20 Aralık 2015 Pazar

Şehirlerin Kraliçesi Antakya / Dinlerin Buluşma Noktası

İstanbul'un karla kaplı olduğu bembeyaz bir gecenin sonlarına doğru, Sabiha Gökçen Havaalanı'ndayım. Kulaklarımda "Her yerde kar var/ Kalbim serin bu gece..." çalıp duruyor. Atmosfer romantik, İstanbul bugün kar tatili nedeniyle şiddetle kapalı. Kar içimde aksiyon filmlerinde aniden etrafı saran buz tabakası gibi yayılıyor. Her iptal olan uçuş anonsuyla içim daha da buz tutuyor. Elimdeki sabah kahvesine bedenimden dalga dalga taşan vesveseler karışıyor, karışıyor, karışıyor...Ümitlerimin suya düşmesi an meselesiyken tam saatinde uçuş çağrısı yapılıyor. Tipi altında özçekimleri, toplu fotoğraflara devşiren yolcularla uçağa doluşuyoruz... 
 Borajet Magazine için Antakya'yı keşfetmek gibi keyifli bir işi üstlenmiş durumdayım. Yıllar önce uzun sayılabilecek bir Suriye seyahati dönüşünde alelacele sokaklarında dolaştığım bu kenti şimdi boydan boya katedeceğim...

Antakya Türk Katolik Kilisesi

 Hava inatla muhalefet ettiğinden yolculuk beklediğimden uzun sürüyor. Kar kokan İstanbul'u bırakıp güneşin göz kamaştırdığı Hatay Havaalanı'na iniyorum. Alanda beni doğma büyüme Antakyalı olup, seyahatim süresince bana eşlik edecek olan Mehmet Bey karşılıyor. Kendisinden bir gece önce feci bir yağmurla şehrin bazı bölgelerini sel bastığını öğreniyorum. Yıllar önce bu şehre ayak bastığımda yine yoğun bir yağmurla Asi taşmış, şehri sel almıştı. Bunu kaderin bir cilvesi olarak kabullenip, otele falan yerleşmeden, şehrin dokusuna bırakıyorum kendimi.   


Antakya Protestan Kilisesi
Protestan Kilisesi beklenebileceği gibi sade bir mimari anlayışı yansıtıyor inanç gereği.

 Mezopotamya'yı Akdeniz'e kavuşturan limanları, coğrafi konumu, Asi'nin beslediği verimli topraklarıyla tarih boyunca hep gözde bir bölge olmuş Antakya. Şehrin tarihi de neredeyse insanlık tarihiyle başlıyor. Ben kentin kadim yüzyıllarında kendimi kaybetmeden önce yaşamın ritmine karışmak peşindeyim... Ama o pek öyle kolay değil! Medeniyetler Şehri demişler buraya, anlatacak çok şeyi olan bilge bir kraliçenin karşısındayım. Bir şekilde kendimi Protestan Kilisesi'nin önünde ve sonra da içinde buluyorum. Bu şehirde hangi kitaba inanırsanız inanın, bütün tapınaklara zile basıp girebilmek gibi bir özgürlüğünüz mevcut. Tıpkı sloganı gibi bir yer burası:  Barış, kardeşlik ve hoşgörü kenti.


Saray Caddesi şehrin hareketli noktalarından biri


Habib-i Neccar Camii avlusu...

Şehri keşfetme azmim beni Doğu yakasına doğru sürüklüyor. 
Anadolu'nun en eski camisi olarak bilinen Habib-i Neccar Camii'nin önünde duruyorum. Daha önceden aceleyle önünden geçtiğim bu efsanevi yapıya şimdi doya doya yakından bakabilirim. Habib-i Neccar Camii hem Hıristiyanlar hem de Müslümanlar için kutsal bir mekan. 
 Anlatıya göre, bir zamanlar Antakya'da işinin ehli bir neccar (marangoz) yaşardı. Bu neccar kazancı çok olmasa da muhtaçlara, hastalara, yoksullara her daim yardım etmekten geri durmazdı. Gel zaman git zaman neccarın oğlu amansız bir hastalığa tutuldu. Neccar oğlunu da alıp Silpius Dağı'nda (Habib-i Neccar Dağı) inzivaya çekildi. Tam bu sıralarda İsa'nın havarilerinden Yuhanna ve Pavlus, peygamberin emriyle Antakya yoluna düştü. Dağı aşacakları sıra neccarla karşılaştılar. Kendilerini tanıtsalar da neccar onların İsa'nın takipçisi olan kutsal kişiler olduğuna bir türlü inanmadı. Yuhanna ve Pavlus'da neccarın oğlu için tanrıdan şifa diledi ve çocuk hastalıktan kurtuldu. Neccar kendisine gösterilen bu mucizeyle havarilere inandı ve getirdikleri dine de iman etti.
Yuhanna ve Pavlus Antakya'ya indi ve İsa'nın öğretisini yaymaya koyuldu. Ne var ki şehirde her şeye hükmeden tek tanrı fikrini izah etmek kolay değildi. Ama şifa dağıttıkları hakkındaki söylenti aldı yürüdü. Şehrin valisi havarileri şarlatanlıkla suçlayıp hapsetti. İsa, uzun süre Yuhanna ve Pavlus'tan haber alamayınca Barnabas'ı da Antakya'ya yolladı. Barnabas, Yuhanna ve Pavlus'u  bir şekilde zindandan kurtarmayı başardı. Havariler yeni inancı anlatmayı sürdürdüler; bir taraftan da şifa dağıtmaya devam ediyorlardı. Kısa sürede Yuhanna ve Pavlus'un büyücü olduğuna dair dedikodular çıktı. Büyücülük büyük bir suçtu ve bu suçu işleyenler ortadan kaldırılmalıydı. Halk büyücüleri öldürmek üzere planlar yapmaya başladı.
 Haberi duyan Habib-i Neccar bu kutsal kişilere bir zarar gelmesin diye Antakya'ya geldi ama halk onun sözüne kulak asmadı. Tam aksine daha büyük bir öfkeye kapıldılar. 
İsa'nın takipçileri ve Habib-i Neccar şehit edildi...
Gel zaman git zaman dünya değişti, insanlar değişti, tanrılar değişti ve takvimler 636 yılını gösterdiğinde Antakya İslam diniyle tanıştı. İşte tam bu dönemde şehrin ilk Hıristiyan şehitlerinin mezarları bulundu ve kendilerine bir türbe, yanına da cami yaptırıldı... 
Yüzlerce yılda Yuhanna, Pavlus ve Habib-i Neccar içerikli birçok efsane dilden dile aktarıldı. Yukarıda okuduğunuz da onlardan yalnızca biri. Günümüzde Habib-i Neccar'ın ve havarilerin yattığına  inanılan türbe her yıl yüz binlerce ziyaretçiyi ağırlıyor. 

Habib-i Neccar Camii tarihsel serüveninde şehrin el değiştirmesiyle kilise olarak da kullanılmış. Sonra yeniden cami olmuş. Değişik zamanlarda doğal afetlere göğüs germek zorunda kalmış. Günümüzdeki görünümünü daha çok 19. yüzyılda Osmanlı hakimiyetindeyken kazanmış.

Esasen Habib-i Neccar Camii tek başına bile Antakya'nın ruhunu yansıtan bir yapı. Anadolu'nun bu ilk camisi, bir Hıristiyan'ın adını taşıyor. Habib-i Neccar'ın ve havarilerin türbelerine her iki dine gönül vermiş insanlar girip dua ediyor. Ben de böyle bir anı yaşamak için türbeye iniyorum. Biraz mesleki meraklar, biraz atmosfer; Habib-i Neccar camii tam yüreğime dokunuyor. Bu cami, bu şehir, bu gök kubbe, içim içime sığmıyor, şehrin nefesini hissetmeye başlıyorum...


Sokaklar...







Eski Antakya sokakları...



Habib-i Neccar'ın uhrevi havasına kapılsam da  yoluma devam ediyorum.  Eski Antakya sokakları, hani şu belgesellerde gördüğümüz, fotoğrafçıların akın akın geldiği daracık sokakların olduğu bölge şehrin Doğu yakasında kalıyor. Bir vakitler buralar varlıklı insanların yaşadığı şen bir mahalleymiş. Şimdilerde sit alanı ilan edildiğinden daha çok dar gelirli ailelere mesken olan, biraz hüzünlü bir mahalleye dönüşmüş. Bu sokaklarda yürümeyi tarif edemiyorum. Yıllar önce geldiğimde de aynı hissi yaşamıştım.  Duvarlarda #şiirsokakta etiketinin hakkını veren dizeler, sıvası dökülmüş duvarlar, seyyar satıcılar, sokaklarda koşturan rengarenk giyinmiş çocuklar, itiverseniz hemen aralanacak kapılarla yüklü sokaklardan geçiyorum. Bu mahallenin bir ucunda Türk Katolik Kilisesi yer alıyor. Çıkmaz bir sokağın, çabuk gölgelenen kuytusunda bir kilise. Hatta tabelası olmasa pekala mahallenin şanına yakışır bir ev havasına sahip.  


Türk Katolik Kilisesi




Antakya Türk Katolik Kilisesi'nin çan kulesi.
Antakya'ya gelip burada fotoğraf çekmeyeni çok ayıplıyorlar desem yeri. 
Minare ve çan kulesi aynı karede...

Türk Katolik Kilisesi'nin o mütevazı kapısını geçip, minik bir tünele ulaşıyorsunuz. Birkaç saniye sonra içinde bulunduğunuz bahçenin güzelliğine vuruluyorsunuz.  Bir ilizyon. Kutsal Kitap'ta bahsi geçen o ünlü cennet bahçesindeyiz. En azından bir kilise bahçesi olarak gayet kutsal bir yerdeyiz! Bahçe, dallarından taşan portakal yüklü ağaçların gölgeleriyle kış güneşine direniyor. Işık ve gölge bir Monet tablosunun içine düşmüş gibi titreşiyor...
Bir önceki Antakya seyahatimde kısacık bir an için uğramıştım buraya. Burnumda portakal kokusu bir de üst terasta miniminnacık çan kulesinin yanında çekilmiş bir fotoğraf kalmıştı bana yadigar. Demem o ki birazcık bildiğim bir mekandayım. Bahçenin tadını doyasıya çıkarıp üst tarafa yöneliyorum. O bildik çan kulesi ve Habib-i Neccar minareli klişe fotoğraf, evet! Ve fakat yine güneşin esiriyim, yine beklenen performansı gösteremiyorum! Ama bu bahçe, bu kent öyle büyüleyici ki bu karenin eksik kalmasını sorun etmiyorum...
Ayin saati olmadığından asıl ibadet mekanına da girme fırsatım oluyor. Birkaç evin birleştirilmesiyle meydana getirilen bu minyatür manastırda ibadet mekanı oldukça küçük. Doğu kilisesi özellikleri gösteren bu kilisecik Aziz Pavlus ve Petrus'a adanmış. 




Türk Katolik Kilisesi

 Akreple yelkovan fütursuzca birbirini kovalarken Türk Katolik Kilisesi'nden ayrılık vakti gelip çatıyor. Çok uzaklaşmadan Antakya Sinagogu'nun kapısını çalıyorum. Beni Antakya Musevi cemaatinin tanınmış yüzü Harun Bey karşılıyor. Küçük bir sinagog Antakya'nınki. Zamanında Antakya'da Musevi yerleşimi oldukça fazlayken bir kısmı İsrail'e, bir kısmı büyük şehirlere, hatırı sayılır bir bölümü de denizaşırı ülkelere göç etmiş. Cemaatten geriye küçük bir grup kalmış. Haron Bey'le oturup eski Antakya'dan, Musevilik'ten ve Haron Bey'in ilginç yaşamından söz ediyoruz. Türkiye'de Musevi olmanın tarihsel serüvenini birinci ağızdan dinliyorum, üstelik bir sinagogun içinde!  


Sinagogun Teva'sı
Teva sinagoglarda dua okunan kürsüye verilen isim.
Tam Teva'nın baktığı noktada da Tevrat metinlerinin olduğu kısım bulunuyor.

Antakya Sinagogu'nun ceylan derisi kutsal metinleri...
El yazması olarak hazırlanmış  metinler ,yaklaşık 300 yıllık ve Tevrat'ın tamamını içeriyor.



Musevi cemaatinin Antakya'daki mevcudiyeti neredeyse yirmi beş asırlık bir zaman dilimini kapsıyor. Şehrin Doğu yakasındaki o daracık eski sokaklarda  Antakyalı Yahudiler yaşarmış. Mahallenin şimdiki adının Zengin Mahallesi olması bir tesadüf değil yani, bir zamanlar gerçekten öyleymiş.   
Kış ayazında içimi ısıtan uzun bir sohbetin ardından Haron Bey'le vedalaşıyorum. Gülümseyen yüzü aklımın bir köşesinde kalıyor... Yeniden Antakya sokaklarına atıyorum kendimi...






Antakya'da eski sokakların girişinde küçücük dükkanlar yer alıyor. Herhangi bir şey için içeri girerseniz sizi ev yapımı mis gibi nane likörüyle ağırlıyorlar. Bir taraftan muhabbet, bir taraftan alışveriş, bir taraftan nane likörü...
Bu dükkanların popüler ürünleri ipekli kumaştan yerel giysiler, mozaik panolar, küçük biblolar olarak sıralansa da benim favorim serpantin denilen artık Hatay'la özdeşleşmiş bir tür doğal taştan yapılan bibloları. Bu biblolar üzerinde şehrin geçmişini yansıtan sahneler ağırlıkta. Müzede gördüğünüz herhangi bir heykelin, küçük versiyonuna  bir vitrinde rastlamanız an meselesi. Ayrıca şehrin çok kültürlü, barışçıl yaşantısı da bu simsiyah taşta hayat bulan konuların başında geliyor. Şehir merkezinde kime sorsanız bilinen noktalardan Kurtuluş Caddesi üzerindeki Bostancı El Sanatları ve Mozaik'te Mehmet ustanın elinden çıkma harika serpantin biblolara sahip olabilirsiniz.  

 
Bostancı El Sanatları ve Mozaik'ten Mehmet ustanın vitrininden bir kuple.


Antakya Ortodoks Kilisesi

Kurtuluş Caddesi'nde bu sevimli dükkancıklarda vakit geçirmeye doyamasam da yavaş yavaş yeniden Saray Caddesi yoluna giriyorum. Bu sefer haritamda Antakya Ortodoks Kilisesi görünüyor. Antakya Ortodoks Kilisesi'ni açıkken bir türlü yakalayamıyorum ama Antakya Ortodoks Kilisesi manzarasına hakim enfes Antakya yemekleri yapan bir mekan keşfediyorum: Leban Restoran.
Leban Restoran şehrin tam kalbinde, Ortodoks Kilisesi tam bitişiğinde, içli köfteler, humuslar, Leban dürümler tam Antakya lezzetinde.  Mekanın işletmecilerinden Doğan Bey'le tanışıyorum, kendisi büyük bir konukseverlikle beni karşılıyor. Doğan Bey bana Leban, Antakya ve Antakya mutfağıyla ilgili tüyolar veriyor.
 Kendisinden bazı akşamlar fasıl heyeti olduğunu da öğrenince; Antakya'daki ilk akşamımı Leban'ın güzel sofralarından birine kurulup, Ortodoks Kilisesi'nin huzurlu görüntüsü eşliğinde geçirmem kaçınılmaz oluyor.


Leban'ın mutfağından içli köfteler ve Leban dürüm.

Leban'dan mezeler: Ali nazik, humus ve cacık.
  Cevizli biber, en sevdiklerimden

 Antakya'da güzel insanlar tanıyıp, yeni yerler keşfettiğim ve yerel tatlara doyamadığım bir günün ardından Asi Nehri'ne bakan otel odama gitme vaktim geliyor. Kent merkezindeki Büyük Antakya Oteli'nde kalıyorum. Burası aynı zamanda Hatay'ın en eski otellerinden biri. Birçok yere yürüme mesafesinde ve Antakya seyahati için oldukça tercih edilebilir bir alternatif olduğunu da söylemek gerek.  Antakya'da her bütçeye uygun konaklama seçenekleri bulmanız olası. Bütün yazı boyunca anlattığım her yere çok yakın mesafede bulunan Çankaya Konakları da bunlardan biri. Kurtuluş Caddesi üzerindeki Çankaya Konakları, Antakya'nın tarih kokan binalarından birinin restore edilmesiyle yeniden hayat bulmuş bir yapı. Nostaljik çizgiler taşıyan dekorasyonu ve ideal lokasyonuyla Çankaya Konakları, gezginleri mutlu edebilecek seçeneklerden biri.


   Çankaya Konakları Butik Otel

Çankaya Konakları Butik Otel


Yazının son fotoğrafı Borajet Magazine yazdığım Hatay yazısından...

 Veda Busesi

Eğer bir seyahat yazısı yazmaya niyetlenmişseniz ve söz konusu şehir Antakya'ysa anlat anlat bitiremeyebilirsiniz. İşte bu yazı da bu sebepten şimdilik noktalanmak zorunda. Tabi ki Antakya böyle tek bir yazıyla kalamaz, kalmayacak. Devam yazılarında müzeleri, kutsal mekanları, sokakları, çarşıları, restoranları, otelleri, yeni tatları seyahat severlerle paylaşmayı sürdüreceğim. Daha Antakya'ya kar yağacak, künefeler tadılacak, süvari kahvelerle sohbetler yapılacak...


8 Aralık 2015 Salı

Sophia Loren, Sophia Loren'i anlatıyor...

Ben öyle kalkık bir burun istemiyordum. Güzelliğimin yüzümdeki pek çok düzensizlik sonucunda oluştuğunun farkındaydım. Kazanacak ya da kaybedecektim ama hangisi olacaksa yüzüm özgün haliyle kalacaktı. 

Bu cümleler Akdenizli kadın güzelliğinin prototipi Sophia Loren'e ait. Güzel yıldıza bu cümleleri kurduran kişi ise kaderin cilvesiyle Carlo Ponti.  Artist olmak için çırpınan bir genç kıza verilmiş "basit" bir estetik tavsiyesi...Nereden bilsin Carlo Ponti bu kocaman gözleri olan, uzun burunlu kıza çaresiz bir aşkla tutulacağını, aşklarının Vatikan'ı bile kızdıracağını, ölene kadar bu esmer tene esir olacağını...


Mevsim sonbahara dönmeye yüz tutmuşken yine yollara düşüyorum. Kitaplığımdan "özene bezene alınmış ama bir türlü okunmaya fırsat bulunamamışlar" bölümünden Sophia Loren imzasını taşıyan Dün, Bugün,Yarın: Bütün Hayatım isimli biyografiyi çantama atıveriyorum. Kitabın kalın, dokulu cildi hoşuma gidiyor. Aylardan Eylül ve ben Karadeniz'e gidiyorum.  Yazın bile yağmura kendini teslim etmekten çekinmeyen oyun bozan bir sahil kasabasına doğru yol alırken plaja serilme hayalleri ister istemez zihnimde filizleniyor.
Cide'ye indiğim anda atmosfer bana "al sana güneş, biraz da rüzgar" diyor. Bu kadarı denizle buluşmam için bana fazlasıyla yetiyor. Ve bu güzel güneşli günlerde Sophia Loren bana hayatını anlatıyor. Sahildeki taşlara, iri kum tanelerine, hatta arada bir üzerine damlattığım deniz suyuna da aldırmıyor. Sayfalar ilerledikçe bronzlaşmaktan çok hoşlandığını öğreniyorum. Kısacık set aralarında bile hemen güneşlenmeye çalıştığından söz ediyor. Bu sayede kendisini güneşin altında bıraktığım için duyduğum vicdan azabı hafifliyor. Karadeniz'de sonbahar güneşi altındayız pek etkilenmeyiz diye düşünüyorum. Zira bağırsam duyulacak mesafeden şemsiye taşımaya üşeniyorum.    



 Sophia Loren'in anlatım dili masmavi gökyüzüne serpiştilmiş bulutlar gibi: Renkli, aydınlık ve yumuşak. Sözcükler dünyasından yaptığı tatlı seçimler sayfalar arasında gezinirken "ne kadar dürüst davranmış" hissini yaratıyor. Ebeveynleriyle ilgili olan bölümde gerçekten samimi olduğunu anlamak zor değil. Babasının istemediği bir bebek olarak doğmasıyla başlayan güçlüklerle dolu bir çocukluk... Pek de peri masalına benzemeyen şöhret olma süreci... 
Gönül işlerini yazıya dökerken biraz daha eli sıkı ilerliyor. Cary Grant'la olan ilişkisinden hep Grant'ın tek taraflı duyguları üzerinde duruyor ki böyle olmadığını cümle alem biliyor. Sophia Loren'in Cary Grant'ı romantik, duygulu, yakışıklı ve haddini bilen bir erkek. Cary Grant'ın kendisine yaptığı evlenme teklifinin hala ayaklarını yerden kestiğini fark etmemek imkansız! Diğer yandan Cary Grant'la olan bu duygusal çekimin Carlo Ponti cephesinde yoğun ve mutlak bir kıskançlığa sebep olduğu da apaçık ortada. Açıkçası Cary Grant'ın varlığı, Carlo'yla olan ilişkisini kolaylaştırmış gibi görünüyor. Bilindiği gibi bu iki erkeğin çarpışmasında zafer kilise önünde utanç içinde kalmayı göze alan Carlo Ponti'nin oluyor. 

Cary Grant ve Sophia 1956

Sophia Loren sinemanın dişilerinden bahsederken de biraz tutumlu davranıyor. Kendinden önceki kuşağın kadınlarından genelde hayranlık dolu ifadelerle söz ederken çağdaşları için daha mesafeli bir tavır sergiliyor. Yalnız açık biçimde Elizabeth Taylor'dan pek hoşlanmadığını söylemek mümkün. Laf aramızda Elizabeth'in de Sophia'ya ya pek bayıldığı söylenemez. İkilinin arasındaki konu tabii ki o enfes sesli adam Richard Burton. Sophia kitabında Burton konusunda hep arkadaşlıktan dem vursa da Elizabeth'in yaşamını anlatan her yerde bizzat Elizabeth tarafından tam aksi ima edilir. Sophia'nın kitabı üzerinden biraz dedikodu yapmış olabilirim ama o kadar olsun!
Sinema dünyasından söz etmişken Sophia Loren'in anılarında yer tutan diğer bir güzel kadın Audrey Hepburn. İki kadın İsviçre'de bir dönem komşu olmuş. Sophia Loren'in anlatımıyla bir yemek maceraları var ki formda kalmanın farklı yollarını göstermesi açısından son derece ilginç:

1957'nin Noel tatilini yeniden karlı Bürgenstock'un huzurlu ortamında, annecik ve Maria ile birlikte geçirdik. Bizim gibi sakin ve gözlerden uzak olmayı seçen komşularımız Audrey Hepburn ve Mel Ferrer ile ormanların içinde yaptığımız yürüyüşlerde karşılaşıyorduk. Ölçülü ve saygılı bir dostluk, tatlı bir arkadaşlık yaptık. 
Bir gün Audrey bizi öğle yemeğine davet etti, Mel iş için bir yere gitmişti. Evleri yürüme mesafesindeydi; karların içinde sessiz ve sakin bir yürüyüş yaptık. Göle bakan minik bir tepenin üstünde, ışıl ışıl, beyazlara bürünmüş harika bir villaydı. Audrey de bembeyaz giyinmişti,bir-iki çiçek ve pek çok mumla süslediği sofrası da bembeyazdı. Saflığın zirvesinde bir davetti. 
"Burası büyüleyici bir yer," dedim. O da tatlı tatlı, "Yalnızlığa ve güzelliğe ihtiyacım var," diye yanıtladı beni.
Bol bol sohbet ettik,sinemadan,ortak arkadaşlarımızdan konuştuk.Evini gezdik. Sonra telaş etmeden sofraya geçtik.Yemekten önce bir aperatif ya da benim ilk görüşte öyle zannettiğim bir tabak geldi. Bir marul yaprağı, bir top taze peynir ve üzerine kondurulmuş ahududular. Yandaki tabakta da çıtır çıtır ve minik bir ekmek dilimi vardı. Söyleşimiz pek hoştu, ahududular da öyle ama tabaklarımızı almaya geldiklerinde Audrey ayağa kalktı ve o uçucu, hassas, kusursuz gülümsemesiyle şöyle dedi: "Çok fazla yedim" Demek ki yemek sona ermişti. Ben diplomatik sözlerle devam ettim:"Çok yedik evet, çok da lezizdi!" Açlıktan ölmek üzereydim ve eve dönünce kendime bir sandviç yaptım.  
    
Sophia Loren'in anılar sandığından okuyucuları için seçtiği fotoğraflar...

Anılarla, arkadaşlarla, aileyle, sinemayla ve bol bol Napoli'yle örülmüş bir kitap içinde satırdan satıra geziniyorum. Karşıma Marcello Mastroianni, Paul Newman, Charlie Chaplin, Clark Gable gibi sinema tarihinin gelmiş geçmiş en unutulmaz jönleri çıkıyor. Hayatına giren her aktöre övgüler dizerken Marlon Brando'ya takmış olmasına şaşırmıyorum. Bu kadar mükemmelliyetçi bir karakterin Marlon kadar küstah bir adamla uzlaşamamasını normal buluyorum.
Napoli'ye gelince, Sophia Loren Napolili ve  Napoliler'de görülen yoğun hemşehricilik kitabın iliklerine kadar işlemiş bulunuyor. 


Carlo Ponti'li anlar...

  Carlo Ponti'siz bir Sophia Loren biyografisi düşünülemeyeceğinden bu kitabın star erkeği kaçınılmaz olarak Carlo Ponti. Sophia Loren efsanesini yaratan adam Carlo. En azından kendisi bu şekilde anılıyor. Ancak geriye dönüp bakıldığında,  Sophia Loren kendisine yapılan yatırımdan fazlasını Carlo Ponti'nin yaşamına katmış gibi görünüyor. Yani şu anda Carlo Ponti'den bu denli heyecanla söz ediyorsam ve bunun nedeni bile Sophia Loren'se daha ne diyebilirim ki? İki hayatın birleşmesi efsaneler yaratabilir bazen...

Veda Busesi

Dolu dizgin bir hayatın eşsiz kahramanı Sophia Loren.
 Kendi mükemmelini yaratmaya çalışmış bir kadın. Güneşin altında yazdıklarını okurken kahkahalarla güldüğüm de oldu; hüzünlenip uzaklara daldığım da... İlk defa bir sinema yıldızının hayatı algılamasını ve kendini var etme biçimini kendime yakın hissettim. Sophia Loren'in kalemiyle farklı kapıları araladım...
80 yaşını devirmiş bir ikonla sinemanın, aşkın, yaşamın, güzelliğin sihrine kapıldım...
Kırmızı Kedi Yayınevi'nden çıkan Dün, Bugün, Yarın: Bütün Hayatım isimli Sophia Loren kitabını takdimimdir... 


* Bütün alıntılar Sophia Loren'in yazdığı "Dün, Bugün, Yarın: Bütün Hayatım" isimli kitaptan yapılmıştır.






4 Aralık 2015 Cuma

Kızıl Ordu ve Kahraman Fetisov

Bu bir Slava Fetisov ve onun ait olduğu Kızıl Ordu'nun yazısı. Fetisov bir kahraman. Buzun üzerinde Sovyetler'i başarıdan başarıya taşımış bir asker. Ama bildiğiniz askerlerden değil! Kızıl Ordu da o bildiğiniz Kızıl Ordu değil zaten...Şampiyon bir takımın bir ülkeyi yüceltme hikayesi...Buzun üzerinde Sovyetler'in kapitalizmi devirme mücadelesi...Sovyetler Birliği'nin milli buz hokeyi takımı: Kızıl Ordu!



Alelacele baktığım bir film kataloğundan seçtiklerimi gişedeki görevliye sıralıyorum. Her zaman olduğu gibi burnumun dibindeki festivale bilet almak için fazlasıyla gecikmişim. Bu nedenle seçtiğim filmlerin en az yarısına yer kalmamış. Pek kederlenmiyorum. Doğrusunu söylemek gerekirse son birkaç yıldır festival zamanı hep seyahatte olduğumdan, aldığım biletler öylece çöpe karışıyor.  Çalışma masamın çekmecesinde biletler beklerken yine yolculuğa çıkıyorum. Döndüğümde festivalin son günü gelip çatmış bile. Tam hepsini kaçırdım derken son gün için bir biletim olduğunu fark ediyorum. Biletin üzerinde Red Army yazıyor. İtiraf edeyim yorgunluktan elimi bile kaldırasım yok ama biletin üzerinde yazan film adına tav olmuş durumdayım. Birkaç sokak ötedeki sinemaya gidip yerime oturuyorum...
Yazının bundan sonrası bildiğiniz spoiler içeriyor, dikkat dikkat!
İşte o gün, o salonda buz hokeyi hayranı oluyorum; Kızıl Ordu taraftarı oluyorum; Slava Fetisov kahramanım oluyor...Ve Sovyet sistemi bir kez daha kalbimi kırıyor.
Sonra birçok kişiyle konuşuyorum. Nedense belirli bir yaşı devirmiş insanların konuya aşina olması gerekir fikrine sarılıyorum. Ne çere ki "Buz hokeyi pek ilgi alanıma girmiyor" cevabı yüzüme kapanan bir kapıya dönüşüyor. Devamında daha fazla bilgi, daha fazla doküman peşine düşüyorum.


Kızıl Ordu...Ulusal Forma Aşkına...

 Joseph Stalin tarafından kurulan bir takım Kızıl Ordu. Kırmızı formaların üzerinde kocaman beyaz harflerle CCCP yazan, en iyi olmayı ulusal onur meselesi haline getiren bir sistemin takımı. 
Kızıl Ordu'nun benim anlatacağım bölümü 60'ların Moskova'sında başlıyor. Hikayenin kahramanı mavi gözlü, sarışın bir çocuk. Çocuğun adı Viacheslav Fetisov ya da daha bilinen haliyle Slava Fetisov. Zor bir hayatın içinde büyüyor Slava. Yaşadıkları daireyi üç aileyle paylaşıyorlar, evlerinde tuvalet yok, akan su bile yok. Ama çok mutlu bir çocuk, mutluluğun sırrı hokey. Slava'nın çocukluğunda buz hokeyi Sovyetler Birliği'nin milli sporu gibi. Müthiş seviliyor dahası en iyi oyuncuları yetiştirmek ve en iyi oyunu sergilemek için muazzam bir çaba harcanıyor.  
Yetenekli Sovyet çocukları küçük yaşta seçmelere katılıyor. Slava da bu çocuklardan biri. Ailesi ona kask, eldiven, paten gibi hokey  malzemelerini alabilmek için yıllarca para biriktiriyor. Slava bu seçmelere ikinci katılışında takıma girmeye hak kazanıyor.        
Bu tarihlerde Kızıl Ordu'nun baş koçu efsane isim Anatoli Tarasov. Tarasov aynı zamanda Kızıl Ordu'daki mükemmel işleyişin kurucusu; hokeyle ilgili birçok kitabı da bulunan özel bir kişilik. En iyiler arasından mükemmelleri yetiştirmek gibi bir ideale sahip. Bunu yaparken çocuklara öncelikle vatan sevgisini aşılıyor. Birlikte hareket etmenin ve takım olmanın değerini anlatıyor. Bir anlamda Sovyetler'in hayata geçirmeye çalıştığı toplumun hokey versiyonunu yaratmaya çalışıyor. 
Tarasov, Slava'daki potansiyeli akıllıca işliyor ve 16 yaşına geldiğinde bu genç çocuk milli takımın yıldızı haline dönüşüyor. İlk defa uçağa binmesi de bu yaşına rastlıyor. Takımıyla birlikte haftada bir kalan uçakla Kanada'ya seyahat ediyor. Uçakta yalnızca hokey takımı bulunuyor ve tabii bir de KGB. Uçaktan iner inmez KGB ajanları takımın pasaportlarını topluyor; olası bir kaçış girişimini engellemek önemli. Fetisov ve birçok arkadaşı bunun nedenini en başta kavrayamıyor. İnsan neden Moskova'dan başka yerde yaşamak ister ki?..
Kanada'da beş yıldızlı bir otele yerleştiriliyorlar. Her oyuncuya bir oda veriliyor. Kış günü yaz sebzelerinin reyonları doldurduğu marketleri, binlerce kanalı olan TV'leri görüyorlar...Ama en çok her gün balık bulunabilmesine şaşırıyorlar. Çünkü Sovyetler'de yalnızca haftanın bir günü balık satılıyor. "Balık Perşembesi" diye bir şeyin Kanada'da ve başka bir sürü ülkede olmadığı gerçeğini kabullenmeleri zaman alıyor.  Devletin verdiği 48 Dolar harcırahla ülkelerine sokabilecekleri türden ürünleri satın alıyorlar.
Maç zamanı gelip çattığında herkes bu genç takımın başarısızlığına kesin gözüyle bakıyor. Fakat "Rus işgalciler" denilip, hakir görülen Kızıl Ordu beş oyun üst üste Kanada'yı yenmeyi başarıyor.
 Kanada zaferi Kızıl Ordu'yu dünya çapında popüler hale getiriyor. Anatoli Tarasov'un takımı rüzgar gibi esiyor. Derken Brejnev'in de seyircileri arasında bulunduğu bir maç esnasında çıkan bir olayla Anatoli Tarasov görevden alınıyor.  

"Rus hokeyinin babası" olarak anılan Anatoli Tarasov 

Tarasov'un kovulması takım içinde deprem etkisi yapıyor. Yine de kimse tepki gösteremiyor. Leonid Brejnev'e kafa tutmanın bedeli Sibirya'da ölüm. 
Kısa süre sonra yeni koç takımın başına geçiyor. Viktor Tikhonov, KGB şefinin adamı. Dünyadaki en iyi takımın yeni koçu ne yazık ki zavallı bir yöntemle, adam kayırmayla seçiliyor. 
Tikhonov'un saçma sapan otoriterliği ve katı tutumu kısa sürede  takımı bezdiriyor. Sıklıkla o kadar şuursuz hareket ediyor ki maç sırasında oyunculara hakaret edebiliyor, kafalarına bir yumruk indirebiliyor. Yine de oyuncular Tarasov'un öğrettiklerini uygulamaya devam ediyor. Bu nedenle takım her durumda kazanan olarak Sovyetler'in yüzünü ağartmayı sürdürüyor. 
Takımda asıl kırılma 1980 Olimpiyatları'nda yaşanıyor.
Takvimler Şubat 1980'i gösterdiğinde, Soğuk Savaş'ın zirvesinde yer alan iki ülke Olimpiyat oyunları için  buz üzerinde karşı karşıya geliyor. Gergin geçen oyunları beklenmedik bir biçimde Amerika kazanıyor. Alınan galibiyetle bütün Amerika sokağa dökülüyor, başkan Carter canlı yayınlara bağlanıyor. Amerika'nın zafer sarhoşluğuyla kendinden geçtiği bu anlar Kızıl Ordu için işkenceye dönüşüyor. Tikhonov takımdaki deneyimli oyuncuların bir kısmını kovup kadroda revizyona gidiyor. Ama asıl öldürücü darbeyi kampta vuruyor. Hokey takımı on bir ay süresince kampa alınıyor. Oyunculara kamp boyunca her ay bir hafta sonu evlerine gitme izni veriliyor. Çoğu zaman o izni de iptal etmenin bir yolu bulunuyor. 

Alexei Kasatonov, Sergei Makarov, Igor Larionov, Vladimir Krutov, Slava Fetisov.
Hokey tarihinin gelmiş geçmiş en iyi beş oyuncusu kabul edilen grubu görüyorsunuz.
Rus Beşlisi de deniyor kendilerine kısaca. 

Kızıl Ordu'nun kalecisi Vladimir Tretiak
Dünyanın en iyi kalecilerinden biri olarak hokey tarihine adını yazdırmış bir isim. 

Bunca çalışma sonucu Kanada Kupası 8-1 gibi bir skorla alınıyor. 1984'te Sarajevo Olimpiyatları'nda bütün rakiplerini başarıyla geçip olimpiyat madalyasını kazandıklarında herkes onların en iyisi olduğuna bir kez daha inanıyor. Olimpiyat madalyasını almak üzere takımın kaptanı ve lideri Slava Fetisov seçiliyor. Yıllar sonra o anı anlatırken dudaklarından şu cümle dökülüyor: "Dünyanın en mutlu adamıydım."  
Takım başarıdan başarıya koşarken oyuncuların kamp yaşamı da durmaksızın devam ediyor. Doğum günleri, yeni yıl kutlamaları, evlilik yıl dönümleri ve daha bir sürü özel günü kaçırıyorlar. Sarajevo Olimpiyatlar'ından sonra takımdaki bu dikta rejimine karşı bir ayaklanma başlıyor. Zinciri ilk kıran kaleci Tretiak oluyor. Evine gidebildiği nadir zamanlardan birinde küçük kızının kendini tanımadığını fark edince takımdan ayrılmaya karar veriyor. 
Akabinde Slava Fetisov UHL'de (NHL) bir takıma satılıyor. Fakat sistem ve Tikhonov onu orada uzun süre serbest bırakmıyor. Amerikalılar Sovyetler'i unutup kendine yeni bir hayat kurması konusunda Slava'yı yüreklendirseler de ülkesine geri dönmekten başka çare bulamıyor. 

Slava Fetisov ve Viktor Tikhonov 

Bu arada takım 1988 Calgary Olimpiyatları'ndan da altın madalyayla dönüyor. Slava, olimpiyat oyunlarındaki üstün performansı nedeniyle Kremlin'de, bir Sovyet'in alabileceği en büyük ödülle, Lenin Nişanı'yla taltif ediliyor.
Tam bu sıralarda Slava basına bundan böyle Tikhonov için oynamayacağını açıklıyor. Tikhonov'un güvenilmez, sert ve kaypak mizacından dem vuran sözleri Komünist partide ve elbette Tikhonov cephesinde ölümcül biçimde karşılanıyor. Slava koca ülkede bırakın buzun üzerinde hokey oynamayı, antrenman yapacak saha bulamaz hale düşürülüyor. Öyle zamanlar geliyor ki polis merkezine götürülüp Tikhonov gelip kendisini alana kadar dayak yiyor. 
Slava'nın çaresizliği takım arkadaşlarını nihayetinde harekete geçiriyor. Larionov, Makarov, Krutov Slava'ya destek olmak için TV'ye çıkıp veryansın ediyor. Fakat en yakın arkadaşı Kasatonov sessiz kalmayı tercih edince Slava için bu büyük bir yıkım oluyor. 
Kasatonov sırtını dönse de hokeycilerin dayanışması işe yarıyor ve savunma bakanıyla Slava bir araya geliyor. Bakan (Mareşal) Dmitri Yazov önce hiç müdanasız itaat etmesi gerektiğini yineliyor. Slava ikna olmayınca evvela kendisini ordudan atıyor (sistem gereği bütün milli takım asker aynı zamanda), ardından yakası açılmadık küfürleri sıralıyor, geri dönerse Sibirya'ya göndereceğini söyleyerek Slava'yı kavga dövüş uğurluyor. İki hafta sonra Slava elinde pasaportu ve yanında karısıyla Amerika'ya uçuyor. 

Slava Fetisov

Komünist bir ülkenin vatandaşı olarak Amerika'da şüpheyle karşılanıyor. Takım arkadaşları, koçu ve hatta taraftar bile düşmanlığını göstermekten çekinmiyor. Maç sırasında pakı (disk) ona atmamak için ne mümkünse yapılıyor. Buz üzerindeki aşırı bireysel ve agresif oyun ise Slava için ayrı bir sorun halini alıyor. Gereksiz sertlik geldiği sistemle bağdaşmıyor. Amerikan hokey tarzını son derece ilkel buluyor. Gerçekten de bu ilkel "tarz" Slava'ya karşı takımdan bir oyuncunun, maç sırasında yumruk(lar) atmasıyla inanılmaz boyutlara ulaşıyor. 
Devam eden zamanda açtığı yoldan diğer takım arkadaşları da yürüyor. UHL takımlarında Rus oyuncu sayısı gitgide artıyor. Fakat taraftarlar ve Amerika'nın geri kalanı Ruslar'ın oyun stilini "çok garip" olarak değerlendirmeye devam ediyor. 
Slava tam dibe vurduğunu düşünmeye başladığı andaysa Ruslar'ı takım halinde izleyen vizyon sahibi bir koç sayesinde bir mucize gerçekleşiyor. Detroit Red Wings'in koçu Scotty Bowman aralarında Larionov'un ve Slava Fetisov'un da bulunduğu beş Rus hokey oyuncusunu takımında toplamayı başarıyor. Hiç taktik vermiyor, kendi oyunlarını buza yansıtmalarını istiyor. Ruslar için aranan takım ruhu Amerikan rüyasında diriltiliyor. Komünistler sahada harikalar yaratıyor ve oynadıkları oyun basında "Rus senfonisi" olarak tanımlanıyor! Ruslar ligi zevkli hale getiriyor; sonunda taraftar onlarla gurur duyuyor...Takım 1997'de Stanley Kupası'nı bu Komünist adamlar sayesinde alıyor. Ve devamında Sovyetler, Amerika'da daha çok kupa kaldırıyor...

    
Detroit Red Wings'in Ruslar'ı 

Sovyetler'den Putin'e... 

Diğer yandan  Sovyetler Birliği'nde hayat değişiyor. 1991'de Sovyetler Birliği dağılmasıyla ortaya çıkan yeni Rusya uzaktaki Sovyet yoldaşlar için günden güne yabancı bir yer haline geliyor. 
 Kaos dalga dalga yayılıyor, ekonomi gittikçe kan kaybediyor. Slava'nın çocukken içine işleyen vatan sevgisini yeni Rusya'nın insanlarında bulmak günden güne zorlaşıyor.
 Yaşam Slava için Amerika'da devam ederken bir gün telefonu çalıyor. Telefondaki sesin sahibi Vladimir Putin'in kendisiyle görüşme talebini iletiyor.  Slava Fetisov, Putin'in isteğiyle  Sovyetler'in dağılmasından on bir yıl sonra, Rusya'nın Spor Bakanı olarak kabineye giriyor.
  
Slava Fetisov ve Vladimir Putin
Putin iyi bir hokey oyuncusu...
Sochi Olimpiyatları'nda buzda eski hokeycilere ciddi kafa tutmuşluğu var.


Veda Busesi

Genç yönetmen Gabe Polsky'nin hazırladığı Red Army, başta Slava Fetisov olmak üzere hokey tarihinden birçok isimle yapılan röportajlar, arşiv görüntüleri ve belgelere atıfta bulunarak ilerleyen bir film. Dışa kapalı bir toplumun bir spor dalıyla oluşturduğu yakın temas soluk soluğa anlatılıyor. İster istemez hokey ne menem bir şey diye sormadan duramıyorsunuz. Kısacası filme rastlarsanız kaçırmayın!
Slava Fetisov'a gelince bakan olur olmaz ilk icraatı  küçükler ligini kurmak oluyor. Takım ruhuna önem veren, birlikte mücadeleyle başarıya ulaşacağının bilincinde oyuncular yetişsin istiyor. Hala buzun üzerinde olmaktan keyif alıyor arada bir Putin de ona eşlik ediyor...
    








23 Kasım 2015 Pazartesi

Zemun: Belgrad'ın Karşı Kıyısı

Gönlümü fetheden beyaz şehri dolaşmaya ikinci yazıyla devam ediyorum. Güne yine Stari Grad'da başladığımız bir kış sabahındayız. Güneş alev alev yakmasa da varlığıyla en azından gökyüzünü maviye boyuyor. Kendine bahar süsü vermiş buz gibi bir havada artık bildiğimiz sokakları adımlıyoruz. Kahvaltımızı otel dışında almak gibi bir düşünceyle şehrin zincir kafe-restoranı Boutique 2'ye doğru yürüyoruz. Her restoran girişinde olduğu gibi hoş bir karşılamayla içeri giriyoruz. Boutique 2 tam Knez Mihailova Caddesi'nin üzerinde olduğundan dışarıyı görebileceğimiz bir masaya kuruluyoruz. Menüden zevkimize göre bir şeyler sipariş ediyoruz. Siparişler geldiğinde önceden bildiğimiz bir ayrıntıyı atladığımızı fark ediyoruz. Bu ayrıntı Türkler için sanıyorum bir Belgrad seyahatinde en büyük sorun olmaya aday! Sorunun adı: Çay! Belgrad'da çay yok! Yani hiçbir yerde çay yok...Çay sipariş ettiğinizde, tıpkı bizim önümüze geldiği gibi, zarif bir fincanda mis gibi yeşil çay geliyor. Yeşil çay sevmeyen bünyeler olarak kız kardeşimle birlikte kabahatimizi sabah mahmurluğuna yükleyerek halimize gülüyoruz...

Gardos Kula' nın tepesinden Zemun ve Tuna

Günün devamına Novi Belgrad'da devam etmeye karar veriyoruz. 10 ülkeyi katedip Karadeniz'e dökülen Tuna'yı geçerek Zemun'a gideceğiz. Otobüse mi binsek taksiye mi derken takside karar kılıyoruz. Bu şehirde taksiler güvenli ve ekonomik. Ama dikkat etmeniz gereken bir husus var; kaçak taksilere binmemeniz gerekiyor. Biz genellikle Pink Taksi'yi tercih ettik ve bir sorun yaşamadık. Ben zaten Türkiye dışında hiçbir yerde taksilerle ilgili problem yaşamadım bugüne kadar...Bu arada otobüsü kullanmak isterseniz şoförlere sormanızı öneriyorum; hem çok yardımcı oluyorlar hem de doğru bilgiye ulaşırken zaman kaybetmemiş oluyorsunuz.
Taksiye bindiğimizde sürücümüz olan beyefendi bize, daha çok Doğu Avrupalılar'a özgü sertlikte bir İngilizce'yle Zemun'la ilgili öneriler sunuyor. Ama anlaşıyoruz. Karşılaştığımız bütün Sırp beyefendiler gibi çok güler yüzlü ve yardımsever. Yaklaşık 10 dakikalık bir yolculuğun ardından şoförümüz bizi Zemun'un Tuna kıyısına bırakıyor.


Tuna

Tuna kıyısındayız, Avrupa'nın Volga'dan sonra ikinci büyük nehir havzasının tam kenarındayız. Fazlaca tarih, kısmen coğrafya derslerini anımsamış durumdayız. Tuna Nehri adına yakışır biçimde salına salına akıyor. Kış olmasına rağmen nehir kıyısı oldukça hareketli. Spor yapanlar, çocuklarıyla güneşin tadını çıkaran aileler, fotoğraf çeken turistler hepimiz buradayız işte. 
Bir müddet Tuna'nın renklerine kapılsak da yavaş yavaş Zemun'u yakından tanımak üzere hareketleniyoruz.


Zemun'un şehir içinde şehir gibi. Şehrin geneline hakim olan Komünizm havası burada da hissediliyor. Buna karşılık yine de tarif edilemez biçimde günlerdir sokaklarını arşınladığımız şehre de benzemiyor. Özellikle mimaride elle tutulur bir farklılık göze çarpıyor. Bunun da nedeni tarihte saklı. Zemun yüzyıllar boyunca Belgrad'dan bağımsız bir bölge olmuş. Belgrad, Türk hakimiyetindeyken Zemun nehrin ötesindeki şehir olarak Habsburg Hanedanı'nın yönetiminde kalmış. Ve Habsburglar yüzyıllar boyunca bu güzelim bölgenin sahibi olmuşlar. Mimarinin yansıttığı Avusturya etkileri de bu tarihsel ayrımdan kaynaklanıyor. Şehrin Belgrad'ın sınırlarına katılması ise oldukça yeni. 20. yüzyılın sonlarında genişleyen Novi Belgrad'ın bir parçası oluyor Zemun...Laf aramızda iyi ki de oluyor. Bahsi geçen "iyi ki de" kısmen coğrafi ama fazlasıyla duygusal durumlar içeriyor tarafımdan...


Art Dekor'un çok tatlı bir sahibesi var...
Genelde el yapımı ürünler satıyor. 

Zemun'un çevresinde Tuna üzerine kurulmuş plajlar bulunuyor. Tuna üzerinde yazın bir hayli kalabalık olan adacıklar da var.
 Yazın Belgrad'a gelecekler Tuna'yı kulaçlayabilirler yani...

Zemun sokakları kış günü algımızla oynuyor. Her an bir yerlerden mayo, bikini kuşanmış insanların çıkıp Tuna'ya doğru koşmasını bekliyoruz. Yazın kim bilir nasıl rengarenk, cıvıl cıvıl bu sokaklar. Turunculara, sarılara boyalı minik evlerin arasından tepeye doğru yürüyoruz. Amacımız Zemun'un tepesinde masal şatosu gibi yükselen Gardos Kula'ya ulaşmak.  Gardos Kula adından da anlaşılabileceği üzere bir kule. Bu kulenin bir diğer adı Janos Hunyadi Kule'si. Tanıdık gelmesi boşuna değil; biz Osmanlı tarihinden bu Hunyadi Janos'a aşinayız. Macar geleneğine göre önce soyadı sonra adı yazıldığından ünlü komutanın adı Türkçe'de Hunyadi Janos olarak biliniyor. Neyse Janos Hunyadi'yi bir kenara bırakırsak kule, 20 Ağustos 1826 yılında Macarlar'ın bu topraklara yerleşmesinin bininci yılı şerefine yapıldığından adına Milenyum Kule'si de deniyor. Bu kadar çok ismi olan kule benim için sadece Gardos Kula, bu hitap şeklini benimsemiş durumdayım. 
  
En sevdiğim fotoğraflardan biri. 
Ben çektim diye demiyorum...
Bir araba ve bir kule bu kadar uyumlu olabilir kanımca. 




Kuleye tırmanmadan girişte bilet alıyoruz. Görünen o ki etrafta bizden başka Gardos'a tırmanmak isteyen kimseler yok. Yukarıya çıktığımızda bütün Zemun bakışlarımızın altında. Bir an için ama uzunca bir an için dünyanın en güzel noktasındayız hissi yaşıyoruz. Tuna bir tarafta,Zemun bir tarafta dalıp gidiyoruz şehrin zarafetine...Ta ki soğuk çenemizi tir tir titretene kadar. Sonra Gardos'un kollarından dünyaya dönme vakti geliyor. Ufak çapta buz tuttuğumuzdan kulenin dibindeki salaş mı salaş bir mekan olan Fat Cat Pub'a kendimizi atıyoruz. Zemun manzarasına bakan bir masaya oturup sımsıcak kahvelerimizi yudumlamaya başlıyoruz. 


 Fat Cat'in kahveleri...
Her şehrin bir kokusu varsa Belgrad'ınki kesinlikle kahve! 
Bütün sokaklar, caddeler kahve kokuyor. 
Kahve tüketimi o kadar fazla ki kaçınılmaz olarak ortama uyum sağlıyorsunuz. 
Belgrad, en çok kahve içtiğimiz ve kahvenin her türlüsünü denediğimiz şehir olarak damağımıza kazındı.  

Birazcık ısındıktan sonra yeniden Zemun'un arnavut kaldırımlı, dar sokaklarına atıyoruz kendimizi. İlk hedefimiz Fat Cat'in tam karşısında görüş açımıza giren kilise oluyor. Kiliseye gidiyoruz gitmesine ama çıkınca kendimizi bir mezarlıkta buluyoruz. Yeni sokaklar keşfedelim derken koskocaman bir mezarlık içinde epeyce dolaşıyoruz. Sonunda Zemun'un nefes alan insanlarının arasına karışmamız biraz vakit alıyor.






Danubius Restoran
Danubius, Tuna'nın Sırpça söylenişi...

Sokaklarda fotoğraflar çekiyoruz, bütün kiliselere giriyoruz, her sokağı,her pencereyi, her panjuru inceliyoruz. Acıkınca Tuna'dan çıkan alabalıkların tadına bakmak farz oluyor. Tepelere çıkmadan gözümüze kestirdiğimiz Danubius Restoran'ın yolunu tutuyoruz. Lezzetli balıklarla kendimize verdiğimiz minik ziyafetin ardından Belgrad'a dönme vakti geliyor. Biraz burularak bir taksi çeviriyoruz. Bu sefer sürücümüz sabahki kadar şen çıkmıyor. Eski püskü taksimizden etrafı seyrediyoruz. Büyük Yugoslavya Oteli'nin önünden geçerken, gidiş yolunda onu görmediğime hayıflanıyorum. O kadar gerçek dışı görünüyor ki inanamıyorum. Fotoğrafını çekebilseydim derken radyodan bildik bir Balkan şarkısı yükseliyor. Şarkı neşemizi yerine getiriyor...Büyük Yugoslavya Oteli geride kalıyor...



  Veda Busesi

Bir güzel şehir Belgrad. NATO tarafından bombalanmış binaları, Komünist dönemde yapılmış tek tip konutları, Neoklasik sokakları ve Avusturya mimarisi kokan mahalleleriyle bambaşka bir Avrupalı. Kışın ayazında bile içimizi ısıtan şehir...Türklere vize uygulamayan Sırbistan'ın başkenti olan şehir...
Son olarak bu seyahatin ilk yazısına ulaşmak isterseniz, Belgrad: Balkanlar'ın Kalbine Seyahat  başlığına tıklamanız yeterli.