25 Şubat 2016 Perşembe

Haliç Kıyısında Nostaljik Bir Yolculuk: Balat

Bu sefer İstanbul'dayız. Doğduğum, büyüdüğüm, dünyanın bir ucuna da gitsem güle oynaya döndüğüm, beni ben yapan şehirdeyiz. Adına onca güzelleme yapılan bu şehri ne kadar anlatsam az, ne söylesem eksik. Binlerce yıllık bu güzellikte kapılmaya gönülden razı sayısız faniden biriyim ve işim de İstanbul'un en eski semtlerinden birini adım adım keşfetmek. Cihangir'den kısacık bir yolculukla Haliç kıyısına konduruyorum kendimi. Mevsim kış fakat hava "ısıtırım da üşütürüm de ben İstanbul havasıyım" modunda. Bir vakitler Gürcüler, Ermeniler, Rumlar, Yahudiler ve Türkler'in iç içe yaşadığı; şimdilerde anıları yaşatan görüntüsüyle gezgin ruhların kadrajına dolup taşan Balat'tayım.


 İstanbul Rum Ortodoks Patrikhanesi
Ayios Yeorgios Patriklik Kilisesi  

Balat son yıllarda turistlerin ve fotoğraf meraklılarının gözdesi haline gelmiş bir bölge. Balat’ın nostaljik dokulu sokaklarında dolaşırken elinde son teknoloji fotoğraf makineleriyle etrafı kaydeden yerli yabancı birçok gezgine rastlamanız garanti. Hatta mevsim müsaitse bir moda çekimine ya da dizi setine de denk gelme ihtimaliniz çok yüksek. İşte bundandır ki bir Balat gezisinin olmazsa olmazı mutlaka fotoğraf makinesi.

 
Patrikhane'nin kedisi


Her evin, her pencerenin, her kapı tokmağının çok fotojenik olduğu bu sokaklara kapılmadan önce Haliç kıyısında yükselen Sveti Stefan Bulgar Kilisesi’ne bir bakış bakmalı, imkan varsa içine girmeli. Öğrencilik yıllarımda bu kilisecik ile ilgili bir çalışma yapmıştım. İçini değişik zamanlarda karış karış gezme şansım olmuştu. Belki biraz da bu sebepten İstanbul'un bütün kiliselerinden bir başka severim burayı. 
Bulgar Kilisesi uzunca bir süredir restorasyonda ne yazık ki... Bırakın içine girmeyi dışı bile komple sökülmüş vaziyette...
 Haliç silüetinde zarif bembeyaz gövdesi ve altın rengi soğan kubbeleriyle parıldayan kiliseyi ilginç kılan özelliğiyse tümüyle demir malzeme kullanılarak inşa edilmesi. Bu nedenle yapı  yaygın olarak “Demir Kilise” adıyla anılıyor. Dünyada tümüyle demirden inşa edilen sayılı örneklerden biri olan Demir Kilise şimdilerde güzel İstanbul'umuzda zamana direnmeye çabalıyor.

Restorasyondan önce çektiğim fotoğraflardan...
Demir Kilise'nin mimarı Ermeni kökenli mimar Hovsep Aznavur. 
Kilisenin parçaları Viyana'da üretilmiş ve Haliç kıyısında kaynak ve perçinle birleştirilmiştir.

 
Arşivimden Demir Kilise'nin iç mekanından bir kare...
Tam karşıda merkezinde Kutsal Ruh'u (Ruhü'l Kudüs) 
taşıyan ikonostasis.
Kilisenin içine daha epey zaman girilemeyecek gibi görünüyor.
 Bu fotoğraf da bu yazıyı okuyanlara bir küçük teselli. 

 Demir Kilise'ye şu an için erişemesek de Balat'tan Fener'e doğru uzanıp başka bir tapınağı yakından görebiliriz. Dünyadaki milyonlarca Ortodoks'un dini merkezi olan İstanbul Rum Ortodoks Patrikhanesi'nin kapıları ziyaretçilere sonuna kadar açık. Üstelik ayin saatine denk gelirseniz ve ilginizi çekiyorsa ayine de katılabilirsiniz. Patrikhane'nin anlatsam sayfalara sığmaz bir geçmişi var. Ama ben bu yazıda Patrikhane'yi ziyaret edince karşımıza çıkacak bazı şeylerden bahsedeceğim. Öncelikle ritüel gereği kiliseye ibadet amaçlı giren her Ortodoks Hıristiyan bir mum yakar. Kilisenin misafiri olarak bu dine ve bu mezhebe bağlı olmasanız da girişte bulunan fildişi kakmalı ceviz ağacından yapılmış mumluğa bir mum yakabilirsiniz. Mum dikmeseniz bile 17. yüzyıl üretimi mumluğa bir göz atmadan geçmeyin. Kilisenin içindeki ikonaların hepsinin 14. yüzyıldan önce yapıldığı biliniyor. Bunun yanında başınızı kaldırdığınızda tonozun merkezinde göz göze geleceğiniz Pantokrator İsa ikonasının 17. yüzyılda yapıldığını belirteyim. Patriklik Kilisesi üç önemli azizenin röliklerine* de ev sahipliği yapıyor. Bu azizelerden ilki Azize Eufemia, ikincisi Bizans İmparatoru VI. Leon'un (Bilge Leon) eşi Azize Theofano, üçüncüsü ise biraz tartışmalı; Azize Solomone olabileceği gibi Maria Magdelena (evet o bildiğiniz Maria Magdelena) olması da söz konusu. Patrikhane'de benim en çok ilgimi çeken şeyse İsa'nın çarmıha gerildiği haçın parçası olduğu iddia edilen ahşap sütun. Bu ahşap sütun parçası Patrikhane'nin en değerli kutsal emaneti. Kulağa çok garip geliyor, farkındayım ama gidip görülebiliyor, hatta dokunabiliyorsunuz!
Burnumuzun ucunda bambaşka bir kültürü mercek altına alabileceğimiz bir ortam Patrikhane. Her gidişimde yeni bilgilerle döndüğüm, sürekli inceleme halinde olduğumdan ruhani havasına tam olarak konsantre olamadığım bir farklı bir dünya. 


Patriklik Kilisesi'nin narteksi.
      Patriklik Kilisesi

Patrikhane'den ayrılıp Balat'ın köhne sokaklarında ayaklarımızın götürdüğü yere kadar gidebiliriz. Ve bu güzergahta illa ki Sancaktar Yokuşu'na tırmanmak gerekir. İstanbul'un en dik yokuşlarından biri olan Sancaktar'a tırmanmak için çok geçerli bir sebep bulabiliriz. Bütün Altın Boynuz manzarasına damgasını vuran, kırmızı tuğlalarıyla adeta masal şatosu izlenimi yaratan o devasa Kırmızı Mektep (Fener Rum Erkek Lisesi) Sancaktar Yokuşu'nun neredeyse en tepesinde. İstanbul'un en dikkat çekici yapılarından biri olan Kırmızı Mektep, kubbesi, mimarisi, kırmızı tuğlaları ve anıtsal formuyla hayranlık uyandıran bir yapı.


 
Kırmızı Mektep
Yapının mimarı Konstantin Dimadis'tir. 
Kırmızı Mektep inşa edilirken neredeyse bütün yapı malzemeleri, kırmızı tuğlalar ve birinci sınıf granit de dahil olmak üzere gemi yoluyla Marsilya'dan getirilmiştir. 




 Hazır Sancaktar Yokuşu'na tırmanmışken Kırmızı Mektep'in etrafında biraz dolaşırsanız karşınıza küçük ve gizemli bir kilise çıkıverecek. Moğollar'ın Meryem'i ya da Kanlı Kilise adı verilen bu yapının önünden öyle hemen uzaklaşmamak lazım. Burası İstanbul'un ve Ortodoks Hıristiyanlar'ın tarihinde çok özel bir mekan. Fatih Sultan Mehmet'in fermanıyla Bizans'tan (Doğu Roma İmparatorluğu) günümüze kadar yalnızca kilise olarak kullanılmış yegane yapı. Böyle uhrevi ve heyecan verici bir yer. Ziyarete kapalı ama bazı durumlarda kapı açılabiliyor. Bir zile basıp rica etmekten bir şey olmaz! Eğer kapı açılırsa kocaman, gösterişli bir yapıyla karşılaşmayacaksınız ama zarif, mütevazı havasıyla bu kilise hep aklınızın bir köşesinde kalacak. Bir de duvarda asılı duran Fatih'in fermanıyla tabi.

 
Moğollar'ın Meryemi Kilisesi'nin bahçe kapısından girmeyi başarabilirseniz bahçede fotoğraf çekebilirsiniz ancak asıl ibadet mekanında fotoğraf çekmek mümkün değil.


Moğollar'ın Meryemi Kilisesi'nin zarif çan kulesi.

Kilisenin adının Moğollar'ın Meryem'i olduğuna bakmayın bu Meryem bildiğimiz Bizans'ın Meryem'i.
 Kilise, 1281'de dönemin imparatoru VIII. Mihail'in (Paleologos) kızı Maria Despina Paleologos için yapılmıştır. Maria, Moğolistan'ı yöneten İlhanlı hükümdarı Abak Han'a gelin gitmiş, kocası ölünce de Konstantinopolis'e dönüp bu kiliseyi yaptırıp rahibe olmayı seçmiş. Artık nasıl üzdülerse kızı varın siz düşünün! Bu nedenle kendisinin kurduğu kiliseye (sanıyorum yaşasa çok kızardı)" Moğollar'ın Meryem'i"  yakıştırması yapılmıştır. Bu arada kilisenin dış kapısındaki levhada "Meryem Ana Rum Ortodoks Kilisesi" yazmaktadır ki bu da ayrı bir konu.


Sancaktar Yokuşu'nun etekleri...
Her Balat'a yolu düşenin olmazsa olmaz fotoğraf karesi. 







Dik yokuşlardan renkleri solmuş evlerin balkonlarına,  ipe dizili çamaşırlardan etrafınızı bir anda saran çocuklara, bu Arnavut kaldırımlı sokakları biraz hüzünlü, biraz kırılgan bulacaksınız. Sonra bir merdivenli bir köşede karşınıza taş dokulu bir ev çıkacak. Hayatının bir dönemini Balat'ta geçiren Romen kökenli yazar Dimitri Kantemir'in evine vardığınızı muhakkak anlayacaksınız. Biraz restore edilmiş bu ev şimdilerde çay bahçesi gibi bir işletme. Müze olacağı söyleniyor ama epey süredir böylece duruyor.

 
Dimitri Kantemir'in evi

Dimitri Kantemir'in evi

Ufukta Haliç, kulaklarda martı çığlıkları, Yahudi ve Rum evlerinin sıralandığı sokakların melankolik atmosferini solurken umulmadık tatlar sunan mekanlara rastlamak isteyeceksiniz. Bütün bir günü burada geçirince çok acıkacaksınız. İşte bu sebepten   yaklaşık bir yıl önce Balat'ta açılan Forno Balat'a uğrayabilirsiniz. Pideler, lahmacunlar, kruvasanlar, kahvaltılar burada her şey çıtır çıtır. Ortada sobanın 
yandığı taş plaklardan yükselen sesin etrafa yayıldığı, Balat'ın nostaljik ortamıyla uyum içinde bir yerde 
kahve yudumlamayı tercih ederseniz Kafe Naftalin 
tam size göre. Balat'ın yepyenilerinden Çayada, çay 
tiryakilerini soba üzerinde pişen kestaneleriyle ağırlıyor benden söylemesi.   
   

Fırından yeni çıkmış pideler, pizzalar, kruvasanlar, ev yapımı ekmekleriyle 
Forno Balat’ın şöhreti kısa sürede bütün şehre yayılmış durumda.


Kafe Naftalin ve takvim dışı ortamı...


Balat'ın yeni buluşma noktası Çayada...

Kendine has zarafetini her şeye rağmen muhafaza etmeyi başaran bu güzel semti yansıtan bir anıya sahip olmak gibi bir fikre kapılmışsanız Balart Sanat Evi'ne bir göz atmalı.Tarihi Balat evlerinin seramikten yapılmış küçük modelleri, seramiğe yapılmış resimleri ya da magnetleri Balart Sanat tamamen el emeğiyle üretiliyor. Yaşanmışlığı olan eşyaların tılsımına inanıyorsanız Balat sokaklarında envai çeşit antikacı ve ikinci el eşya satan dükkan bulacaksınız. Kim bilir belki bu dükkanların tozlu raflarında zamanın içinden fırlayıp gelmiş gibi görünen bir daktilo, bir biblo, bir fotoğraf sizi alıp başka diyarlara götürecek...




Balart Sanat Evi'nden seramik Balat evleri







Balat'ı daha önce Borajet Magazine ve 
Danimarka'nın Türkçe gazetesi Kuzey için yazdım...
Her seferinde güncelledim...En güncel hali de buraya düştü...

Veda Busesi

İstanbul'un bütün tarihi semtleri mıknatıs gibidir. Bilinmeyen bir güç insanı hep çağırır. Bazen bu çağrıya kulak vermek kaçınılmaz olur. Balat'ın davetine kulak verin...Gezerken benim için de bir çay içmeyi ihmal etmeyin...


*Rölik: Hıristiyanlıkta kutsal kişilerle ilişkili eşyalar ya da bu kişilerden arta kalan parçalar. Yazıda bahsedilen rölikler azizelerin kemiklerini içermektedir.


15 Şubat 2016 Pazartesi

Lezzetin ve Tarihin Buluştuğu Kent: Antakya


Arayı yeteri kadar açtığımdan Antakya'yı keşfetme yolculuğumun ikinci yazısına direk giriş yapıyorum.  Akdeniz için oldukça soğuk bir günde, Hıristiyanlık tarihinin en önemli yapılarından biriyle buluşmak üzere, Stauris Dağı (Hac Dağı) eteklerine doğru sokuluyorum. Saint Pierre Kilisesi, tarihin ilk kiliselerinden birinin önüne geldiğimde kalbim küt küt atıyor.
Müze kartımı uzatırken karşımdaki  görevlinin benden daha heyecanlı olduğu dikkatimden kaçmıyor. Günün ilk ziyaretçisi olduğumu, dahası kilise yeni restore edildiğinden resmi olarak da ilk ziyaretçilerden biri olduğumu öğreniyorum.

Saint Pierre Kilisesi
Dağa oyularak yapılmış bu mağaranın kesin yapım tarihi bilinmemekle birlikte, mağaranın cephesi 13. yüzyılda Haçlılar tarafından inşa edilmiştir. 

Kayalara oyulmuş kilisenin iç mekanı

Antakya Hıristiyanlık tarihinde kritik rolü olan bir kent. Önceki yazıda bahsettiğim gibi (burada) İsa'nın havarileri yeni dini yaymak üzere bu topraklara gelmişler ve Yahudi olmayan topluluklar arasında da nispeten başarılı olmuşlar. Kutsal Kitap'ta belirtildiğine göre "Hıristiyan" sözcüğü tarihte ilk defa, inananları tanımlamak üzere Antakya'da kullanılmış.* 1. yüzyıldan itibaren şehrin bir piskoposu bulunuyor. 4. yüzyılda Antakya Doğu Roma'nın (Bizans) kontrolüne geçince Hıristiyanlığın önemli merkezlerinden biri haline gelme süreci tamamlanıyor. Takip eden süreçte Antakya (Antiokheia) o kadar hızlı bir gelişim gösteriyor ki, İstanbul (Konstantinopolis), Roma ve İskenderiye'yle birlikte çağının dört önemli kentinden biri olarak anılmaya başlıyor.
Yeniden Saint Pierre Kilisesi'ne dönecek olursak Antakya'da Antik Çağ ve Erken Hıristiyanlık Dönemi eserlerinden zamanımıza çok az sayıda eser ulaşabilmiş. Bunun başlıca nedenleri doğal afetler ve şehrin mütemadiyen el değiştirmesi olarak gösterilebilir. Diğer taraftan Asi Nehri ve Habibi Neccar Dağı'nın aşınmasıyla gelen birikintilerin şehrin seviyesini yükseltmesi gibi bir sorun da bulunmakta. 
 Saint Pierre Kilisesi'nin İsa'nın ölümünün ardından havari Petrus'un önderliğinde kendine Hıristiyan diyen küçük bir komünün toplanıp ibadet edildiği yer olduğuna inanılıyor. 

  
Saint Pierre Kilisesi'nin iç mekanı.
Ortada niş içinde havari Petrus elinde cennetin anahtarıyla gösteriliyor.

İç mekanda zemin mozaiklerinin bir kısmı günümüze ulaşmış durumda, ayrıca biraz dikkatli bakınca duvarlarda yok olmasına ramak kalmış resimlerin izlerine rastlamak mümkün. Mağaranın bir köşesinde içinde tas yüzen bir su birikintisi gözünüze çarpacak. Bir zamanlar kayalardan sızan su teknede biriktirilir ve vaftiz için kullanılırmış, günümüzde ziyaretçiler tarafından bu su şifalı kabul ediliyor. Bu nedenle içiyor ya da şişelere doldurup yanlarına alıyorlar. Mekanın bir diğer köşesinde bir geçit yer alıyor. Buranın gizlice ibadet eden cemaatin olası bir saldırı anında kaçması için açılmış bir tünel olduğu sanılıyor.
Saint Pierre Kilisesi Aynı zamanda bir hac rotası. Kilise, Papa VI. Paul tarafından 1963 yılında hac yeri olarak ilan edildi. Her sene 29 Haziran'da Katolik Kilisesi tarafından burada ayin düzenleniyor. Ve dünyanın dört bir tarafından gelen Hıristiyanlar bu törene katılmak için Antakya'nın Saint Pierre'ine tırmanıyorlar. 
Böyle ilahi bir yer işte Saint Pierre Kilisesi. Salt inanç uğruna bir dağın oyulup, ibadethane olma sürecini düşünmek bile insanı alıp başka dünyalara götürmeye yetiyor burada. Kilise'den ayrılırken iyice üşüdüğümü fark ediyorum. Antakya'nın bolluk bereket içindeki sabah kahvaltılarından birine katılmak üzere yine tarihi bir mekana doğru yola koyuluyorum. 

Savon Hotel'de güne böyle başlanıyor

Lezzet haritam şehrin tarihine ve zarafetini yansıtan tarihi bir mekanı işaret ediyor: Savon Hotel. 1860'larda sabun ve zeytinyağı fabrikası olarak kurulan yapı yaklaşık bir asır boyunca işlevini sürdürmüş. Sonra zaman değişmiş, fabrika terk edilmiş. Üç yıl süren bir restorasyonun ardından 2003 yılında da otel olarak faaliyete açılmış. Taş tonozları, kemerleri ve açık avlusuyla orijinal dokusu korunan Savon Hotel'e girdiğim andan itibaren sabun kokusu içime doluyor. Geçmişi, mimarisi, kokusu ve dekorasyonuyla kendi ruhunu sunan bir yapıya adım atmış durumdayım. Antakya'nın dillere destan kahvaltısıyla tanışmak için buradan daha uygun bir yer olamaz gibi düşünceler içindeyim. Gerçekten de göz kamaştıran bir sofraya misafir oluyorum.  Kahkesi, kerebiçi, Antakya tulumu, süzme yoğurdu, cevizli biberi sofrada yok yok.  "Tadından yenmez" tabiri şu an içinde bulunduğum atmosfere en uygun ifade.

Antakya tulumundan süzme yoğurda kadar kahvaltı resmi geçidi...

Antakya Simidi 

Savon Hotel'de geçirdiğim her dakika önce zihnimde, sonra damağımda yer ediyor. Savon'dan ayrılmadan otelin hediyelik eşya dükkanına uğramadan da geri kalmıyorum. Küçük ama keyifli bir dükkan; içinde Antakya deyince aklınıza gelebilecek her şeyden var. Dükkanda biraz oyalandıktan sonra yeniden şehrin sokaklarına kapılıyorum. 
Amacım Anadolu'nun şifa kaynağı bitkilerini bir bir tanımak. İşte tam bu sebepten kendimi Tıbbi ve Aromatik Bitkiler Müzesi'ne atıyorum. 22 odalı tarihi bir Antakya evi restore edilerek bitki müzesine dönüştürülmüş.



Tıbbi ve Aromatik Bitkiler Müzesi




Amanos Dağları 1861 tür bitkiye ev sahipliği yapıyormuş. Müzede bahsi geçen 1861 türden yalnızca endemik olan 280 türü sergileniyor. Sepetler dolusu kantaron, ebegümeci, civanperçemi, defne ve adını ilk defa duyduğum onlarca bitkiyle tanışıyorum. Hangi bitki hangi derde deva onları öğreniyorum. Mesela bir tutam hatmi gülünün faydaları say say bitmiyor. Gevşemek, sakinleşmek için mi dersiniz; griple, faranjitle mücadele mi; yoksa baş ağrısı mı işte bütün bu dertlerin devası hatmi gülü...
 Müzeyi gezerken müzenin kafesi olduğunu da fark ediyorum. Ama benim gittiğim mevsimden midir artık nedendir kapalı. Oysa şifalı bitkilerden yapılan sıcak çaylara en fazla muhtaç olunacak mevsimde ve tam yerindeyim. 
Müzeden ayrılırken içemediğim bitki çayı içimde ukde olarak kaldı, kalacak derken karşıma Hatay'ın artık klasik mekanlarından biri olan Affan Kahvesi çıkıyor. Affan Kahvesi klasik bir kahvehane olmasının yanında şehrin en sevilen mekanlarından biri. Kahveleri, çayları bir tarafa Affan'da Affan'a özgü bir lezzet var ki adı haytalı. Haytalı dondurmayla servis edilen bir çeşit muhallebi. Tarifi babadan oğula geçen ve artık Affan Kahvesiyle bütünleşen bu hafif tatlıyı denemek için hemen harekete geçiyorum. 


Affan'ın Haytalı'sı

Haytalı sütlü bir tatlı, üzerindeki gül suyu şerbeti hem renk hem de koku olarak tam beklenen etkiyi yaratıyor. Tatlıya eşlik eden vanilyalı dondurma da tam kıvamında.
 Haytalının Akdeniz ikliminde neden bu kadar sevildiğini anlamak hiç zor değil. Ama benim için kış mevsiminde fazla soğuk. Üstelik meteoroloji bültenlerinde bu güzel şehir için kar alarmı verilmişken haytalı içimi daha da donduruyor. En güzeli sıcaktan tutuşan bir yaz günü gelip, haytalının tadına varmak diyerek adımlarımı Antik Cam Evi'ne doğru çeviriyorum. 
Antik Cam Evi Antakyalı bir diş hekimi olan Şadi Asfuroğlu tarafından kurulmuş. 140 yılı geride bırakmış, geleneksel Antakya mimarisinin bütün zarafetini taşıyan bir ev içinde Roma-Bizans döneminde üretilmiş bazı cam objelerin replikaları sergileniyor. Antakya sokaklarının sürprizlerinden biri olan Antik Cam Evi son dönemde gezginlerin sıkça uğradığı keyifli mekanlardan biri olarak dikkat çekiyor. 



Antik Cam Evi




Antik Cam Evi'nin ardından bir Antakya seyahatinin olmazsa olmazı tarihi Uzun Çarşı'ya doğru uzanıyorum. 
Uzun Çarşı şehrin en renkli ve en hareketli bölgesi. Kuruluşu kent tarihiyle başlayan çarşıda her tezgah farklı bir dünya adeta. Antakya mutfağını şenlendiren her lezzeti bu çarşıda bulmak mümkün. Tezgahlarda yöresel ürünler tören alayı gibi süzülüyor. Diğer taraftan çarşıda el emeğiyle çalışan meslek erbaplarına rastlamak an meselesi.

  
Tarihi Uzun Çarşı'dan Baharatçılar Çarşısı


Çarşı pazar dolaşıp nar ekşisi şişelerini, Antakya tulumlarını çantama dolduruyorum. Çarşı içinde artık lezzeti efsane olmuş kebapların üstadı Pöç Kasabı'na ulaşıyorum. Dükkanın ön kısmı sıradan bir kasap intibası uyandırsa da kağıt kebabı, tepsi kebabı gibi klasikleşmiş Antakya lezzetlerinin en güzel yapıldığı yerlerden biri burası. 


Pöç Kasabı'nın enfes tepsi ve kağıt kebabı.
Her ikisini de tatma gayretimden dolayı bana küçük porsiyonlar hazırladılar.
 Kağıt kebabı favorim, belirteyim!
Her sofranın bir adabı var fakat ben bilmediğimden çatal isteyince bir garip durdu. 
Aklınızda olsun!

Pöç Kasabı'ndaki lezzetli anların ardından bu güzel şehre kar yağmaya başlıyor. Kar Hatay'da çok nadir rastlanan bir atmosfer olayı olduğundan bütün ahali tarifsiz bir mutluluk içinde. Kar tanecikleri döne döne üzerime düşerken ilk tepkim "eyvah" oluyor. Fakat ortalaması alındığında beş yılda bir kar yağan bir şehirde olunca sokakları dolduran sevinç dalgasına uyum sağlamamak imkansız hale geliyor. 


Kar altında Antakya Sokakları




  Kar taneleri sokakları, çatıları, ağaçların dallarını işgal etmeye son hızla devam ederken bir çay molasını hak ettiğime kanaat ediyorum. Yine tarihi bir Antakya evine misafir olma arzusuyla La Mistik Cafe'ye atıveriyorum kendimi.  Sıcak çayıma, avluya şuursuzca yağan kar eşlik ediyor. Bir müddet manzaranın tadını çıkarmaya karar veriyorum. 

 
La Mistik Cafe'de çayım ve kitabım.
Yol kitabım en sevdiğim yazarlardan biri olan Mihail Bulgakov'un 
Genç Bir Doktor'un Anıları.

La Mistik Cafe


Hıdırbey Köyü

Ertesi gün Akdeniz, Akdeniz'liğini yapıyor ve mavi gök kubbe güneşin parlaklığına teslim oluyor. Sıcaklık pek yüksek olmasa da güneşin pozitif etkisiyle Samandağ'ı görme isteğim doruğa ulaşıyor. Yol üzerinde efsanevi bir köy olan Hıdırbey'de mola veriyoruz. Hıdırbey Köyü portakal ağaçları, ortasından akan küçük deresiyle kış günü içimizi ısıtan bir güzelliğe sahip. Bu köyü popüler kılansa binlerce yıllık bir ağaç. Anlatıya göre Hz. Hızır'la Hz. Musa Samandağ'da buluşuyor ve Musa Dağı'na çıkmak için yola koyuluyor. E yol hali Hıdırbey Köyü'ne geldiklerinde Musa çok susadığını hissediyor. O mucizevi asasını derenin kenarına saplayıp, dereden su içiyor. Kısa süre sonra yeniden Musa Dağı'na doğru ilerlemeye devam ediyorlar. Ancak yolda Musa asasını dere kenarında unuttuğunu fark ederek geri dönüyor ve asasının yeşerip bir çınar filizine dönüştüğünü görüyor. Günümüzde derenin tam ucunda bulunan yaşlı ve devasa çınarın Hz. Musa'nın asasının yeşermesiyle bu toprağa kök saldığına inanılıyor. Gerçekten efsanevi bir ağaçla karşı karşıyayız. Mağrur ve yıllara meydan okuyan canlı bir yaşam bu çınar. Fantastik filmlerde falan konuşan ağaçlar gibi bir hali var. Ben gövdesine dokunup, kokusunu duyarken konuşuyor belki de...Kafamdaki okyanusta bu düşünceler sürüklenirken ağacın gövdesindeki beyaz beneklere odaklanıyorum. Hıdırbey Köyü, Musa Ağacı'nı ve çevresindeki ortamı yaşamak isteyenler için son yıllarda adeta bir mıknatısa dönüşmüş. Her gelen de peygamber soylu bu ağaçtan bir şeyler ister olmuş. İşte ağacın üzerindeki o beyaz noktalar, insanların dileklerini yazdığı kağıtları ağacın gövdesindeki boşluklara sıkıştırmasının bir sonucu. Dilek ağaçlarına karşı değilim, umut herkese lazım ama ağacın gövdesine kıvır zıvır sıkıştırmaktansa önüne bir dilek sandığı falan konulsa ya da işte uygun bir çözüm bulunsa Musa Ağacı'nın daha mutlu olacağını sanıyorum. 

Hıdırbey Köyü


Musa Ağacı


Musa Ağacı



 Hıdırbey Köyü'nde Musa Ağacı'nın efsanevi gölgesinde çaylarımızı içtikten sonra yine yolumuzun üzerinde yer alan Ermeni köyü Vakıflı'ya doğru süzülüyoruz. Vakıflı'da doğa muhteşem, etraf göz alabildiğine portakal ağaçlarıyla kaplı. Köyde organik tarım yapılıyor ve Vakıflı Köyü Kooperatifi Kadınlar Kolu da bu ürünleri muhteşem lezzetlere dönüştürüyor. Buraya kadar gelmişken kooperatifin satış mağazasına uğramadan edemiyorum. Dükkanda reçeller, sabunlar, likörler, peynirler, ballar, şaraplar, zeytinyağları ve daha birçok şeyle gözlerim kamaşıyor. İstanbul'a dönüş yolunu hesap ederek alışverişimi kısıtlı tutmaya gayret ediyorum. Abartmayayım derken birkaç şişe likör, şarap ve kavanoz kavanoz reçel almadan da mağazadan çıkamıyorum. 

  
Likörler...

Vakıflı Köyü'nün küçük kiliseciği

 Mevsimin kış olmasından sebep etrafta pek kimsecikleri göremiyorum. Köyün küçük kilisesine doğru ilerliyorum. Kilisede ufak tefek tadilat işleri yapılıyor. Bahçede kiliseyle ilgilenen güler yüzlü bir hanımefendiyle karşılaşıyorum. Beni kiliseye buyur ediyor. Vakıflı'daki yaşantıdan, kiliseden, kooperatiften bahsediyoruz. Vakıflı'da zaman hızla akıp geçiyor. Bir bağ bozumunda tekrar görüşmek üzere Vakıflı Köy'den uğurlanıyorum. Kısa süre sonra tarihin heyecan verici adreslerinden birinin önündeyim: Titus Tüneli. 

 
Titus Tüneli


Titus Tüneli'nin önünde yer alan Roma dönemi köprüsü...
Hala üzerinden geçmek mümkün...

 Roma dönemi mühendislik harikalarından biri olan Titus Tüneli günümüzden binlerce yıl önce bu topraklarda bulunan Seleukeia Pieria kentinin limanını Asi Nehri'nin (Orontes) taşıdığı alüvyonlardan ve sel sularından kurtarmak amacıyla inşa edilir. Projeye göre tünel yapıldıktan sonra sel suları başka bir noktadan Akdeniz'e verilecektir. Böylece binlerce köle el emeğiyle Musa Dağı'nı delmeye çabalar. Yaklaşık 1400 metreye varan uzunluktaki kanal tamamlandığında aradan neredeyse bir asır geçer. Kanalın kapalı bölümü 130 metre boyunca uzanır. İşte böyle muazzam bir yapıyla karşı karşıya geleceğim. Müze kartımı gösterip ören yerine giriyorum, biraz yürüdükten sonra Titus Tüneli ve önünde halen kullanılan Roma çağı köprüsü karşımda beliriyor. Başka bir dünyanın önündeyim şimdi. Gözlerim etrafı renk renk, kare kare tarıyor. Samandağ'ın bu köşesinde 2000 yıldan fazla bir zamanı geçip karşıma dikilen bu yapıya hayranlık duyuyorum.

 
Beşikli Mağara


Kaya Mezarları

Bir müddet sonra Titus Tüneli'nin doğu yönünde yürüyüşe geçiyorum. Aynı ören yeri içinde antik şehrin nekropolü olan ve çağımızda Beşikli Mağara adıyla anılan bölüm yer alıyor. 
Birbiri içine geçmiş mezar odaları ve lahitler...Her biri kayaya oyulmuş. Çağının varlıklı ailelerine ait mezar odaları doğanın içinden taşıyor. Lahitlerin, oyukların ebedi misafirlerini düşünmeden duramıyorum. Özenle seçilmiş, inşa edilmiş ve çok para harcanmış mezarların sahipleri zaman çizgisinde birer kayıp şimdilik. Kaya mezarlarını ve Titus Tüneli'ni eski dünyada bırakıp Asi Nehri kıyısına doğru harekete geçiyorum. Antakya'da gezilecek daha bir dolu yer beni bekliyor...


Titus Tüneli'ne çıkarken Samandağ sahiline bakış

 
Bu yazının son fotoğrafı Antakya'nın ünlü kömbe kurabiyesiyle olsun.
Tarifini bilmiyorum ama ahşaptan yapılan bir kalıpla bu şekil veriliyor. Kalıbı Antakya'da bir sürü yerde bulabilirsiniz. 
Antakya merkezde bulunan Susam Pastanesi'nin leziz kömbelerini takdimimdir.

Veda Busesi:

Dünya tarihinin yazgısını taşıyan bu eşsiz şehri anlatmaya ikinci yazı da yetmedi. Harika mozaikler, 3000 yaşındaki kral Supiluliuma, Harbiye ve mitolojik şelaleleri üçüncü devam yazısında olacak. Daha cümlelere dökülecek çok yol, bakılacak çok fotoğraf var...


Antakya'lı yazıların ilk bölümünü okumak için: 
Şehirlerin Kraliçesi Antakya / Dinlerin Buluşma Noktası



*Elçilerin İşleri 11,26