2 Aralık 2019 Pazartesi

Büyüleyici Kazablanka


Kuzey Afrika’ya açılan zengin bir liman, Mağrip mimarisinin zarif örnekleri ve siyah beyaz bir zamandan kalan bir Hollywood rüyası… Kazablanka, düşleri süslemeye devam ediyor.

 

Mağrip mimarisi ile Fransız kolonyal mimarisini harmanlayan yapılarıyla Kazablanka, size dünyanın bir başka köşesinde olduğunuzu hissettiriyor. Anfa, Casa Branca, Darü’l-Beyza ya da Maison Blanche da dahil, 12. yüzyıldan bu yana pek çok farklı isimle anılan bu egzotik şehrin kaderi, 18. yüzyılda yeniden inşa edilmesiyle değişmiş. Tarih boyunca depremlerle sarsılmış ve korsanların istilasına uğramış. Günümüzde olduğu gibi geçmişte de dış ticareti elinde tutan limanı, şehri İspanyol ve Fransız tüccarların gözdesi haline getirmiş. Labirenti andıran dar sokaklarda sıralanan beyaza boyalı evlerin güzelliği ise ona verilen yeni ismin esin kaynağı olmuş. İspanyolcada “beyaz ev” anlamına gelen Kazablanka, bugün şehrin sakinleri için kısaca Kaza (Casa). 
Kazablanka’nın yaklaşık dört kilometre boyunca uzanan sahil şeridi, insanı ters düz eden rüzgârıyla da baş döndürücü. Burada Atlantik Okyanusu’nun bir an bile dinmeyen dalgalarıyla tanışıp sörfçülerin heyecanına ortak olabilir; deniz güneş ve kumun tadını çıkarabilirsiniz. Sahil şeridi boyunca sıra sıra dizilmiş restoran ve kafelerde dünyanın hemen her köşesinden farklı bir lezzetle karşılaşmak mümkün.
 
Benzersiz Mimari
Okyanus kıyısında yer alan II. Hasan Cami, dünyanın en büyük ve en süslemeli yapılarından biri olarak biliniyor. 1993’te Kral II. Hasan tarafından, denizin doldurulmasıyla inşa ettirilen cami, 210 metrelik uzunluğuyla dünyanın en uzun minareli camisi. Atlantik’i renkten renge boyayan gün batımlarında, Mağrip mimarisinin bu incelikli örneğinin olağanüstü bir yanılsama yarattığına tanık olabilirsiniz.
Eski Şehir olarak bilinen, surlar içindeki Medina bölgesi, şehrin Mağribi yüzünün daha fazla hissedildiği yer olarak dikkat çekiyor. Medina’da dolaşmak Binbir Gece Masalları’nın içinde kaybolmak gibi. Yeşil kiremitli beyaz evler, daracık sokaklar, tezgâhları süsleyen ve her an uçmaya hazır gibi duran halılar, tacirlerin özenle sunduğu babouche ya da belgha denilen ve ancak bir masal kahramanın ayağına yakışacak türden geleneksel terlikler adeta Medina’nın doğal dekoru.  

 

Tarihi Yapılar Topluluğu: Habous

Kazablanka’nın mimari değişimini hızlandıran en önemli olay, şehrin 1907’de Fransız hâkimiyetine girmesiyle olmuş. Bu tarihten itibaren şehir adeta Parisli genç mimarların uygulama alanı haline gelmiş. Kapılarla birbirine bağlanan ve İstanbul’un meşhur Kapalıçarşı’sına benzeyen bir yapı topluluğu olan Habous, bu dönemin örneklerinden biri. Ahşap işçiliğinin yalın zarafetini yansıtan kapı ve pencereler, narin bir tül gibi işlenmiş taş sütunlar, izinsiz girilmiş bir müzede dolaşma duygusu yaratıyor. Böyle bir ortamda, tezgâhlara serili el yapımı seramikler, dokumalar, Fas’ın yöresel giysisi djellabas, nane çayının servis edildiği rengârenk bardaklar ve görkemli demlikler arasında saatler geçirmek mümkün.

Kazablanka’nın en merkezi bölgesi ise bir buluşma noktası da olan V. Muhammed Meydanı. Şehrin idari yapılarının sıralandığı meydan, aynı zamanda Kazablanka mimarisinin incelikli yapılarına da ev sahipliği yapıyor. Yürüyerek keşfedilebilecek bölgede mukarnaslı sütun başlıkları, at nalı kemerleri ve çini bezemeleriyle Eski adliye binası (Mahkama du Pacha), geniş cephesi mozaiklerle süslü postane binası bir devrin zarafetini yansıtan eserler olarak dikkat çekiyor.

Burada şık kafelerden birinde oturup şehrin kalabalığını izleyebilir veya Art Deco tasarımıyla göz alıcı Cinema Rialto’ya kadar uzanabilirsiniz. Bölge aynı zamanda şehrin en huzurlu yeşil alanlarından biri olan; palmiyelerle çevrili Parc de la Ligue Arabe’ye de yürüme mesafesinde.

 
Beyazperdeden Günümüze

Kazablanka denildiğinde pek çoğumuzun aklına bir Hollywood klasiği olan, 1943 yapımlı “Kazablanka” filmi gelir. Bu unutulmaz yapım, Ingrid Bergman ve Humprey Bogard’ın trajik aşk öyküsüyle unutulmazlar arasında. Üzerinden 76 yıl geçse ve aslında film bir stüdyoda çekilse de hâlâ pek çok kişi, bu kült filmin izlerini takip ediyor. İşte bu nedenle Kazablanka’da Rick’s Cafe’ye uğramanın neredeyse bir gelenek olduğunu hatırlamakta fayda var. Filmin önemli mekânlarından biri olan Rick’s Cafe’nin dekorunu birebir örnek alarak açılan aynı isimli kafe, uzun yıllardır dünyanın her yerinden gelen sinema tutkunlarını ağırlıyor. Perdeye yansıyan mekânın tasarımını bütünüyle yansıtan Rick’s Cafe’de bir caz dinletisine katılabilir veya kuskus ve tajin de dahil şehrin özel tatlarını deneyebilirsiniz.

Nane çayı Fas’ın geleneksel içeceği. Gösterişli bir demlik aracılığıyla yüksekten dökülerek servis edilen çayın köpüğü ne kadar çok olursa o kadar iyi demlendiği kabul ediliyor. 

Kazablanka bir liman kenti olmanın avantajıyla lezzetli bir mutfağa sahip.  Zıtlıklardan ahenk yaratmış bir yemek çeşitliliği söz konusu.  Kuru meyveler ve envai çeşit baharat çorbadan tatlıya geniş bir perspektif içinde kullanılıyor. Geleneksel tatların başında kuru baklayla yapılan  ve zeytinyağıyla servis edilen kahvaltı çorbası b’ssara geliyor. Safran, tarçın , badem ve güvercin etiyle hazırlanan b’stilla Kazablanka mutfağının vazgeçilmezleri arasında sayılan bir börek çeşidi. Farklı sosları, baharatla harmanlayan bu coğrafya deniz ürünleriyle kurulan ziyafet sofralarında yeni tatları denemek için ideal.
 Şehrin Medina bölgesinde dolaşırken burnunuza baharatlı, iştah açıcı kokular gelecek. Salyangoz çorbası, kuzu etinden yapılan kebaplar sokak lezzetlerinin başında geliyor. Patatesten yapılan makouda bu tezgahların en popüleri. Kokular iştah açıcı olsa da sokak satıcılarından yemek alırken seçici davranmakta fayda var. Kazablanka’da her köşe başında meyve suyu satan tezgahlara rastlamak olası. Taze sıkılmış şeker kamışı suyu Faslılar’ın favorileri arasında.  
Kazablanka 2013’den bu yana  Sbagha Bagha Festivali kapsamında, şehrin duvarları, binaları sokakları rengarenk graffitilerle donatılıyor.  Dünyanın değişik ülkelerinden gelen sokak sanatçılarının eserleriyle bir grafiti galerisinde geziniyor gibi hissedebilirsiniz. Medina bölgesindeki Avenue des Far başta olmak üzere şehirde beklenmedik anlarda ünlü graffiticilerin eserleriyle karşılaşabilirsiniz.  Kazablanka’da şehrin tarihine doğru bir sayfa aralamak için Musée Abderrahman Slaoui’ye uğrayıp, el yapımı mobilyalar, seramikler, Berberi mücevherlerini içeren koleksiyonu inceleyebilirsiniz. Kalıcı koleksiyonun en ilgi çekici ismi Fransız mobilya tasarımcısı ve dekoratör Louis (Jean) Majorelle olmakla beraber, müze güncel sergiler düzenlediği galerisinde genç tasarımcılara da ev sahipliği yapıyor.  


Not: Yazı AtlasGlobal'in uçak içi yayını Glober Ekim /2019 sayısı için kaleme alınmıştır. 










3 Kasım 2019 Pazar

Tatil ve Şifa: Armutlu


Şehrin koşturmacasından uzak ama şehre bir soluk kadar yakın bir coğrafya. Aydınlık bir manzara, yakamozlarla süslü akşamlar, erişilmez günbatımları, deniz, kum, güneş, yeri geldiğinde şifalı sular, kaplıcalar, kür merkezleri. Huzurun, sağlıklı bir yaşamla tam yerinde buluştuğu, dört mevsim seyahatin keyifli rotası: Armutlu.


Efsanelerle yoğrulmuş topraklarımızda, Armutlu'nun da yazgısı bir efsaneyle başlıyor.  Anlatıya göre zamanın birinde Bizans İmparatoru’nun dünyalar güzeli kızı Armodies amansız bir hastalıkla yataklara düşüyor. Armodies’in ay ışığı gibi parlayan teni günden güne yaralarla doluyor. Koca ülkenin dört köşesinden hekimler çağrılıyor, uzak diyarlardan ilaçlar getiriliyor ama Armodies’in derdine deva olmuyor. Günlerden bir gün bilge bir keşiş prensesin hastalığının çaresinin şifalı sularda olduğunu salık veriyor. İmparator ve maiyeti yelkenleri fora edip buluyorlar keşişin bahsettiği şifalı su kaynaklarını. Armodies her gün bu denize kıyısı olan kentin kaplıcalarına bırakıyor kendini. Bu banyolar kısa sürede iyileştiriyor güzel Armodies’i. Babası gelip kızını alıp götürse de hikayesi dilden dile sürüp gidiyor. Şifa kaynağı coğrafya genç prensesin adıyla özdeşleşiyor.


Aklımda bu söylenceyle köpük köpük buluta teslim olmuş bir İstanbul gününde İDO’nun Yenikapı İskelesi’nden denize açılıyorum. Yaklaşık bir buçuk saatlik yolculuk çarçabuk geçiyor. Bu kadar zamanda başka bir şehre ulaşmanın tatlı telaşı sarıyor içimi. Armodies’e ve sonrasında daha nicelerine şifa dağıtan, denizin, güneşin, yeşilin buluştuğu coğrafyaya ulaştığımda İDO’nun Armutlu Tatil Köyü  İskelesi’ne iniyorum.




 Deniz balıkçı teknelerinden geçilmiyor, besbelli “rastgelen” bir günü yaşıyoruz Armutlu’da.  Teknelerin hummalı çalışmalarından nasiplenmek isteyen oyunbaz martılar sahil boyu dönüp duruyor. Armutlu Tatil Köyü sahili beklediğimden çok daha hareketli. Sonbaharın paletinden süzülen renkleri taşıyan envai çeşit ağacın arasında yürüyüş yapanlara katılıyorum. Bisiklete binenler,  spor yapıp form tutma peşinde olanlar, sahilde martıları besleyenlerle capcanlı bir sonbahar yaşanıyor burada.


Bozburun Feneri’ne Yolculuk

Gün geceye kavuşurken deniz gümüş bir aynaya dönüşüyor. Ufukta titreşen güneşin boyadığı gök kubbe, seyrü sefere hiç ara vermeyen martılar, balıkçı tekneleriyle gündüzü uğurluyorum. Yeni gün benim için oldukça erken başlıyor.  Sabah güneşi bütün sahili hareketlendirmiş, kısa bir yürüyüşle Armutlu Tatil Köyü’nün masmavi manzaralı restoranında gönlüme göre bir masaya kurulup lezzetli bir kahvaltının tadını çıkarıyorum.


 Az sonra kahvaltı sofrasından gözüme ilişen rengarenk bisiklet ve atv’lerin bulunduğu alanda buluyorum kendimi.  Görmek istediğim yerleri seçip bir atv kiralıyorum. Rehberimiz Oktay Bey liderliğinde küçük bir gezginler takımı oluveriyoruz. Armutlu Tatil Köyü, Bozburun adı verilen burnun güney sahilinde yer alıyor.  Atv turuyla yarımadanın diğer doğal ve tarihi güzellikleriyle tanışmak gayesi içinde yola düşüyoruz. Kıvrım kıvrım patikalardan , ağaçların, arı kovanlarının, zeytinlerin arasına giriyoruz.  Meyvelerle yüklü dallara hayranlıkla uzanıyorum. Tabiatın esas duruşa geçtiği bu anlarda safir gibi parıldayan Marmara Denizi bir görünüp bir kayboluyor.  Sık sık fotoğraf molası veriyorum. Nihayet yarımadanın deniz feneri yeşil ve mavi fonda beliriyor. Bembeyaz gövdesi ve olanca yalnızlığıyla asırlardan beri burada duruyormuş izlenimi yaratan Bozburun Feneri’nin rüzgar gülünde 1926 tarihi okunuyor.  Halen gecenin koyusunda gemilere yol gösteren Bozburun Feneri çağlar öncesine uzanan bir geçmişe sahip. Bölge Roma hakimiyetindeyken bu ıssız noktada Akdeniz Mitolojisi’nin denizlere ve depremlere hükmeden tanrısı Poseidon’a adanmış bir tapınak bulunmaktaymış. Roma İmparatorluğu’nun ikiye ayrılmasının ardından Doğu Roma’nın yani Bizans’ın egemenliğinde kalan bölgede tek tanrı inancı hakim olunca Poseidon unutulsa da olumsuz hava koşullarında gemicileri uyarmak adına düdük sistemi faaliyete geçirilmiş. Takvimler 1926 yılını gösterdiğinde de şimdiki narin gövdeli ışık saçan deniz feneri inşa edilmiş. O gün bugündür de gemiler ve gemicilerin yoldaşı olmuş Bozburun Feneri.  Sarp kayalıkların üstünde denizcilere yol gösteren fener zamanla eğitim dünyası tarafından da keşfedilmiş. Çevresindeki huzur ve sağlık ortamının keşfedilmesiyle; felsefe ve tıp öğrencilerinin düzenli aralıklarla toplandığı bir alan olmuş. Bozburun Feneri neler görmüş, neler geçirmiş, şimdi beni de hafızasına kaydediyor.  Bozburun Feneri’nden ayrıldıktan sonra Armutlu’yu tepeden izleme olanağı sunan kocaman bir gölete gidiyoruz. Bir tepenin üzerinde büyükçe bir krater gibi duran göl yağmur sularının birikmesiyle doluyor. Göletin çevresi  Uludağ’dan Mudanya’ya Tirilye’den İmralı’ya hatta hava müsaitse İstanbul’a kadar geniş bir görüş alanına sahip. Gölet alanı sportif aktiviteler, uzun yürüyüşler ve fotoğraf meraklıları için biçilmiş kaftan.



Evliya Çelebi’nin Armutlu’su

Atv turunun ardından Armutlu’nun asırlık çınarlarından birinin altında soluklanıyorum.  Şehir içinde adeta şehir gibi olan İhlas Armutlu Tatil Köyü’nün sınırları içinde kalan anıtsal ağacın kadim gölgesi beni de sarmalıyor.  Tarihin en ünlü gezginlerinden Evliya Çelebi’nin de Armutlu’ya geldiğini anımsıyorum ister istemez.  Şöyle demiş Evliya Çelebi 11. yüzyılda geldiği Armutlu için: “ Nahiyedir. Naib oturur. Subaşısı Bursa Beyi tarafından tayin edilir. Kasaba bir düz sahrada, bağlı ve bahçeli, etrafı armut bahçeleriyle süslü olup bakımlıdır. Onun için Armutlu derler. Üç yüz kadar bakımlı evleri vardır ki, baştan başa kiremitle örtülüdür. Bir camii, bir hamamı,  üç mescidi, bir hanı, on kadar da dükkanı vardır. Suyu ve havası çok güzeldir.” Armutlu sakinleri Evliya Çelebi’nin Armutlu seyahati sırasında rahatsızlandığını ve Bozburun’a gelerek buradaki kaplıcalarda deva bulduğunu aktarıyorlar.


Tarihi çınarın kollarındaki molanın ardından Armutlu’ya doğru uzanıyorum. Armutlu Tatil Köyü’nün önündeki duraktan sürekli Armutlu’ya otobüs ve taksiyle ulaşım imkanı var. Festival gibi etkinliklerde hem belediye hem de tatil köyünün koyduğu ek servisler de bulunuyor. Yol üzerinde Armutlu’yu yüksek bir alan üzerinden gören bir mesire yerine varıyorum.  Bakımlı bir piknik alanı ve seyir terasıyla insanın içini ısıtan bir manzara ayaklarınızın altına seriliyor. Kısa yolculuğumun son durağı  Armutlu İdo İskelesi’nin bulunduğu meydan oluyor. Armutlu sahili bu iskelenin iki yanında uzanıyor, sahil plajlarla ve ağaçlarla süslü.  Çınarlı, martılı, güvercinli huzurlu bir liman. Meydanın en eski mekanlarından biri olan By Vural Cafe&Pastane’ye uğruyorum. Vural Cafe’nin şöhreti Armutlu’dan taşan sahlepiyle bütün yorgunluğum uçup gidiyor.  Bol tarçınlı, dumanı üzerinde enfes sahlep molasının ardından Armutlu Balıkçı Barınağı’na yöneliyorum. İrili ufaklı balıkçı tekneleri rızkının peşine düşmeye hazırlanıyor. Güneşin ufukta kaybolmasına ramak kala mendireğe tırmanıyorum. Limandan çıkan her balıkçı teknesinin etrafında martı kümeleri oluşuyor. Hepsine el sallıyorum, kimi düdük çalıyor, kimi el sallayarak karşılık veriyor. Balıkçılar açık denizde güneşe doğru ilerlerken ben de yavaş yavaş Armutlu Tatil Köyü’ne dönmeye hazırlanıyorum.


Atatürk ve Armutlu
 Armutlu Tatil Köyü ziyaretçilerine sadece deniz, kum ve güneş değil, kaplıca, ısıtılmış deniz sulu havuzları , çamur ve tuz terapi ile tedavi imkanı da sunan Türkiye’nin en büyük ve en kapsamlı tatil köyü olma özellikleriyle hizmet veriyor. Dağ tepe dolaşmanın ardından önce ısıtılmış deniz suyuyla dolu havuza, sonra da kaplıcaya gidiyorum.  Kaplıca çok farklı bir deneyim güneşte kurutulan temiz çamaşırları giyme hazzı, o tarifsiz ferahlık işte kaplıca suyundan çıkınca tam böyle bir his duyuyorum. Tatil özlemini bütün yıla yaymak için ısıtılmış deniz suyuyla dolu, üstelik aqua park deneyimi sunan havuzlar ve kaplıcalar hem eğlenceli, hem de sağlıklı bir alternatif olarak aklıma kazınıyor. Bütün bunların yanında büyük şehrin yanı başında olmasıyla Armutlu Tatil Köyü her mevsim gezginlerin seyahat listelerinde hep üst sıralarda yer almasını sağlıyor. Binlerce yıldır termal sular tabiatın mucizevi iyileştiriciliğini insanlara sunuyor. 
Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu ulu önder Mustafa Kemal Atatürk de termal suların araştırılmasına katkı sağlamış ve kaplıcaları için 1934 yılında Armutlu’ya gelmiştir. Yalova ziyaretinin ardından Armutlu’ya geçen Atatürk buradaki kaplıcaların daha detaylı incelenmesi için dönemin başbakanı İsmet İnönü’ye telgraf çeker ve gereğinin yapılmasını ister. Atatürk hastalığı döneminde, 1938’de, yeniden Armutlu’ya gelmiş ve kaplıca kürü yaptırmıştır. Armutlu’da her 9 Ağustos Atatürk’ün Armutlu’ya gelişinin anısına etkinlikler düzenlenmektedir.

 
Doğal ve Sade: Fıstıklı Köyü

Burada sabahları uyku mahmurluğuna tutulmuyorsunuz. Koşarak balkona çıkıp martılara “günaydın” diyorsunuz. Onlar da size sonsuz çığlık ve kanat çırpışıyla karşılık veriyor. Güne böyle başlamanın zindeliği paha biçilemez. Böyle güneşli bir Kasım sabahında Armutlu’nun en güzel köylerinden biri olan Fıstıklı’nın yollarına düşüyorum. Yılın bu zamanı Fıstıklı Köyü’nde balık-ekmek festivali düzenleniyor. Çoluk çocuk, gezginler, meraklılar herkes Fıstıklı Köyü’nde buluşmuş gibiyiz. Denizden yeni çıkmış balıklarla şenlenen festival bütün bir güne yayıldığından köyü sokak sokak arşınlıyorum. 




Bahçelerden taşan mandalina ağaçları, onlara eşlik eden kızarmaya yüz tutmuş nar dolu dallar, duvarlardan öbek öbek dökülen ve mevsimin inadına pembesini, morunu yitirmemiş begonviller, ebedi zeytinlikler ve köye adını veren çam fıstıklarıyla tabiatın kusursuz ritmine kapılıyorum. Etrafta kış hazırlığına hız vermiş köylüler bariz bir koşturmaca içinde.  Bahçelere, ağaçlardan taşan, yeni olgunlaşan meyvelere davet ediliyorum. Ara ara yerel mimariyi yansıtan kırmızı tuğlalı köy evlerine rastlıyorum.  Zamanın yorgunluğu bu köy evlerinin dört bir yanından okunuyor. Buna karşılık mütevazı bir zarafetin dik duruşu, yılmayan bir karakterin direnişiyle evler göz kamaştırmaya devam ediyor. Sokaklar, evler, traktörler, kadim zeytin ağaçları geçiyorum ama bir keçi ailesinin yanında epeyce duraklıyorum. Sahibi keçileri salıverince keyifli bir kovalamaca başlıyor. İnatçı, çevik ve mutlu keçilerle seyahat anılarıma renkli anlar ekliyorum.




Organik Tarım

Hafta sonu Armutlu'da  daha bir renkli, daha bir cvıl cıvıl geçiyor.  Cumartesi günleri Armutlu’da semt pazarı zamanı. Pazarda Yalova ve ağırlıklı olarak Armutlu köylüsünün tezgahları sere serpe uzanıyor. Herkes hoşsohbet, herkesin gönlünden bir tebessüm düşüyor. Yörenin temel ürünü zeytin, zeytinyağı ve zeytinyağı sabunları pazarın gözdesi. Armutlu bölgesi iklim ve bitki örtüsü bakımından arıcılık için de son derece uygun bu nedenle organik bal satan tezgahlara da rastlayacaksınız. Balkabakları, biberler, meyveler dışında köylülerin bin bir emekle hazırladığı tarhanalar, erişteler, mısır unları da bu pazarın vazgeçilmez ürünleri arasında. Pazarı gezerken yağmur başlasa da tezgah sahiplerinin gülümseyen sohbetleriyle, havayı falan dert etmeyi bırakıyorum. 




Armutlu’nun bu küçük ama sevimli pazarının ardından semt sakinlerinin “Köy içi” dediği sahil dışında kalan Armutlu’yu dolaşıyorum. Yağmur çiselerken birkaç eski Rum evi ve yerel mimarinin zarif örnekleriyle karşılaşıyorum. Tavuklar, horozlar derken meyve ağaçlarının yükseldiği bahçelere göz atıyorum.  Daracık sokaklar, misafirperver insanlarla yüklü Armutlu’da zaman hızla akıp geçiyor. Armutlu Tatil Köyü İskelesi’nden kendi dünyama dönerken bu coğrafyanın insanları neden kendine tekrardan çağırdığını çok iyi anlıyorum.


Not: Yazı İDO'nun gemi içi yayını Sealife Aralık/2016 sayısı için kaleme alınmıştır. 

5 Ekim 2019 Cumartesi

Bavulumdaki kitaplar...

Şehirler ve kitaplar içimde birbirine benzeyen bir his yaratır. Birçok durumda kitaplar şehirlerden biraz daha etkileyicidir. Vapurda birkaç sayfa okuyup, yüzünde tuhaf bir gülümsemeyle kitabı göğsüne bastıran birini görürseniz, o  muhtemelen benimdir. Aynı şeyi yeni tanıdığım bir şehirde adını zor telaffuz ettiğim bir köprüye bakarken de yapabilirim elbette. Bir tramvay aralığında yahut dilini hiç kıvıramadığım ülkelerin hava sahasında gözlerim satırlar ve sayfalar arasında dolaşır. İklim değişir, zaman değişir, psikolojim ters yüz olur...Ama onlar bana her zaman şefkat gösterir...İşte bu yazı, sevgili yol arkadaşlarımdan söz etmek üzere yazıldı. Hep yolculuklardan dem vururken, en mükemmel eşlikçilerime haksızlık ettiğimi fark ettim. Geç olsa da bir yerden başlamak lazımdı...

 
B,Bira / Tom Robbins

Amerikalı yazar Tom Robbins birçok okuyucu gibi, beni de mest eden yazarlar kategorisinde üst sıralarda yer alıyor. Parfümün Dansı,Sıska Bacaklar, Ağaçkakan gibi çok satan listesinin gediklisi olan kitapların yazarı olarak, kendisini rafta görüp kayıtsız kalmak birçok okuyucu gibi benim için de söz konusu değil. B, Bira 'nın tatil bavulumda tereddütsüz yer alması tamamen yazarın üzerimdeki sarsılmaz prestijine dayanıyor. Robbins,128 sayfada biranın serüvenini,nasıl ortaya çıktığını ve ne şekilde tüketilmesi gerektiğini bir aile hikayesiyle iç içe ele alıyor. Kitabın arka kapağından okuyucunun gönlünü çelen şu cümleler yer alıyor:

"Bir varmış bir yokmuş, tam da şimdiki zaman içinde, bir gezegen varmış ve bu gezegende yaşayan canlı türü, insan denen iki ayaklı varlık her yıl yüz otuz beş milyar litre bira tüketiyormuş. (İnanmazsanız internetten araştırın!) Bu azgın tüketim ürününün renginden, kabarcığından, köpüğünden, geğirtisinden, kısacası huyundan ve suyundan etkilenenler arasında zeki mi zeki bir kız çocuğu ile bu kızın şaşkın annesi, duyarsız babası ve çılgın amcası da yer alıyormuş." 

 Çocuklar için yazılmış bir kitap,hem de bira kitabı. Kulağa çok makul gelmiyor ama B, Bira'nın hedef okuyucu kitlesi kesin olarak herkes. Çocuklara gelince, bizim mutfak kültürümüzde biranın yeri çok kısıtlı olsa da kitabın yazıldığı coğrafyada dolabında bira olmayan aile bulamazsınız. Dolayısıyla aile,bira ve küçük kız çocuğu bizim açımızdan bir paradoks yalnızca. Yazarın eğlenceli ve sade yazı diliyle çocukların dünyasına bilgiyi aktarma biçimine hayran olmamak imkansız. 
Bira kitabın içinde sürükleyici öge aynı zamanda.  “Yalnızca dişi çiçekler bira yapımında kullanılır. Erkeklerin onu bu kadar çekici bulmasının nedeni belki de budur.” gibi, biraya özgü sırlar sayfaların cazibesini arttırırken; 
 özgürlük, cesaret, aşk, mutluluk, tüketim gibi kavramlar anlatımın olağan dengesi içinde sunuluyor. 
Günümüzde kült bir yazar haline gelmiş olan ve adını Tim Robbins'le karıştırmaktan kendimi bir türlü alamadığım Tom Robbins okumaya henüz başlamadıysanız B, Bira harikulade bir seçim. Eğer yazarı zaten tanıyorsanız fazla söze gerek yok sanırım. 

                       Macellan Bir İnsan Bir Yaşam / Stefan Zweig

Son yüzyılın en çarpıcı yazarlarından biri hiç şüphesiz Stefan Zweig. Saygın bir aileden gelen, sanat ve felsefe eğitiminden geçen, 20. yüzyılın ilk yarısındaki kaotik ortamı akılcı bir biçimde tanımlayabilen bir adam Zweig. Yaşama veda ediş biçimiyle, kendinden bekleneni gerçekleştirmiş bir karakter çizer. Oysa geçen zamana bakarken, intiharıyla ilgili görülen baş sorumlu Naziler, kendisinin ölümünden yaklaşık 9 ay sonra Stalingrad'da hezimete uğrar. Zweig'ın bunu öngörmediğini düşünmek dehasını hafife almak olur. Trajik ölümündeki, trajik detayları bir kenara bırakıp, karşımızda mükemmel bir yazar ve biyografist olduğundan yola çıkarak ölümünü bir rastlantıya bırakmak istemeyeceği neredeyse kesin gibidir. Yahut bu da bir komplo teorisi olsun. Kendi ölümünü bile tasarlamış olan Zweig, kelimenin gerçek anlamıyla mükemmel bir biyografistti. Bu kadar uzatmamın nedeni, Zweig'ın yazdığı biyografilerdeki farklılığın özgün yazı dilinden çok daha fazlası olduğunu vurgulamak için. Zira konuyu Macellan'a bağlamak istiyorum. Dolayısıyla Macellan Bir İnsan Bir Yaşam bütün bunları yansıtan bir Zweig eseri.
"Başlangıçta baharat vardı." Stefan Zweig'in Macellan'ı upuzun bir giriş silsilesinin ardından bu sihirli cümleyle başlıyor. Böylece Macellan, Zweig ve ben coğrafi keşiflerin şafağında gemiye atlayıp zorlu bir yolculuğa çıkıyoruz. Konuyu dağıtmaktan bir an bile çekinmeyen Zweig, yalnız ve davasına inanmış bir adamın serüvenini anlatırken, harika bir Baharat Yolu ve karabiber biyografisi de yazmış. Karabiber karabiber olalı böyle epik bir anlatı görmemiştir.
Baharatın Batı'yla tanışmasının müsebbibi tabi ki muhterem Romalılar. Romalılar hızla topraklarını genişletirken baharatın acılı , ekşi ve muazzam kokulara açılan evrenini keşfediyorlar. Ancak bu güzel kokulu tutku oldukça pahalı ve son derece lüks bir tüketim maddesi. 
14. yüzyıla kadar kuzey mutfağının yavanlığı karşısında, baharatın yarattığı şaşırtıcı etki bugün hayal bile edemeyeceğimiz bir boyutta olmalı. Zweig bu durumu yine eşsiz bir cümleyle tanımlıyor:
"Fakat ne harikuladedir ki, tek bir Hint baharatı tanesi, bir-iki fiske karabiber, kuru bir muskat, bir tutam zencefil ya da tarçın katıldığında en kötü yemekler bile değişir, yabancı ve lezzetli bir uyarıyla mest olur damaklar."  
Nihayetinde insan güzel şeylere çarçabuk alışır. Öyle bir an gelir ki bir yemeğin lezzeti ne kadar çok karabiber atıldığıyla doğru orantılı hale gelir. Zencefilli bira, baharatla boğazı yakan şarap işte tam bu dönemin icatlarıdır. 
Aslında kahramanımız Macellan'ın yola çıkışı egzotik dünyanın zenginliklerini kendi dünyasına aktarmak. En azından sponsorları bunu istiyor. Ve biz bütün bu süreçte Zweig'ın rehberliğinde Macellan'ın çağında gerçek bir serüvenin tam ortasında dalıyoruz.
Yaşam öykülerinin cezbesine kapılmaktan çekinmiyorsanız yahut Stefan Zweig'le henüz tanışmadıysanız Macellan Bir İnsan Bir Yaşam iyi bir başlangıç olacaktır.  


    Kucaklaşmanın Kitabı/ Eduardo Galeano

Latin Amerika'nın sözcüklere dökülmüş hali Eduardo Galeano'suz bir kütüphane düşünemiyorum. Galeano'nun bütün yapıtları hayatından izlerle örülü. Montevideo'da dünyaya gelen Galeano, 74 yıllık hayatı boyunca politikadan ve futboldan uzak kalamadı. Uruguay'ın makus talihine karşı ortaya koyduğu başkaldırı sayesinde tutuklandı, sürgün edildi, uzun yıllar ülkesinden ayrı yaşamak zorunda kaldı. Galeaano zeki ve tutkulu bir yazar. Kucaklaşmanın Kitabı, ismiyle müsemma, insanı sarıp sarmalayan bir kitap. Kısa metinlerin sayfalara sığmayan coşkusu,aşk, özlem, zamanın dehlizlerinden çıkıp gelen kişilikler, Galeano'nun dünyasının büyüleyici temalarından oluşan bir küçük senfoni Kucaklaşmanın Kitabı. Okuyucuya şöyle sesleniyor Galeano:
 

"Beni okuyamayanlar için yazıyorum; ezilmişler için, yüzyıllardır tarihe geçebilmek umuduyla kuyrukta bekleyenler, kitap okuyamayanlar ve kitap alacak parası olmayanlar için"

O zaman sözü bir kere daha Galeano'ya bırakayım ve Kucaklaşmanın Kitabı'nın İsa'sı bizimle olsun:

"Çelişki, tarihin akciğeriyse bana öyle geliyor ki paradoks da tarihin bizimle dalga geçmek için tuttuğu aynadır. Tanrı'nın öz oğlu bile kendini paradokstan kurtaramamıştı. Bu oğul tropiklerin güneyinde, kar nedir bilmeyen bir çölde dünyaya gelmeyi seçmişti. Gene de Avrupa, İsa'nın Avrupalı olduğuna karar verdi,vereli, kar, İsa'nın doğum söylencesinin evrensel bir simgesi olup çıktı."  

Tam mizah sınırlarında dolaşırken hüzünlendiren, bütün umutsuzluklara rağmen uzaklarda kanat çırpan kuşları gösteren bir yol arkadaşı  Galeano.

Veda Busesi 

Bavulumu şehirden şehire sürüklerken, içinden kitaplar dolup taşıyor, geçip gidiyor. Bazen dünyanın en özel imzasına sahip kitapları haritanın bilinmeyen bir noktasında kaybediyorum. Yine de kitaplar ve yazarlar bana küsmüyor. Robbins, Zweig ve Galeano'yla başladığım anlatıya gelecek yazılarda devam edeceğim. Muhtemelen araya birkaç şehir, birkaç sanat yazısı girecek. Sonra yine yol arkadaşlarıma döneceğim...


20 Eylül 2019 Cuma

Beyoğlu'nda Sakit Mamadov Rüzgarı

Boğaziçi'ne sonbahar geldi. Yapraklar sarardı, çocuklar okula döndü, Eylül bile gitti gidiyor. Doğaya nazire yaparcasına sanat sezonu gümbür gümbür açıldı. Contemporary İstanbul 2019'u geride bıraktık, 16. İstanbul Bienali Yedinci Kıta olarak kıyılarımızda yerini aldı. Bütün bu büyük etkinlikler eş zamanlı sergileri de önüne katıp İstanbul'a getirdi. Azrbaycan'ın ünlü ressamı Sakit Mamadov'un "Opalizm" başlıklı sergisi de bunlardan biri...

Sakit Mamadov'un 160'tan fazla eserinin görülebileceği "Opalizm", Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Tophane-i Amire Kültür Sanat Merkezi'nin Beş Kubbe salonunda 5 Eylül-5 Ekim 2019 tarihleri arasında sanatseverlerle buluşacak. 
Murat Pilevneli'nin danışmanlığını üstlendiği ve SOCAR Türkiye'nin sponsor olduğu sergi ücretsiz ziyaret edilebilecek. 
Temel bilgileri aktardığıma göre Sakit Mamadov ve Opalizm'den söz etmeye başlayabilirim artık. 





Öncelikle Beş Kubbe salonunun abidevi mimarisi içinde Sakit Mamadov'un çalışmaları kesinlikle çarpıcı bir etki yaratıyor bunun altını çizeyim. Diğer taraftan, Sakit Mamadov kimdir?, Opalizm nasıl bir izm'dir? gibi soruları duyar gibiyim. 
 Opal taşının canlı renklerinden ve büyüleyici ışıltısından etkilenen  Mamadov, eserlerine bu taştan aldığı esini katmış. Bu nedenle Opalizm tarzının kurucusu olarak kabul ediliyor. Latince "değerli
taş" anlamına gelen opalus, Opal'in ta kendisi. 
  Durduğu yerde doğal bir kaleydoskop izlenimi verecek kadar renkli, insana hayaller kurduracak kadar şaşırtıcı renklere sahip Opal'in, Mamadov'un paletinden süzülüp eserlerine yansımış hali de görülmeye değer. 
 Azerbaycan'da "yaşayan miras " olarak nitelendirilen sanatçının biyografisinden satır başları şu şekilde. 
Balıkçı bir baba ve ev hanımı bir annenin oğlu olarak 1958 yılında dünyaya geldi. Ailesi ressam olmasına pek sıcak bakmadığı için sınavlara gizlice girdi ve kazandı. 1970'lerde askerlik için St. Petersburg'a gitti ve burada ordunun üst düzey mensuplarıyla iyi ilişkiler kurdu. Her ders yılı yalnızca bir öğrenciye verilen Lenin Bursu'nu kazandı ve akademiye girdi. 
Dünyanın farklı şehirlerinde sergiler açtı. Papa 2. Jean Paul, Monica Belluci portresini yaptığı isimler arasında. Putin ve Clinton'un koleksiyonunda resimleri var (Buna sanatın birleştirici gücü mü demeliyiz?Emin olmadım şimdi!). 
Dünyada yeterince dert tasa olduğunu bu sebeple de resimlerinde ümitli bir dünya sergilediğini ifade ediyor. Bu sebeple geniş kitlelerce resimlerinin sevildiğini düşünüyor. 



Son olarak Sakit Mamadov'un daha önce Türkiye'de karma sergilere katıldığını ancak ilk defa bu kadar büyük çapta bir organizasyonla Türk izleyicinin karşısına çıktığını belirtmek isterim.








29 Ağustos 2019 Perşembe

Beyoğlu'nda Uygun Adım Marş!

Hadi hep beraber Beyoğlu'nda hizaya giriyoruz. Bilinmeyen bir ses Salt Beyoğlu'nun önünde "Kıt'a dur" diyene kadar nizami yürüyüşümüze devam ediyoruz.  Selim Sırrı Tarcan'ın izinde ve "Dağ başını duman almış" marşının ahenginde Salt Beyoğlu'na giriş yapıyoruz. 


İstanbul son sürat yeni sanat sezonuna hazırlanırken yazı da dolu dolu geçirmeyi bildi. Bugün söz edeceğim sergi Salt Beyoğlu'nda Haziran'dan bu yana izleyiciyle buluşan "Uygun Adım Marş!" . Maria Anderson ve Nancy Atakan'ın yedi yıl süren araştırmaları sonunda hazırlanmış çalışmanın ana teması, 20. yüzyıl başındaki İsveç jimnastiğinin, Türkiye beden eğitimi sistemi içindeki fonksiyonu. Modernleşme çabasıyla harekete geçen Türkiye'nin bu konudaki başkahramanıysa Selim Sırrı Tarcan. Yaşadığımız coğrafyada beden eğitimi ve olimpiyat denince ilk akla gelen isim olan Tarcan ve onun adımlarını takip eden kızları etrafında şekillenen bir süreci Anderson ve Atakan'ın özgün çalışmalarıyla izliyoruz. 


Takvimler 1908'i gösterdiğinde Osmanlı Tarihi için II. Meşrutiyet vaktidir. Siyasi kargaşa birçok isme sıkıntılı günler getirir. Sıkıntıya düşenlerden biri de  Mühendis Hane-i Berri Hümayun'da iyi bir eğitim alan Selim Sırrı Tarcan'dır. 
1909'da  zorunlu yurt dışı göreviyle yüz yüze gelince Stockholm'e gönderilmeyi talep eder. Ne olursa bundan sonra olur...
Stockholm günlerini beden eğitimi, spor yazarlığı ve öğretmenliği konusunda ilerlemek adına bir fırsata çevirir. Pehr Henrik Ling'in kurduğu Gymnastiska Centralinstitutet’te (Kraliyet Jimnastik Merkez Enstitüsü) eğitim alır. Burada genel olarak askeri, tıbbi , estetik ve eğitsel özellikleriyle öne çıkan Ling jimnastik ekolüyle ilgilenir. 


Yurda dönüşünde, değişim rüzgarlarının bütün yelkenleri fora ettiği bir ortamla karşılaşır. Bu atmosferde kendisi bir beden eğitimi sistemi hazırlamak üzere görevlendirilir. Sağlıklı bir toplum, güçlü bir gelecek hedefiyle hem kadın, hem de erkek öğretmenlerle iş birliği yapar. 1916'ta Kadıköy'de ilk kez düzenlenen İdman Bayramı bu hedeflerin gerçeğe dönüşmesinin bir göstergesidir. 
Aynı dönemde sporla yetişen gençlik yeni bir marşa da sahip olur. Tarcan, İsveç'te tesadüfen dinlediği Tre trallande jäntor (Şakıyan Üç Genç Kız) isimli şarkıya Türkçe sözler yazdırır. Bundan böyle Felix Körling'e ait beste, "Dağ başını duman almış / Gümüş dere durmaz akar..." dizeleriyle başlayan Gençlik Marşı olarak hafızalara kazınacak ve sıkılmadan her vesileyle okunacaktır. 
Hayatının geri kalanında sayısız kitap yazan ve milletvekilliği yapan Tarcan'ın kızları sporla iç içe hayatlar kurar. Büyük kızı Selma modern dans, küçük kızı Azade terapötik jimnastik alanında çalışan öncü kadınlar olarak tarihe geçer. 





Maria Anderson ve Nancy Atakan bu öncü kadınlardan ilham alarak, Türkiye'de beden eğitiminin sisteme dönüşmesi sürecini kadınların özgürleşmesi bağlamında değerlendiriyor. Antik Çağ'dan zamanımıza uzanan süreçte ideal beden kavramına farklı bakış açılarını da sunan sergi için sayılı günler kaldı. 30 Ağustos Uygun Adım Marş! için son gün...
O halde Beyoğlu'na Uygun Adım Marş!