29 Mayıs 2017 Pazartesi

Sadeliğin zarafeti: Marmara Adası

Marmara Denizi’nde şahsına münhasır bir ada. Billur gibi bir deniz, katışıksız bir huzur. Bir tarafta üzüm bağları, diğer tarafta dünyaya nam salmış mermer yatakları. Kendi iklimini, kendi saatini, kendi tadında yaşayan masmavi bir liman: Marmara Adası.





Sımsıcak bir İstanbul gününde denizle gökyüzü arasında sınırlanmış bir adaya doğru yola çıkıyorum. Yenikapı'dan başlayan yolculuk, iki buçuk saatin sonunda çınarlı bir limanın ucunda son buluyor. Büyük şehre olan yakınlığı göz önüne alındığında kurtarılmış bir bölge Marmara Adası. Adanın kendine özgü şahsiyeti kısa sürede beni etkiliyor. Balıkçısından zabıtasına, memurundan, dondurmacısına adada rastladığım herkes beni adanın ruhuna bir adım daha yaklaştırıyor. “Dünyada masumiyetini sonsuza kadar yaşatabilecek bir yer varsa, o yer kesinlikle burası olmalı” diye aklımın bir köşesine not düşüyorum.
Adayı keşfe çıkmadan önce iskeleden kısa bir yürüyüşle adanın keyifli konaklama durağı olan Şato Motel’e ulaşıyorum. Kısacık bir zaman içinde, Şato Motel’in hasır şemsiyeli romantik bir kumsala ve ipek gibi bir denize açılan odalarından biri benim oluyor.  Güneşli ve aydınlık manzarayı odamda bırakarak daracık sokaklara, püfür püfür ada havasına bırakıyorum kendimi. Sahili adımlayarak başlıyorum Türkiye’nin en büyük ikinci adasını gezmeye.  Hava sıcak ama insanı yormayacak bir yumuşaklıkta. 
Yazın ortasında bu harika iklimi sağlayan en önemli etken adanın kuzey kesiminde yer alan saflık oranı yüksek mermer rezervi ve tabi ki adayı saran kızılçam ormanı.





Adanın tarihi evlerinden biri yeniden restore edilmiş ve böyle bir restorana dönüşmüş. 
Ada Cafe

Bizans mimarisinin vazgeçilmezi: Prokonnesos mermeri

Marmara Adası göründüğünden çok daha fazlasını barındırıyor içinde. Antik çağlara kadar uzanıyor adanın hikayesi. Tarih sahnesinde Marmara Adası’nda ilk ikamet edenlerin Miletoslular olduğu düşünülüyor. Denizci ve sanatla iç içe bir kültürün içinden gelen Miletoslular için ada kısa sürede değerli bir ticaret kolonisi haline geliyor. Prokonnesos adıyla anılan adadan çıkarılan birinci sınıf mermer bütün Ege, Anadolu ve Akdeniz’de popüler oluyor.  Prokonnesos mermerinin ihracatıyla zengin bir ticaret kolonisi haline gelen ada defalarca yağmaya uğruyor. Roma çağında ada İsa’nın öğretisini benimseyen ilk Hıristiyanlar’ın sürgüne gönderildiği bir yer haline geliyor. Bizans İmparatorluğu’nda Hıristiyanlığın zaferiyle birlikte bu sefer keşişlerin inzivaya çekildiği bir adaya dönüşüyor.  Osmanlı İmparatorluğu’nun hakimiyetiyle birlikte bu naif adaya Türkler de yerleştiriliyor. Böylece 15. yüzyıldan itibaren ada Türklerle Rumlar’ın ahenkle yaşadığı çok kültürlü bir yapıya bürünüyor.  Mübadeleyle birlikte Rumlar adadan ayrılıncaya kadar iki halk iç içe yaşıyor.
Adanın binlerce yıllık geçmişini düşünerek yavaş yavaş ilerliyorum. Sahil boyunca çınarların güneşe siper olduğu, serin çay bahçeleri dikkatimden kaçmıyor. Merkezde yan yana dizili pastanelerden yükselen kokular içime doluyor. Zira burada ponçikler, kurabiyeler, börekler dükkan dışına yerleştirilen tezgahlarda sunuluyor.  Buram buram sıcak poğaça kokusu atmosferi kaplarken ada geleneğine uygun olarak bende Can Pastanesi’nin camekanından taptaze poğaçalarımı alıp, tarihi çınarların gölgesinde serinleyen çay bahçelerinden birine kuruluyorum.   Bir bardak çay eşliğinde Marmara Denizi’ni ve  telaşsız kanat çırpışlarıyla deniz kuşlarını seyrediyorum.  Adanın kendi halindeki kalabalığına karışmaya karar vermem çok uzun sürmüyor.  Marmara Adası’nın yerli halkı mermer dışında, zeytincilik, bağcılık, şarapçılık ve balıkçılıkla uğraşıyor. Dolayısıyla çarşıdaki tezgahları buğulanmış üzümler, altın sarısı zeytinyağları, salamura yapraklar , zeytinyağlı ev yapımı sabunlar süslüyor. Marmara Adası Akdeniz ikliminin ılımanlığı ve Karadeniz’de görülen yağış yapısının egemen olması nedeniyle çok bereketli topraklara sahip. Adanın bitkileri, otları, çayları her derde deva desem abartmamış olurum.  Kuş mısırı, kantaron, ebegümeci, adaçayı, kuşburnu ve karabaş otu gibi bitkiler adanın rengarenk tezgahlarında bulacaklarınızdan sadece birkaçı. Üstelik bu bitkileri ve çayları alırken tezgahın sahibi olan adalılardan lezzetli hazırlama tarifleri de alabilmek mümkün.  Adanın tezgahları da adanın kendisi gibi sakin ve çarpıcı. Kurutulmuş boy boy deniz yıldızı, deniz kabukları ve hatta deniz atları bile var bu tezgahlarda. Uğur getirdiğine inanılan aşk ve rüya çiçeği ise bir romandan fırlamışçasına ilgi uyandırıyor ada gezginleri üzerinde. En azından, bende kesinlikle düşsel bir Nazlı Eray romanı çağşım yapıyor. Sanki bu çiçek sadece Nazlı Hanım’a yakışır ve yalnızca onun satırlarında hayat bulabilir gibi fikirlere kapılıyorum...




Mermer Ocağı, Saraylar Beldesi ve tozu dumana, beni de peşlerine takan keçiler...








Kuş mısırı ya da kudret narı adıyla satılan bitki.
Köylülere sorarsanız, ne dertlere deva, anlatamam...


Zeytinyağı sabunları, ev yapımı. 




Deniz atlarını, aşk ve rüya çiçeklerini geride bırakıp ara sokaklara, dik yokuşlara yöneliyorum.  Dar sokaklardan, genelde  sonuna kadar kapıları açık evlerin önünden geçiyorum. Kapısı açık evler, sessiz sokaklar bana adanın tasasız bir hayat sürmek için ideal bir yer olduğu izlenimini veriyor. Az sayıda da olsa klasik Rum evlerine rastlıyorum. Adanın hatıra defterinden küçük bir bölümü okumak gibi bu Rum evleri.



Çınarlı Köyü...

Güneş hala karanlığa teslim olmamışken adanın en güzel köylerinden birine doğru yol alıyorum.  Adanın dolmuş durağı iskeleye oldukça yakın. Dolmuşta adalılarla koyu bir sohbete koyularak yüzlerce yıllık çınarlarla beni karşılayan Çınarlı Köyü’ne varıyorum. Adını tarihi çınarlarından alan köy eski bir Rum yerleşimi.  Adanın dört köyünden biri olan Çınarlı upuzun kumsalı, az tuzlu denizi, el değmemiş tabiatıyla son yıllarda gezginlerin seyahat listelerinde üst sıralara yerleşmeyi başarmış bir yer. Çınarlı Köyü’nde yalnızca  deniziyle değil aynı zamanda doğa sporlarına olan elverişli yapısıyla da seyahat severlerin gözdesi. Dağ bisikleti, doğa yürüyüşü, dalış, yelken ve olta balıkçılığı gibi aktiviteler Çınarlı’nın misafirlerine sunduğu alternatiflerden bazıları. Çınarlı Köyü’nün mütevazı sokaklarında yaptığım yürüyüşün ardından, güneşin bütün görkemiyle battığı sahile yöneliyorum.  Son kızıl hareler ufukta kaybolduğunda adanın merkezine geri dönüyorum.

Çınarlı Köyü





Adanın akşamı

Yıldızların gök yüzünü kuşattığı bir ada gecesindeyim, ayaklarım beni sorgusuz sualsiz adanın en keyifli restoranı Oflinin Yeri’ne götürüyor. Yanı başımda deniz, masamda adanın en güzel mezeleriyle tam manasıyla adanın tadına varıyorum. Oflinin Yeri, adanın Aşıklar Köprüsü adıyla anılan şirin köprüsüne hakim bir konumda. Mekanın sahibi Mehmet Usta’nın kendi elleriyle açtığı midyelerin ünü çoktan adayı aşş durumda. Ben de soframı Mehmet Usta’nın maharetli ellerinden çıkan midye dolması ve tavasıyla, ayrıca fava, tarak, karnıkara börülce ve Marmara Adası’na özgü bir yemek olan peynirli patlıcanla süslüyorum.  Mehmet Usta’nın midyeleri şöhretinin hakkını fazlasıyla veriyor doğrusu. Mezelerin ve Mihaliç peyniriyle yapılan patlıcan da ayrı ayrı enfes lezzetler olarak damağımda yer ediyor. Günün yorgunluğunu unutturan böylesi bir yemeğin ardından yeni güne hazırlanmak üzere Şato Motel’e uzanıyorum.


Mermerin hayat verdiği ada

Yeni günde her kıvrımında ayrı bir manzara saklı olan yollardan geçerek adayı daha yakından tanımanın peşine düşüyorum.  Doğanın güzellikleri içinde yol alırken adanın keçileri, koyunları önüme çıkıyor. Onları fotoğraflamak için sık sık mola veriyorum.  Küçücük yolculuğum uzayıp gidiyor bu sayede. Topağ köyüne geldiğimde köy kahvesinde adanın bağlarından bardağıma dolan koruk suyu içiyorum. Köylülerin şen kahkahalarını geride bırakarak balıkçılara, tarihin bir parçası olan evlere, denize iniyorum. Yol üzerinde Asmalı Köyü de uğramadan geçemediğim bir rota oluyor. Koyları, kumsalları, balıkçılarıyla Asmalı gönlümde yer ediyor.  Adanın mermer yataklarının bulunduğu Saraylar Beldesi’ne yaklaşırken yol kenarında bütün zarafetiyle yükselen Agios Nikolas Kilisesi’ni ziyaret ediyorum. Adanın geçmişinden izler taşıyan bir yer Saraylar;iki bin yıldan fazla bir süredir Anadolu ve Akdeniz’in mermer ihtiyacı buradan karşılanıyor. Bu nedenle her köşesinden bir sütun başğı, heykel, alınlık, lahit, kısaca bir müzede görmeye alışık olduğumuz objelere rastlamak olası. Bu doğrultuda  Saraylar’da bir açık hava müzesi kurulmuş. Günümüzde gezginler adanın mermerini hem işlenmemiş olarak, hem de çağlar öncesinden bugüne ustalıkla biçimlendirilmiş heykeller olarak görme şansına sahipler. Saraylar’da dolaşmak tarihin tozlu sayfalarında dolaşmak gibi. Türkiye’nin ilk mermer fabrikası da Saraylar’da yer alıyor. Adaya adını veren mermer Saraylar’da yaşamın bir parçası. Marmara Adalar Belediyesi’nin çalışmalarıyla Saraylar’da düzenlenen heykel çalıştayları sayesinde beldenin kendisi de başlı başına bir açık hava müzesi haline gelmiş. Bir tarafta klasik çağdan heykeller arzı endam ederken, Saraylar sahilinde de çağdaş çizgileri yansıtan örneklerle buluşuyorsunuz.
Adayı baştan başa dolaşğınızda rüya gibi kumsallara kapılmamak olanaksız. İşte Saraylar Beldesi’de tarifsiz güzellikte koylara ve kumsalları saklıyor koynunda. Abroz ve Palatia bölgenin tarih ve doğayla kesiştiği noktada ziyaretçilerini ağırlamak üzere bekliyor.




Topçam Köyü



Agios Nikolas Kilisesi/ Saraylar 

Kilise mütemadiyen açık. 
Bekçisi falan yok. Dilediğiniz anda ziyaret edebilirsiniz.
Saraylar Beldesi'nin girişinde yol kenarında, alt kotta  görülüyor hemen. 
Fakat fotoğraflardan da anlaşılacağı gibi  restorasyona ve korunmaya ihtiyacı var. 


Abroz Plajı


Marmara mermeri %95 saflık oranıyla her dönem gözde bir ihraç ürünü oldu. Erken dönemlerden itibaren bütün Anadolu’ya ve Akdeniz’e gemi yoluyla taşındı. Günümüzde İtalya’dan Sicilya’ya Antalya’dan İstanbul’a sanat tarihinin anıtsal yapılarında ve heykellerde gördüğümüz mermerler Prokennesos’tan yani Marmara’dan getirilmiştir.  Berlin’de bulunan Bergama Zeus Sunağı ve Ayasofya’nın mermer sütun başlıkları Marmara mermerinin kullanıldığı özel yapılardan yalnızca ikisi.




Türkiye'nin ilk mermer fabrikası bu manzaranın içinde yer alıyor. Tabi fotoğrafta 
ağaçlar onu saklamış ama olsun.

Veda Busesi
Marmara Adası, İDO'nun dergisi Sealife için yaptığım seyahatlerden biriydi. Marmara Adası'ndan Avşa Adası'na uzanan, keyifli bir yaz yolculuğunun sayfalarla buluşmasının şimdilik Marmara bölümününü aktardım. Sezon top yekun açılmadan  Avşa'yı da blog'lamış olmayı ümit ediyorum. 
Yeni yazılarda buluşmak üzere...

13 Mayıs 2017 Cumartesi

Ege'nin Adı Kadar Güzel Şehri: İzmir

Muhtelif zamanlarda bizi kendisine çağıran şehirler vardır. Baavulumuzun bir köşesinde her daim yeri olan, not defterimizde hakkında birkaç satır illa ki bulunan, denizle olan romansı bitmeyen, tarih boyunca kahramanlıkları okunan şehirler. Hep aklımızda olup, gitmesek de görmesek de varlığının yaydığı enerjiyle içimizi ısıtan şehirler. Ege'nin kalbinde, dağlarında çiçekler açan İzmir tadında, kokusunda şehirler...
Son yıllarda sayısız kere keşfe çıktım İzmir'de...Bazen merkezinden başladım, bazen kuzeyden güneye dolaştım. Muhteşem insanlarla tanıştım, dergilere, gazetelere cümle cümle anlattım. İzmir'i de içine alan bir seyahatten döndüğüm şu zamanlarda, blog'uma güzel İzmir'i layığınca yazmadığımı fark ettim. İşte böyle ayağımın tozuyla İzmir merkezden başlayayım. Gelecek günlerde Seferihisarlar, Alaçatılar, Bergamalar, Selçuklar da gelir, gelecektir, gelmelidir.

 



Herkesin bildiği sırlar gibi bir şey söyleyeceğim şimdi, İzmir'de ilk Kordon'a gidilir. O biraz sitem içeren eski şarkıda dediği gibi "bir münasip zamanda" buluşulan Kordon var ya işte burası tam orasıdır. Tek ve biricik filminde Barış Manço'nun Meral Zeren'le faytona bindiği, "hamişine mamay pi pi kayan" güzel yankesicinin üstü açık külüstür Mercedes'ten bakıp "ne güzel şehir burası ya" diye Tarık Akan'a gülücükler saçtığı, Taçsız Kral'da Metin Oktay'ın ilk kazandığı parayla ilk aşkına yüzük aldığı ve sonra Ajda'yı görüp çarpıldığı yerdir Kordon.El ele aşıklar, tırıs tırıs yol alan faytonlar, bisikletli gençler, fıstık gibi kızlar Kordon'u siyah beyaz film karelerinden bir solukta günümüze taşır.  Biraz yürüyüp tarihi saat kulesine gelirsiniz. İzmir'in daimi toplanma noktası olan ve kuleden ziyade bir bibloyu andıran saat kulesinin etrafı kıpır kıpırdır. 



Körfezin muhteşem görüntüsüne, yosun kokusu eşlik ederken kulaklara zamanın tozuna bulanmış bir melodi dolar : "Sevgili İzmir'im/ Canımı veririm/ Ben esirinim". Dünyada müziğin peşine düşmekten daha isabetli bir tavır olmaz. İşte o zaman trajik hayatına kafa tutup milletlerarası şöhreti yakalayan Dairo Moreno'nun adını taşıyan sokağa gelmişsiniz demektir. Sokağın girişinde kahverengi ve üzerinde "asansör" yazan bir tabela görülür. Zaten bütün Karataş sakinleri de buraya "asansör sokağı" der. Sokağa girerken renkli iskemlelerle süslü mini kahveciler sizi karşılar. Kahvenin aşırı aromatik rahiyası dokularınıza işlediğinde hafif rampanın en ucunda, kırmızı tuğladan yapılmış tek başına yükselen dev bir asansör görürsünüz. Bu esnada sokağın eski İzmir dokusunu ısrarla yaşatan evleri bir bir önünüze dizilir. Kocaman ağaçlardan hiçbir mevsimde asansörün fotoğrafı sokak yönünden çekilemez. Elbette her zaman ağaçların canı sağolsundur! 
Ağaçlardan evlere geri dönüş yaparsanız "Her akşam votka, rakı ve şarap şarkısını" bize söyleyen Dario Moreno ve ailesinin unutulmuş bir zamanda yaşadığı evi görüp kocaman bir iç geçirirsiniz. 
Asansöre uzun uzun bakarsınız. 1907 tarihinde Musevi kökenli iş adamı Nesim Levi tarafından İzmir'e armağan edilmiştir bu asansör. Dario Moreno Sokağı'nın açıldığı Mithat Paşa Caddesi'yle tam 58 metre yüksekte kalan Şehit Nihat Bey Caddesi'ni merdivenler birleştirmekteyken, burada gerçekleşen düşmeli, yuvarlanmalı kazalar sonucu sokağın varlıklı sakinlerinden Nesim Levi bu işe bir dur demiş. Avrupa seyahatlerinden birinde gördüğü caddeleri birleştiren asansörlerden bir tane de kendi sokağına yaptırıvermiş. Üşenmemiş yapının tuğlaları tıpkı Balat'taki Fener Rum Erkek Lisesi örneğinde olduğu gibi (bakınız) taa Marsilyalar'dan getirtmiş. İlk zamanlar küçük bir meblağ karşılığında İzmirliler asansörü kullanıyormuş. Hatta 1965 yapımı Taçsız Kral'ı dikkatle izleyenler Metin Oktay'ın güzelliğiyle baş döndüren Mine'yle (Ayten Gökçer) asansöre binerken bilet aldığına şahit olmuşlardır. Böylece aklımda siyah beyaz filmler, zihnimde "Taçsız Kral Metin Oktay/ Tek aşkıydı Galatasaray" tezahüratıyla asansörün önüne gelmişsem, asansöre binince de o şen sesiyle Dario Moreno şarkıları beni karşılamışsa İzmir'de en sevdiğim yeri buldum demektir. Asansörle yukarı çıktığınızda Metin ve Mine'nin aşkla baktığı İzmir'in çok uzaklarda kaldığına emin olsam da İzmir yine zarif, yine görülesi. Günümüzde asansörün varış noktasında bir restoran-cafe tarzı bir işletme bulunuyor. Asansörden ayrılamayanlar için oldukça davetkar. Genellikle de kalabalık özellikle gün batımına doğru iğne atsanız, atamazsınız o derece...




 
Tarihi Asansör






Tarihi Asansör'le nostaljik İzmir'e dokunduktan sonra tarihin muammalarla dolu çağlarına uzanmak için Symrna Agorası'nın çekim alanına girmek şart oluyor. İyon agoralarının en büyüklerinden birinde, İsa'dan önce 3000'lere uzanan geçmişinde agora bilinen son imarını bilge imparator Marcus Aurelius devrinde ve onun girişimleriyle yaşadı. İzmir Agorası devlet binalarıyla kamu binalarıyla donatılmış bir devlet agorasıdır. Şehre bu kadar yakın olup, bu kadar yalnız olan çok az antik yapı görebilirsiniz. Buranın kendi halindeliği insanın yüreğini burksa da çapraz tonozlardan, kemerlerden, sütunlardan örülmüş doğası kısa sürede gezegeninizi şaşırtır. 


Smyrna Agorası






İzmir'in mazisi insanı bir içine çekmeye görsün asansör, agora derken şehrin Kadifekale'sine bir solukta çıkmış bulursunuz kendinizi.  Büyük İskender'in arkadaşı, generali ve valisi olan Lysimakhos tarafından yaptırıldığı sanılan kale, İzmir'e hakim olan her güçten bir iz taşır. 
Konak'tan Karşıyaka'ya baş döndüren bir manzaraya sahip kale ve semti zamanla kendi mitlerini yaratmış biraz gizemlere karışmış bir yerdir aynı zamanda. Bir zamanlar Homeros da geçmiş bu yollardan dağ taş efsane zaten bu memlekette. 



Kadifekale




Mavileri bulutlardan süzüp yeniden yeryüzüne inme zamanı gelmişse büyüyü bozmadan Arkeoloji Müzesi'ne koşturmak gerek. Arkeoloji Müzesi İzmir ve çevresinde bulunan, ki buna Efes, Bergama, Teos, Milet, Eritrai,..gibi dünya çapında yerleşimler de dahil, eserlerin izleyiciyle buluştuğu bir mekan olması nedeniyle önemli. Böylece yolunuz bu antik kentlere düştüğünde bütün heykeller, sikkeler, kabartmalar bir bulmaca gibi tıkır tıkır yerine oturacaktır. Arkeoloji Müzesi'ne kadar gelmişken komşu Etnografya Müzesi'ne girmeden duramayacaksınız.  Zira yapı Neoklasik formların kusursuz birlikteliğini yansıtan, 19. yüzyıl İzmir'inden fırlamış gelmiş haliyle zaten sizi kendine çağıracak. 
Binanın mimarı ne yazık ki zamanın soyut gölgelerinde kaybolmuş, adı sanı bilinmiyor. Müze binasının bulunduğu yer yüzyıllarca Musevi mezarlığı olarak kullanılmış. 1831'de de anonim mimarımız  bu mezarlığın kaldırılmasının akabinde, çağının korkunç hastalığı vebalılar için bir hastane ve manastır inşa etmiş. İnşaat sırasında üşenmeyip Efes'ten mermer bloklar ve çeşitli parçalar getirilmiş. İhtiyaç çok, imkan kısıtlı olunca zamanla hastane genişletilmiş. Doğumhane ve zührevi hastalıklar için olan bölümler eklenince binanın tabiri caizse adı çıkmış. Burada doğum yapacak kadınların namusu sorgulanır olmuş ve ahali de buraya "piçhane" demeye başlamış. Yapı işgal yıllarında üniversite olmuş, sonra tekrar sağlık kurumu olmuş. Otuz yılı aşkın süredir de müze olarak hizmet veriyor. Fakat "piçhane" tabiri hiç unutulmaz mı? Unutulmamış! Etnografya Müzesi'ne gideceğimi söylediğimde, yedi göbek İzmirli olan şoför bey "aa biliyorum tabi piçhane" dedi. Yüz ifadem görülmeye değer olmalı ki sonra makul bir açıklama yapmak için elinden geleni yaptı.

 
Arkeoloji Müzes
i
Etnografya Müzesi


İzmir Arkeoloji Müzesi'ne geldiniz, Etnografya'yı da gezdiniz fakat bir tamamlanmamışlık hissi gelip tam böğrünüze kurulacak. O his sizi acımazsızca ele geçirirken Kültürpark'a doğru sakince ilerlemekte fayda var. Kültürpark'ın palmiyeleri, doğal ortamı falan derken İzmir Tarih ve Sanat Müzesi tabelasını görünce o his sizi tamamen terk edecek. Bu müze Arkeoloji Müzesi'nin kapasitesini aşması sebebiyle açılmış, nispeten yeni bir müze. Farklı zamanlarda uzun uzun dolaşmaktan keyif aldığım yerlerden biri. Fakat Kültürpark'ın kentsel dönüşüm projelendirmesi sırasında bir ara kapatıldı. Şu sıralar yine açık, bu müzenin akıbetini Kültürpark'ın yani eski fuar alanının yazgısı belirleyecek gibi görünüyor. 


İzmir Tarih ve Sanat Müzesi




Ümran Baradan Oyun ve Oyuncak Müzesi

Fuar dolaylarına kadar inmişken, küçük bir mola vermek için boyoz-çay ikilisi yapmaktan güzeli olamaz. Herhangi bir fırında, dumanı üstünde bir boyoz hangi damağı mesut etmez ki? Fakat daha uzun uzadıya bir yemek hayali kuruyorsak İzmir'in klasiklerinden Topçu'nun Yeri, Kordon'a nazır Deniz Restoran, Levent Marina'nın son dönemde dillere destan tatlarıyla adından söz ettiren Sipari Restoran'ını tercih edebilirsiniz. Küçücük dükkanıyla Ciğerci Zarif ki kendisi yarım asrı geride bırakmış bir İzmirli ve Çorbacı İsmet Usta müdavimleri olan mekanlardan.
Tatlıseverler için tabi ki yine bir İzmir klişesi olan ve vazgeçilemeyen Reyhan Pastanesi'nin vitrinine mutlaka göz atmalısınız.  


Boyoz

Sipari Restoran Bademli Dil Menüer


Deniz Restoran 


Ciğerci Zarif


Çorbacı İsmet Usta


Reyhan Pasranesi Vişneli Sükse

 İzmir'de, İzmir atmosferini yaşamanın yolu hiç şüphesiz, tarihi Kızlarağası Hanı dolaşmak. Buradaki sahaflara, dükkanlara bakmak, belki bir kahve içip ortama ayak uydurmaktan da geçer. Benim bu çarşıdaki favorim Toprak Çocukları isimli seramik atölyesi. Buradaki rengarenk el yapımı seramikler benim en sevdiğim seyahat anıları olarak duvarlarımı süslüyor. Yalnız alacağınız objeyi sorun dışarıdan aldıkları seri üretim ürünleri de satıyorlar; kendi ürettikleri seramiklerin arkasında logoları yer alıyor. Çarşı pazar dolaşmaktan keyif alıyorsanız tarihi Kemeraltı Çarşısını'da şöyle bir turlamak lazım. Buranın olmazsa olmazları Yudumla Şerbetçisi'nden karadut şerbeti, Turşucu Tahsin'den çeşit çeşit turşu, Halis Dibek Kahvesi'nden kumda kahve. 


Kızlarağası Hanı


Toprak Çocukları Seramik




Halis dibek kahve


Alsancak Sevgi Yolu

  İlk yapıldığı dönemde deniz kenarında olan ancak zamanla kıyıdan uzak düşen tarihi hanın ardından yeniden adamı ters yüz eden imbat eşliğinde Pasaport'a doğru tam yol alıyorum. Deniz şehrinde, yüzen müzelerden Zübeyde Hanım Eğitim ve Müze Gemisi'nde denizciliğin esaslarını denizcilerin anlattığı bir ortamdayım. Aslında bu gemi İstanbullular'a yıllarca Boğaz'da yarenlik etmiş bir emektar. Boğaz'daki görevi bitince vapur hurdaya çıkacakken İzmir gemiye talip oluyor. "Zübeyde Hanım" adını taşıyan gemi hurdaya çıkmasın diye. Böylece gemi kendi gücüyle İstanbul'dan Karşıyaka sahiline dek geliyor. Uzunca bir zamandır da Pasaport'a demirlemiş durumda. Tarihi bir vapur, uzun yıllar denizde kullanılmış objeler, hatta Atatürk'ü taşımış bir geminin seyir defteri bile sergileniyor burada. 


Zübeyde Hanım Eğitim ve Müze Gemisi

Konu müze gemilerden açılmışken İzmir'de Balçova sahilinde, İnciraltı İskelesi'nde Ege ve Piri Reis gemileri de askeri müze olarak hizmet veriyor. Deniz Kuvvetleri Komutanlığı bünyesinde uzun yıllar çalışan bu gemiler orijinal yapıları korunarak müzeye haline getirilmişler. Gerçek bir askeri geminin içinde olmak farklı bir heyecan ama fotoğraf çekilememesi gezginler adına büyük bir hüsran. 
Bu arada Balçova İzmir seyahatinde ayrı bir parantez açılıp anlatılması gereken bir bölge. Şehrin önemli merkezlerinden  olan Balçova, Türkiye'nin jeotermal enerjiyle ısıtılan semtlerinden biri. Dolayısıyla burada birçok termal tesis yer alıyor. Yani hem şifalı sulardan yararlanalım, hem de şehirden uzak kalmayalım diyenler için doğru adres Balçova. Balçova'da İzmir'i top yekun gören bir de teleferik sistemiyle yükseklere yolculuk yapabiliyorsunuz. Bir dönem restorasyon nedeniyle kapalı olan teleferik yeniden İzmir'in emrine amade. Teleferikle ulaşılan zirve manzara izlemek ve mangal yapmak için İzmir'in akın ettiği rotalardan. 


İnciraltı Sahili





Balçova Kaya Termal Otel

Hazır piknik mevsimi geliyorken İzmir'de Buca Gölet'i de unutmamak lazım. Buca Gölet çocuk oyun parkları, restoran ve piknik alanı gibi bölümlerden oluşan geniş bir alan. Güneşin göz kırptığı günlerde şehirden kaçanların buluşma noktası. Buca Gölet'in kalabalığından muzdarip olursanız civara şöyle bir göz atmakta fayda var. Zira çevrede doğayla baş başa, huzur vaat eden mekanlar bulmak olası. Buca Bahçe Cafe günün her saati piknik tadında organik kahvaltı fırsatı sunmasıyla beni mest etmişti mesela. 
Ah işte İzmir'deyiz,  deniz derya şehirde durup durup balık kokusu burnumuza burnumuza geliyorsa Güzelbahçe sahilinde Ferhat Büfe'yi bulup, sıraya giriyoruz. Minicik büfe, önü kalabalık, çok bekleyeceğiz, o kesin, ama finalde sardalye-ekmeği ilk ısırışınızda her şeye değecek. Beni sevgiyle anacaksınız. Güzelbahçe Balıkçı Barınağı'nda çok birçok balık restoranı da yer alıyor. İstediğiniz balığı tezgahlardan alıp burada pişirtebilir sofranın geri kalanını da gönlünüze göre donatabilirsiniz. Ferah feza, iç açıcı bir mekan arayanlar için Narlıdere'de Dut Restoran Cafe'nin kapısını çalmalı. Zeytin, mandalina ve nar ağaçlarıyla donanmış bahçe mi dersiniz, Ege'ye bakan manzaralı balkon mu işte Dut'ta hepsi mevcut. Bir de üstüne acı badem likörlü incir tatlısı denerseniz ortama lezzet katmış olursunuz. 

  
Buca Gölet 


Buca Bahçe Cafe


Güzelbahçe Balıkçı Barınağı/ Ümit Restoran


Dut Cafe

Cumhuriyet ve Atatürk'le özdeşleşmiş bir kent olarak İzmir'in önemli meydanları, kurtuluş mücadelesini, kahramanlığı görselleştiren anıtlara ev sahipliği yapıyor. Bunun yanında Kordon'da Atatürk'ün İzmir seyahatlerinde kullandığı ev müze olarak ziyarete açık. Bir vapur kaçamağı yapıp Karşıyaka'ya geçerseniz Zübeyde Hanım'ın hayatının son günlerini geçirdiği Latife Hanım Köşkü ve Anı Evi'ni ve Zübey'de Hanım'ın anıt mezarını ziyaret edebilirsiniz. 


Cumhuriyet Meydanı.

Latife Hanım Köşkü ve Anı Evi 



Zübeyde Hanım'ın Anıt Mezarı


Son fotoğraf Pasaport'ta, çiselemeye hazır bulutlarla süslü bir gün batımından.

Veda Busesi
Dilimde "İzmir'in dağlarında çiçekler açar" marşıyla dolaştığım şehir İzmir. Görülecek çok mavilik, anlatılacak çok tadı, kokusu olan, bir devrin Smyrna'sı. Sokaklarında gevrekçilerin gezdiği, Kordon'un da çiğdemlerin çitlendiği, sabah kahvaltılarının boyozla yapıldığı, deniz kuşlarının bile başka türlü uçtuğu bir Egeli. Sesi ta uzaklardan kulağımıza çalınan bir şarkı gibi daha çok mırıldanacağım seni...  

Not: İzmir yazılarımdan daha önce blog'lanmış olanı için: 
 Atatürk'ün Treni ve Çamlık Buharlı Lokomotif Müzesi başlığına tıklayabilirsiniz.