Vallaury ** çikolatayı İstanbul ahalisinin gündemine sokan Batılı anlamda pastanelerin ilk örneklerindendir.  
Hatta Osmanlı sarayının da pasta, şekerleme ve çikolata gibi ürünlerde resmi tedarikçisi yine Vallaury ailesinin pastanesidir. 1850’lerde Vallaury ailesine Lebon Pastanesi rakip oluyor. Ve ardı ardına çeşitli çikolatacılar, pastacılar, şekerlemeciler sarıyor Beyoğlu’nu. 
Şenlikli Beyoğlu hayatı daha bir “tatlı” hale geliyor yani. Yine bu yıllarda artık Osmanlı İmparatorluğu’na yurt dışından hatırı sayılır miktarda çikolata sevkıyatı yapılıyor. 


Çikolata bu dönemde yalnızca bir pastane ürünü olarak kalmıyor. İlaç niyetine kullanımı da yaygınlaşıyor. Doktorların diyet listelerinde çikolataya rastlandığı gibi eczanelerde de bulunabiliyor. Eczanede satılması, diyet reçetelerinde yer alması bir tarafa 20. yüzyılın ilk çeyreğine kadar çikolataya sütle beraber şifayı arttırması amacıyla et suyu karıştırılabiliyor. Böylece çikolatanın eşsiz lezzetini ve kokusunu beraberinde kullanılan et suyu ile birleştirmesi hedefleniyor!



Osmanlı az zamanda bu tatlı mutluluk kaynağına kendini kaptırınca pastanelerin üretimi yetersiz kalmış. 1875’ten bu yana dünyayı çikolatayla donatan Nestlé, Londra ve Paris’ten sonraki satış ofisini 1909’da İstanbul’a açıvermiş. Bu yeni marka hem halk düzeyinde hem de saray erkanında büyük beğeniyle karşılanmış. 


Sultan Abdülaziz döneminde Nestlé, resmi olarak sarayın çikolatacısı haline gelmiş. Nestlé aynı zamanda Türkiye’deki ilk çikolata fabrikasının da kurucusu olmuş. Bu ilk fabrika 1927 yılında Feriköy’de faaliyete başlamış. Gelişen yeni Cumhuriyet’le beraber zaman içinde çikolatacılık da gelişmiş…Bir kısmı zamanımıza da ulaşan birçok çikolata üreticisi ortaya çıkmış…

Son Söz...

Günümüzde çikolata kendi mitlerini yaratmayı başarmış bir madde...En özel günler onsuz düşünülemiyor. Kimileri aldığı kilolar için onu suçlarken kimileri onu kışkırtıcı bulmaya devam ediyor. Gerçekten mutluluk kaynağı mı? Çikolata yiyerek intihar edilebilir mi? Asıl fenomen bitter mi sütlü mü? Kokusu mu sesi mi baştan çıkarıcı? 
Bütün merak uyandıran taraflarıyla çikolata her dönem popüler ve her dönem klasik olmaya devam ediyor... 

*The Little Black Book of Chocolate: Essential Guide to New & Old Confections / Barbara Bloch Benjamin / Peter Pauper Press / 2003 /s. 83
**Vallaury ailesi ve İstanbul'a kattıklarıyla ilgili daha önce yazmıştım. Pastacı ve çikolatacı Vallaury'den de bahsetmiştim. Dileyenler buradan okuyabilir. 

13 Ocak 2014 Pazartesi

Anish Kapoor:Müzelere Sığamayan Adam

“Her sanat eseri, çağının çocuğu ve pek çok durumda duygularımızın kaynağıdır. Bundan da anlaşılacağı gibi, uygarlığın her dönemi, asla tekrarlanmayacak olan, kendine özgü bir sanat meydana getirir.” *
                                                                                      W. Kandinsky 

Anish Kapoor Eylül ayından bu yana Boğaz’ın kıyısından İstanbul’un güzel vücudunda mesken tutmuş bulunuyor. “Anish Kappor İstanbul’da” başlıklı sergi öylesine ilgi gördü ki süresi Şubat’a kadar uzatıldı. Genel olarak çok şey yazıldı çizildi ama sonu gelecek gibi görünmüyor. Sergi geçtiğimiz yılın ve içinde bulunduğumuz yeni yılın en önemli sanat olayı olmaya devam ediyor. Hatta sergi, Milliyet Sanat okuyucuları tarafından “2013’ün en iyi sergisi” seçildi bile. 

Sarı / Sabancı Müzesi
Birkaç gün boyunca genç Anish Kapoor ziyaretçilerine rehberlik ettim:)
İlk defa bu kadar genç bir gruba hitap ediyorum:) 
Anish Kapoor, 1954 yılında Bombay’da doğdu. Babası Hindistan donanmasında hidrograf; annesi Irak kökenli Yahudi bir ailenin üyesi. İlk gençliği Kuzey Hindistan’da Dehra Dun adı verilen bölgede geçti.  Çok kültürlü bir ortamdan yetişmesi ilerleyen yıllarda çalışmalarının özgün ve özgür bir biçim ve içerikle harmanlanmasını sağladı. 70’lerden bu yana çağdaş sanatın en etkin merkezlerinden biri olan Londra’da yaşıyor. Hint asıllı bir sanatçı olarak sanat dünyasında kısa sürede tanındı ve gerçekten “çok para eden” bir isim haline geldi. Onlarca ödülü, unvanı, rekor fiyata alıcı bulan eserlere sahip ama bir bu kadar da mütevazı bir sanatçı. Aldığı ödüllere kendine verilen bir sürü nişana falan da pek aldırmıyor doğrusu. Bir röportajında Turner Ödülü’yle ilgili bir soruya “Tuner Ödülü almak önemli diyelim. Ama ödülü aldığımı unuttum. ”**  demişliği bile var. 

Resim: http://www.thetimes.co.uk/tto/arts/visualarts/article3602846.ece
Bir eylemci olarak Anish Kapoor 
Günümüz sanatçılarının genelinin aksine son derece yalın bir anlatımı tercih ediyor. Görsel algıyla oynamaktan hoşlanıyor.  Eserlerinde en önemli noktayı malzeme ve renkler oluşturuyor. Milyonlarca yılda oluşan mermer, oniks kaymaktaşı gibi taşları dünyanın dört bir tarafından topluyor. Taşların bir hafızası olduğuna dolayısıyla da insanlık tarihinin izlerini taşıdığına inanıyor. Taşı biçimlendirirken bilinen, geleneksel yöntemlerden faydalanıyor. Taş dışında başka birçok malzemeyi de taş kadar sık kullanıyor. Balmumu, elyaf, çelik gibi farklı malzemeler bunların başında geliyor. Renklerle ilişkisi daha çok yaşadığı coğrafyaların tecrübesine dayanıyor. Karanlık ve aydınlığın sunduğu ayrışmayı çok sık vurguluyor. Kırmızı ve mavi renklerin siyahtan daha çarpıcı bir karanlık sunduğuna inanıyor.

Resim: http://www.tate.org.uk/whats-on/tate-modern/exhibition/unilever-series-anish-kapoor-marsyas
Marsyas / Tate Modern /2002
Anish Kapoor aynı zamanda etkili bir aktivist. Son zamanlarda gerçekleştirdiği en önemli eylemi ise Çin’in asi çocuğu Ai Weiwei için yaptı. Ai Weiwei bir sanatçı olarak Çin Komünist Partisi’ni şiddetle eleştiren bu açıdan hapse varana kadar çok ciddi baskı gören dünya çapında bir sanatçı. Esasen ikili resmen hiç tanışmamış. Ancak Anish Kapoor başta Ai Weiwei olmak üzere yeryüzünde baskı gören bütün sanatçılara dikkat çekmek için “Gangnam Style for Freedom” isimli bir video çekti. Videoda dünyanın bütün saygın müzelerinden çalışanlar ve Anish Kapoor gangnam dansı yaparken gözüküyor. Bütün dans edenler ve mizansen çok başarılı. Görüntüler aynı zamanda güncel sanat insanları hakkındaki “ulaşılmaz, anlaşılmaz” gibi tanımlamalara “eğlenceli” yi de ekleyecek türden :)  

Ve işte "Gangnam Style for Freedom"  

Tekrar İstanbul'daki Anish Kapoor'a dönecek olursak...
Sabancı Müzesi, Rembrandt’tan Rodin’e Picasso’dan Joseph Beuys’a öyle etkileyici ve yaşadığı dönemin sanatına yön vermiş isimlere ev sahipliği yaptı ki Anish Kapoor’un da Sabancı Müzesi ile yollarının kesişmesi şaşırtıcı olmadı.
 Bu noktada asıl ilginç olan dünyanın bir ucundan tonlarca ağırlıktaki heykellerin İstanbul’a getirilmesi ve sergilenmesiydi. 
Sabancı Müzesi bu aşamada gerçekten zor olanı başardı. 
Heykeller karayolu ile 9 adet tırla İstanbul’a taşındı. İkinci aşama Sabancı Müzesi’ne girecek toplam 110 ton ağırlık için güçlendirme çalışmalarıydı. 
Sergilenecek bazı eserler 12 tonu bulduğundan özellikle bu denli ağır eserlerin sergileneceği mekanlara çelik takviyeler yapıldı. Heykellerin yerleştirilmesi de ayrı bir maceraydı. 3-4 vinç aynı anda çalışarak heykelleri yerleştirdi. Bazen bir duvar kaldırıldı bazen yeni bir duvar inşa edildi. 
Tabi bütün bu aşamalar kaydedildi ve bir belgesel haline getirildi. Dolayısıyla sergi,  dünya çapında eserler ve dünya çapında bir sergileme deneyimi yaşamamızı sağladı.

Erdem / Ejderha ve Mollis / Sabancı Müzesi


Anish Kapoor hala İstanbul’da…Sergi etkinlikleri de bütün hızıyla devam ediyor… Boğaz her mevsim çok güzel...Bilmem anlatabildim mi?  


*W. Kandinsky / Sanatta Ruhsallık Üzerine/ Altıkırkbeş Yayın / s. 35 / İstanbul 2001



















4 Ocak 2014 Cumartesi

Pera Müzesi’nde ‘zamansız’ bir Yıldız...

Cumhuriyet’in ilk yıllarında doğdu. Akademik eğitim alan ilk Türk kadın fotoğrafçı oldu. Nice diyarlar dolaştı binlerce fotoğraf çekti. Birçok teknik imkansızlığın içinde kendine bir stüdyo bile açtı. Birçok kişisel sergiye imza attı. Fotoğrafı hep sanat olarak gördü ve bu doğrultuda çalıştı. Zaman geldi büyük aşkı fotoğrafı bir şairin sevdası için yüzüstü bıraktı. Yıldız Moran bugünlerde Pera Müzesi’nde…


Türk sanatının bazı isimleri karanlıkta kalmıştır. Bir yıldız gibi karanlığı aydınlatırlar da yine de yalnızca tozlu sayfalarda ve az sayıda meraklının zihninde yitip giderler. Yıldız Moran da Türk fotoğraf sanatının az bilinen parlak isimlerinden. Güncel sanatı takip edenler içinse uzak bir isim değil. Zira 12. İstanbul Bienal’inde (2011 / “İsimsiz” / 12. İstanbul Bienali) görülebilecek en önemli birkaç etkinlikten biri Yıldız Moran sergisiydi. 

Yıldız Moran 

Yıldız Moran, genç Cumhuriyet’in Genel Kurmay Dairesi Başkanlığı görevini yürütmüş Ahmet Vahid Moran’ın kızı olarak 1932’de dünyaya geldi. Babası aynı zamanda ilk Büyük Türkçe – İngilizce sözlüğün yazarıydı. Aydın bir kadın olan anne Nemide Hanım’ın kız kardeşi tanınmış yazarlardan Müfide Ferit Tek Hanım’dı. Kalabalık bir aileydi. Vahid-Nemide çiftinin beş çocuğu bulunuyordu. Yıldız, varlıklı ve kültürlü bir ailenin içinde büyüdü.
Eğitim hayatı Robert Kolej’in son yılına kadar gayet keyifli geçmişti. Fakat son sınıfta bir dersten kalınca farklı bir mecraya doğru adım atmış oldu. Öncelikle resim eğitimi almayı düşündü. Ama dayısı ünlü sanat tarihçisi Mazhar Şevket İpşiroğlu, kendisini fotoğraf konusunda yüreklendirdi. “Fotoğraf eğitimi” gibi bir konunun hiç bilinmediği bir dönemde ailesinin imkanlarıyla İngiltere’nin yolunu tuttu. Önce 1951’de Bloomsbury Technical College’i ardından 1952-54 tarihleri arasında da Eailing Technical College’i bitirdi. Böylece bir disiplin olarak fotoğraf tekniğini öğrendi. 



Bu arada Portekiz, İtalya ve İspanya’yı kapsayan bir seyahate çıktı. Bu gezi oldukça verimli geçti. Geziden döndüğünde Avrupa’nın bu renkli coğrafyasından birçok fotoğraf çekmişti. 1953 yılında dönemin şöhretli fotoğrafçıları Adolph de Meyer ve John Vickers gibi isimlerin asistanlığını yaptı. Aynı yıl Cambridge Trinity College’de ilk sergisini açtı. Bu sergide Avrupa seyahatinin fotoğrafları görücüye çıkmıştı. Sergi oldukça beğenildi ve bütün fotoğraflar satıldı. Böylesi bir başarının ardından Londra’daki sergiler birbirini izledi. 


1954’te artık İngiltere macerasının sonu gelmişti. Yıldız yurda döndü. İlk işi dayısı Mazhar Şevket İpşiroğlu ile Anadolu’yu karış karış gezmek oldu. Seyahat süresince asla boş durmadı. Gezi sona erdiğinde Anadolu insanı, yaşam tarzı ve coğrafyasına ilişkin ne varsa artık Yıldız’ın fotoğraflarındaydı. 
Takvimler 1955’i gösterdiğinde Yıldız Moran artık Beyoğlu’ndaydı. Kallavi Sokak 20 numaralı adreste stüdyosunu kurmuştu. Kim bilir nasıl heyecanlar yaşıyordu ve ne fotoğraflar çekmek istiyordu ama ilk önce stüdyo ayakta kalmalıydı. Bu sebepten öncelikli olarak portre  fotoğrafçılığı yaptı. Bir taraftan da gönlünde yatan sanatsal işleri yürütmeye çalışıyordu. Aynı yıl ilk İstanbul sergilerini de açtı. 

Yıldız Moran'ın objektifinden Özdemir Asaf

                                                    "Ama ben en çok şeyi 
                                                     En kısa zamanda sana söyledim...
                                                     Yalnız sana." *

Bütün bunlar gerçekleşirken araya hesapta olmayan bir şey giriverdi. “4 Kasım 1954 saat 11:00’de” aşık olmuştu. Fotoğraflarını bastırmak için doğru dürüst bir matbaa ararken yakışıklı şair Özdemir Asaf’ın sahibi olduğu matbaaya girmiş ve ne olduysa burada olmuştu işte. Özdemir Asaf bundan sonra Yıldız’ın hayatında fotoğrafın en büyük rakibi olacaktı. Yıldız ilk çocuğunu 1962 yılında dünyaya getirdi. Profesyonel fotoğrafçılık kariyerini bebekle beraber noktalamıştı. Bebeğini kucağına aldığında henüz Özdemir Asaf’la evlenmemişti. Evlilik 1963’te gerçekleşecek ve çiftin iki oğlu daha olacaktı. 
Yıldız Moran ilerleyen yıllarda edebiyatla ilgilendi. Çeşitli çeviriler yaptı, sözlükler hazırladı. Fotoğrafla hep ilgilendi ama profesyonelliğe geri dönmeyi asla düşünmedi. 1995 tarihinde Özdemir Asaf’tan 14 yıl sonra hayata veda etti. 

Yıldız Moran'ın fotoğraf stüdyosu dönemin kültür sanat ortamının aynası adeta.
Haldun Dormen'den Mücap Ofluoğlu'na, Halikarnas Balıkçısı'ndan Peyami Safa'ya,...Moran'ın objektifinde kimler yok ki...

Türkiye’nin ilk profesyonel ve ilk akademik anlamda eğitim almış kadın fotoğrafçısı... Ne yazık ki hakkında bilinenler çok kısıtlı. Ama bu kadarı bile ne kadar cesur bir kadınla karşı karşıya olduğumuzu anlamaya imkan tanıyor. Fotoğrafın 1839’da başlayan tarihi içinde Yıldız Moran isimli bir kadın varmış, Türkiye’den çıkmış İngiltere’de kendi başına eğitim almaya gitmiş. Büyük bir aşkla sarıldığı fotoğrafla yaşamını 12 yıl sürdürmüş. Aşk için fotoğrafla vedalaşmış ama asla pişman olmamış bir kadın…Fotoğrafın gölgede kalmış esas kızı…
Yıldız Moran’ın fotoğrafları bugünlerde Pera Müzesi’nde. Sanatçının 1950 ile 1962 arasında gerçekleştirdiği 8000 negatif arasından seçilen fotoğraflardan oluşan sergi “Zamansız Fotoğraflar” başlığını taşıyor. Gerçekten başlığının hakkını veren fotoğraflarla yüz yüze geliyorsunuz.  Yıldız Moran retrospektifi bütün klişelerden uzak fotoğraf arayanlara yeni bir kapı aralıyor. Hem teknik özellikleriyle hem de anlatım diliyle gerçekten alışılmışın dışında bir tat Yıldız Moran…İstanbul, Anadolu, portreler, manzaralar, haller, durumlar basmakalıp kompozisyonun dışına taşmış. Klişe trajik görüntülerden özenle kaçınılmış, kendi çağından kurtulmuş, her çağa nüfuz etmiş ve gerçekten tüm zamanlara ait fotoğraflar ortaya çıkmış
"Zamansız Fotoğraflar" 27 Kasım 2013 ile 19 Ocak 2014 tarihleri arasında izleyiciyle buluşuyor. Son günleri ama halen vakit varken görülmeye değer...

* Özdemir Asaf / Kıvılcım / Sen Sen Sen (1956)