27 Aralık 2020 Pazar

Beethoven Yılı'nda Beethoven'ın Evinde

Ahmed Arif Beethoven için “Açlıktan ölen müzik peygamberi” ifadesini kullanır. Mucize isteyenlere işitmeden duymayı göstermiştir işte. Notalarının ilahi ışıktan süzüldüğü fikriyle birçok takipçisinin hüzünlere kapılması da bundandır belki. Ve 2020’de 250 yaşına girdi Beethoven. Eğer dünya virüslenmeseydi ilahi nağmeleriyle hepimizi kutsayacaktı. Aslında 2020, UNESCO tarafından Beethoven Yılı ilan edilmişti...

 

Buz gibi bir kış günü, Köln’den Bonn’a doğru yola çıkıyorum. Aniden gelişen, bana ait olmayan bir plan. Bonn Almanya’nın yazlık başkenti olarak biliniyor. Aslına bakarsanız 30 yıl evveline kadar Almanya’nın başkenti olan bir şehirdeyiz. Yazlık denmesinin sebebi, küçük ve sakin bir şehir olmasından kaynaklanıyor. Bu bakımdan oldukça şaşırtıcı olan, 20. yüzyılın büyük bölümünü başkent unvanıyla geçiren şehrin öyle ciddi bir hava estirmemesi.


Bonn hakkında bildiklerim daha çok Beethoven’la kesişiyor. Beethoven’ın doğduğu ve çocukluğunun geçtiği ev burada. Bunu biliyorum. Fakat şehri adımlarken Beethoven’sız bir adım atamadığımı fark ediyorum. Graffitiler’den, sokak tabelalarına kadar her yerde müziğin peygamberi karşınıza çıkıyor. Bonn bunu o kadar doğal bir biçimde yapıyor ki, şehrin Beethoven’la ilişkisinin gezginleri cezbetme düşüncesiyle değil, sahici bir tavır olduğunu sezinliyorsunuz. Beethoven’dan ve başka büyük bestecilerden adını alan caddelerden geçip, 5. Senfoni’nin sesini takip ederek, büyük bir kiliseye giriyorum. Sivri kemerler müzikle birlikte daha sivri, mumlar daha kasvetli görünüyor derken. Bonngasse 20 numaraya varıyorum. Bu adres 16 Aralık 1770’te, Bonn, Köln Elektörlüğü’nün başkentinde doğan Beethoven’ın evine ait.



Sokaktaki diğer evlerle bitişik nizam bulunan yapı, yağmurun da etkisiyle bana biraz hüzünlü geliyor. Giriş bölümünden bilet alıyorum. Müzeyle ilgili broşürlere bakarken, İngilizce olanı alıyorum. Bir taraftan yanımdaki arkadaşımla konuşuyorum. Bu esnada gişe görevlisi olan ama emekli öğretmen görüntüsü çizen hanımefendi, hafifçe gülümseyip Almanca bir şeyler söylüyor. Yanımdaki arkadaşıma dönüp bakıyorum. Muhtemelen yasakları sıralıyor diye düşünürken, gişedeki kadın bana Türkçe yazılmış bir müze rehberi uzatıyor. İngilizce ve Almanca olan kadar çok nitelikli olmasa da bu duruma bayılıyorum. İlk defa Avrupa’da böyle bir uygulama görmenin şaşkınlığıyla “fotoğraf çekmek yasaktır” cümlesinin Almancasını bilmiyor olmanın hafifliği birbirine karışıyor.

Beethoven Evi arka tarafta bir avluya açılıyor. Aslında müze daha önce birbirinden ayrı olan iki müstakil binanın birlikteliğinden oluşturulmuş. Sarı renkli bina Ludwig van Beethoven doğduğu sırada, Beethoven ailesinin yaşadığı ev. Bugün müze olan ve Beethoven’e ait dünyadaki en geniş koleksiyonu saklayan yer aynı zamanda bu sarı bina. Arkada bulunan Beyaz Ev, “Dijital Beethoven Evi” olarak 2004 yılında hayata geçirilmiş. Dijital Koleksiyonlar Stüdyosunda, Beethoven’in yaşamına ve eserlerini teknoloji aracılığıyla mercek altına alıyorsunuz. Müzenin son bölümü Müzik Vizualisyon Salonu adı verilen, Beethoven müziğini audiovizüel olarak yeniden yorumlandığı bir alan. Burada günün belli saatlerinde performanslar gerçekleşiyor. Katılmak istediğinizi bilet alırken belirtirseniz, size saat veriliyor. 

Beethoven müzisyen bir aileden geliyor.  Köln Prensi’nin hizmetinde, saray orkestrası şefliğine getirilen büyükbaba Ludwig’in yağlı boya tablosu müzede izleyiciye sunulan eserlerden biri. Müzede sergilenen tablolardan biri Bonn Sarayı’ndaki bir balo sahnesini betimliyor. Bu balo sahnesi Beethoven’ı himaye eden, ilk parasını kazanmasına vesile olan prensleri ve saray orkestrasını yansıtıyor. Aydınlanma Çağı fikirlerinin hüküm sürdüğü bir devrin ortasında, henüz 12 yaşında olan Beethoven, bu tabloda gösterilen orkestranın önce organisti, ardından viyolacısı olacaktı.

Beethoven’ın evi, kış mevsiminin güneşsizliği ve fonda durmaksızın çalan Beethoven eserleriyle, 18. yüzyıl atmosferini kendiliğinden sağlayan bir mekan. Kısa sürede Beethoven’ın Bonn yıllarında kullandığı J. Stainer tarzı viyolası, gençlik arkadaşlarıyla yazışmaları, güzel anları daha da güzelleştirmek için gönderilmiş kutlama kartları, piyano sonatlarının erken tarihli baskıları gibi nesneleri görmenin normal olduğunu düşünmeye başlıyorsunuz. Evin çağdışı havası an be içime nüfuz ederken, Beethoven’a sunulan hatıra defteri bilmediğim bir zamanın kıyısına uzandığımı bana yeniden hatırlatıyor. Beethoven 1792’de Haydn’dan ders almak üzere doğduğu şehirden ayrılıyor. Bu Bonn’dan ilk ayrılığı değil ama son ayrılığı oluyor. Siyasi karışıklıklar nedeniyle Beethoven bir daha çok istese de Bonn’a dönemiyor. İşte bu defter tam o zamana ait. İzleyiciye sunulan sayfada, arkadaşı Ferdinand von Waldstein’in şu cümleleri okunuyor: […] bitmeyen çalışkanlığınızla Mozart’ın ruhunu Haydn’ın ellerinden kazanacaksınız. Günümüzde, “Waldstein Sonatı” adıyla anılan op.53, Beethoven tarafından bu satırların sahibine ithaf edilmiştir.

Müze Beethoven’ın bütün hayatına açılan bir kapı adeta. Doğduğu odadan başlayarak, Bonn yıllarını, ailesini geçindirmek için küçük yaşta hayata atılmasını her şeyi  kare kare izliyorsunuz. Öte yandan Beethoven Evi, sanatçının  Viyana yıllarından eşyalar da içeriyor. Yazı masası, kalbini kaptırdığı büyük aşkının büstü, kendisinin kaleme aldığı vasiyetnamesi, ölümünden sonra alınan ölüm maskesi. Yoksulluk, sağırlık, hatta evsizlik, Beethoven’ın hayatı kocaman bir direniş aslında.  Tarihin dehlizlerinde Beethoven gibi adamlar olmasaydı, dünya bu kadar yaşanılası bir yer olmazdı.  



Veda Busesi

Müzeden ayrılmadan,  müzenin mağazasına uğramayı ihmal etmiyorum. Beethoven imzalı kalemler ve daha çok kullanabileceğim eşyalar seçiyorum. Daha sonra paketi açtığımda içinden Beethoven’ın soyağacını gösteren tablonun baskısı da çıkıyor. Duygusal anlarda olmadık şeyler alabiliyorum demek ki diye düşünüyorum. Bonn benim için Beethoven’la özdeşleşiyor. Müzeden ayrılıp 200 yılı devirmiş bir pastanede mola veriyorum. Beethoven’ın adı verilmiş pastalar vitrini süslüyor. Hayat Bonn’da Beethoven’la devam ediyor. 

İyi ki doğdun Beethoven! 

500. Yaşında dünyanın daha mutlu olması dileğiyle…

18 Aralık 2020 Cuma

Sıcak ve Egzotik Bir Noel İçin: Mısır ve Beyrut

Yeni yıl ruhu olanca heyecanıyla takvimden çıkıp gündelik hayata karışmaya başladı. Havada tarçın ve kestane kokuları, sokakları kaplayan lapa lapa kar Noel’den başlayarak yeni yıla uzanan keyifli bir düş olarak aklımızın bir köşesinde. Ama yeni yılı billur gibi bir denizle karşılamak, dileklerimizi, umutlarımızı bembeyaz kar yerine, uçsuz bucaksız okyanusa fısıldamak da mümkün.

Kristal sularda yüzmek, mavi ufukta kaybolmak, sualtının bilinmezlerle dolu galaksisine kapılmak, belki biraz bronzlaşmak, dünyanın en lezzetli mutfaklarından biriyle tanışıp, yumuşak bir ikliminin tadını çıkarmak. Alışılagelmiş Noel alternatiflerinden uzaklaşıp sıcak denizlere inme zamanı. Kızıldeniz kıyısında uluslararası dalış alternatifleri ve el değmemiş kumsallarıyla Hurgada, dünyaca ünlü mercan resifleriyle deniz altının sihirli dünyasına açılan Marsa Alam ve Akdeniz’in bütün güzelliğini Orta Doğulu genleriyle kaynaştıran Beyrut eşsiz bir Noel tatili  için hazır.

Bitmeyen Yazların Şehri: Hurgada

Her mevsimi güneşle karşılayan Mısır’ın Kızıldeniz kıyısında yer alan Hurgada, turkuaz renkli denizi, incecik kumlu plajları, uçsuz bucaksız çölleriyle yeni yıla sımsıcak bir başlangıç sunuyor. Mısır’ın denizle iç içe olan ve âdeta yazın hiç bitmediği destinasyon olarak gezginlerin gözdesi olan şehir, doğal dokusuyla fark yaratıyor. Hurgada için yapılacak en doğru tanımlama bitmeyen yazların şehri olması. Burası plajlar ve adalar diyarı olarak dikkat çekiyor. Merkezden tekneyle yaklaşık 40 dakikada ulaşılan Giftun Adası dünyaca ünlü Mahmya Plajı’na ev sahipliği yapıyor.  Safir bir maviliğin ortasında, ağaçtan yoksun, kumsalında sazdan yapılmış şemsiyelerin rüzgârda hafifçe salındığı bir ada Giftun.  Alışılmışın dışında bir güzellik sunan ada koruma altında ama bölgenin asıl sürprizi denizin altında.  Sualtının sırlarla dolu alemiyle tanışmak için bölge gerçek bir hazine. Kıyıdan başlayan mercan resifler, deniz kaplumbağaları, vatozlar şnorkelle bile görülecek kadar yakın. Kızıldeniz’in devasa mercan resifleri ve batık gemileri bölgenin alameti farikası durumunda. Bu da Hurgada’yı dalış sporunun etkileyici merkezlerinden biri haline getirmiş. Mısır Gubal Boğazı, Kızıldeniz’in el değmemiş sualtı doğasını izlemek için vazgeçilmez bir alan.


Mercan Krallığı: Marsa Alam

Mısır’ın Kızıldeniz’le taçlandırılmış köşelerinden Marsa Alam da yeni yılı ışıl ışıl bir manzarayla kucaklamayı hayal edenler için biçilmiş kaftan. Tıpkı Hurgada gibi Kızıldeniz’in saf doğasına benzersiz bir yolculuk sunan şehir, sualtı kanyonları ve mağaralarıyla âdeta cennete uzanan bir kapı. Halen romantik balıkçı kasabası profilini koruyan bölgenin en popüler plajı, dalış yapmaya da imkân sağlayan Abu Dabbab. Denizatları, carettalar, anemon, müren ve köpekbalığı başta olmak üzere endemik türlerin yakından görülebileceği Abu Dabbab, seyahati gerçek bir serüvene dönüştüren bir rota. Sualtının bilinmezliğinde, mitolojik atmosferiyle Kızıldeniz’ın en baştan çıkarıcı dalış alanı olan Elphinstone Reef, Marsa Alam’ın cazibe merkezlerinin başında geliyor. Burası içinde köpekbalıklarının, napolyonların, orfozların yüzdüğü gerçek bir mercan krallığı.


Egzotik Şehir Beyrut

Lübnan’ın dillere destan başkenti Beyrut Noel’i çok kültürlü kimliğine yakışacak bir görkemle kutlamaya hazırlanıyor. Akdeniz’i ve Orta Doğu’yu binlerce yıllık bir gelenekte buluşturan bu egzotik şehir konuklarına yeni yıla sofistike bir başlangıç vadediyor.  Dağlarını kuşatan sedir ağaçları gibi Noel zamanı da şehrin neredeyse bütün meydanları Noel ağaçları ve rengârenk ışıklarla süsleniyor. Şehrin en büyük Noel ağacı, Beyrut’un simgesi olan mavi kubbeli Muhammed El Emin Camii’nin önüne kuruluyor. Beyrut’ta Noel her inançtan insanı birleştiren büyük bir bayram gibi yaşanıyor. Noel’de başlayan bu büyük coşku, binlerce insanın meydanlarda toplanıp yeni yılın ilk sabahını karşılayıncaya dek aynı heyecanla devam ediyor.

Yıl boyunca şehrin kalbinin attığı Downtown gösterişli yapıları ve yeni yıl rüzgârına kapılmış kalabalığıyla Beyrut’un başlıca ziyaret noktalarından biri. Tarihi Saat Kulesi’ne ev sahipliği yapan Nejmeh Meydanı takvimin ruhunu sonuna kadar yaşatan bir rota olmasının yanında şehrin binlerce yıllık geçmişine yolculuk yapmak için de harika bir alan. Memlük devrinden kalma Al Ömer Camii, St. Elias Kilisesi, Emevi ve Roma kalıntıları bölgeyi değerli kılan unsurlardan birkaçı. Tabii ki Noel’de Akdeniz’de olmanın ayrıcalığından sonuna kadar faydalanmak gerek. Bu doğrultuda Beyrut’un Kordon Boyu olan Cornish’e uzanmak şart. Bu bölgede, şehir ışıklarının yeni yıl süslemeleriyle yarattığı uyum ve kusursuz Akdeniz manzarası eşliğinde Güvercin Kayalıkları’nı (Pigeon Rocks) izlemek âdeta bir gelenek. Sahilin yıldızıysa şehrin şık ve modern çizgilerini bir araya getiren marinası Zaitunay Bay. Lüks yatların demirlediği bu marina, aynı zamanda dünya mutfağından lezzetler sunan restoranlarıyla da şehri buluşturan bir mekân.


Hem Mısır hem de Lübnan sıcağı bol egzotik bir Noel tatili geçirmek isteyenler için paha biçilemez iki destinasyon. Hurgada’da efsanevi denizinin yanı sıra Sahra’nın bir bölümü olan Doğu Çölü’nü günübirlik turlarla keşfedip, geleneksel Bedevi yaşantısını sürdüren köyleri ziyaret edebilir ve güneşin çölde batışına tanıklık ederek mistik bir deneyimi hafızanıza nakış gibi işleyebilirsiniz. Hurgada’ya yaklaşık 30 km mesafede yer alan lagün kıyısında inşa edilmiş bir sahil beldesi olan El Gouna’nın plajları ve gece hayatını keşfetmeden de bölgeden ayrılmayın. Lübnan’ın başkenti Beyrut’ta ise Akdeniz ve Orta Doğu bileşkesi mutfağı ve şöhreti sınırları aşan gece hayatıyla yeni yıl tutkusuna yakışır bir zaman geçirebilirsiniz. Beyrut’un yeni nesil kahve ve tatlı dükkanlarıyla donanmış mahallesi Gemmeyzeh âdeta bir grafiti müzesi gibi. Burada genç tasarımcıların ürünlerinin satıldığı dükkanlardan sevdiklerinize hediyelik eşyalar satın alabilirsiniz.


*SunExpress Hava Yolları'nın uçak içi yayımı,  SunTimes Magazine'in Kasım 2019 sayısı için kaleme aldığım Noel temalı yazısı.

30 Kasım 2020 Pazartesi

Sonbaharda Paris

 Rüzgarda uçuşan yapraklarla, güzün yeşile ağır ağır sırtını dönen paletinde , sanat mevsimi hızla uyanırken aşkın ve ışıkların şehri Paris’e gitmenin tam zamanı. Birbiri ardına çarpıcı sergilerin açıldığı, ünlü tasarımcıların vitrinleri süslemeye başladığı, sokak kahvelerinin halen güneşli günler gördüğü Paris için sonbahar her zaman beklentinin çok ötesinde…

 

Sonbaharın romantik çağrışımlarına en içten duygularla karşılık verecek şehirlerden biri hiç şüphesiz Paris. Arnavut kaldırımlı sokakları, mütemadiyen şık insanların koşturduğu meydanları, Seine Nehri’nin iki yakasını birleştiren 37 köprüsüyle gezginlerin düşü, sanatçıların ilham kaynağı.



  Tarihin çarpıcı anlarına tanık olan bu başkenti keşfetmenin onlarca yolu var.  Paris’e hayat veren Seine Nehri’nde tekneyle tura çıkmak iyi bir başlangıç. Şehir kuleler, ışıklar ve aşıklarla anılsa da kesin olan köprülerle de sıkı bir bağ içinde olduğu. Paris’te hayat geçmişte olduğu gibi bugün de büyük ölçüde Seine Nehri’nin etrafında akıyor.  Geçmişte limanların bir uzantısı olarak tasarlanan köprüler, zaman içinde defalarca yıkılmış yeniden yapılmış. Bunlardan en ünlüsü ve en eskisi Pont Neuf. Her ne kadar adı “yeni köprü” anlamına gelse de 1604’teki açılışından bu yana ayakta kalmayı başarmış gerçek bir Parisli. Pont Neuf aynı zamanda bazı ilklerin öncüsü olmuş bir yapı. Nehir kenarında sıra sıra dizili seyyar kitap tezgahlarının ön örneği Pont Neuf’de 17. yüzyılın sonunda açılan küçük bir kitapçı dükkanına kadar uzanıyor.

Seine Nehri’nin batı yakasında bulunan La Marais, şehrin parizyen havasını halen koruyan bölgelerinden biri. Birbirini kesen dar sokakları, rengarenk kafeleri, pastaların vitrinleri süslediği pastaneleri, sokak müzisyenleriyle filmlerde zihinlere nüfuz etmiş Paris görüntülerinin halen gerçekliğini koruduğu fikrine kapılmamak imkansız. Burada ikinci el butiklerle, genç sanatçıların

eserlerinin sergilendiği galerilerde gezinip, acıkınca küçük kafelerde kahve ve kruvasan eşliğinde bir mola verip, akşam caz kulüplerde müziğin ritmine uymak doğal bir durum adeta.

Paris’in iddialı güncel sanat ortamına giriş yapmadan önce mutlaka şehrin klasik sembollerinin izini sürmek gerek. Bu doğrultuda Seine Nehri’nin kıyısında muhteşem bahçeleri, ikonik cam piramidi ve sayısız başyapıta ev sahipliği yapan  Louvre Müzesi’yle gerçek bir sanat yolculuğuna girişmek en doğrusu. Sanat tarihinin çarpıcı anlarından sonra, Louvre’un hemen yanı başındaki Tuileries Bahçesi’nin kollarında olmak huzur verecek. Fransız Devrimi’nin ardından halka açılan bahçe 106 heykel ve özgün peyzajıyla aynı zamanda bir açık hava müzesi. Tuileries’den çıkınca, dönme dolabı ve obeliskiyle tarihin dönüm noktalarına tanıklık eden Concorde Meydanı’nın yörüngesine girilir. Maria Antoinette’in düğününü ve idamını gören meydandan başkentin dünyaca ünlü alışveriş caddesi Şanzelize’ye  (Champs-Elysees) varılmıştır bile. Bir uçtan diğerine uzanan kestane ağaçları,  tanınmış markaların arzı endam ettiği vitrinleri ve şık restoranlarıyla Şanzelize Avrupa’nın en çok ziyaret edilen caddesi konumunda.  Bu büyüleyici caddenin sonunda Paris’in bir başka ünlü imgesi Arc de Triomphe (Zafer Takı) gezginlere harika bir Paris manzarası sunmak üzere hazır beklemektedir.

1937 Paris Dünya Fuarı için yapılan Palais de Chaillot, Eyfel Kulesi’nin  (Eiffel) tam karşısındaki konumuyla, sinema perdesinde görmeye aşina olduğumuz sahnenin gerçek halini önüme seriyor. Neo Klasik hatlarıyla ilgi çekici bir yapı olan Palais de Chaillot, yalnızca Paris panoraması içeren harikulade terasıyla değil aynı zamanda üç ayrı müzeyi bünyesinde barındırmasıyla da gezginlerin ilgi odağı.  Cite de l’Architecture (Mimari Müzesi) Musee de la Marine (Denizcilik Müzesi),Musee de l’Homme (İnsan Müzesi) Chaillot Palais’de ziyaretini ayrıcalıklı kılacak müzeler olarak sıralanabilir.


Fransız Devrimi’nin 100. yılı kutlamaları için Gustave Eiffel tarafından tasarlanan ve bugüne dek 300 milyondan fazla konuğu ağırlayan Eyfel Kulesi, Paris seyahatinde olmazsa olmazlar arasında. Şehirde görülecekler listesinde zirveyi asla bırakmayan kule birçok şehir efsanesinin de kaynağı haline gelmiş durumda. Çağımızda Paris’i Eyfel Kulesi olmadan hayal edemesek bile bir dönem Fransızlar ciddi biçimde bu yapının varlığını sorgulamışlar. Yine de Paris deyince zihinde beliren ilk imajlardan biri olan kule, Paris’e kaç kere yolunuz düşerse düşsün vazgeçilemeyen noktalardan. 

Montmartre Tepesi, Paris ruhunu kavramak için ideal mekanlardan biri. Burada ilk anda Sacre-Coeur Bazilikası’nın ruhani tavrı gezginleri karşılarken, hemen arkasında yer alan sokak ressamlarının bohem rahatlığı hemen insanın içini ısıtıyor. Kilisenin arkasında kalan Tertre Meydanı (Place du Tertre) yalnızca portre  ressamlarının değil, yazarların , şairleri de buluşturan bir alan. Renoir, Van Gogh, Modigliani, Picasso gibi isimlere esin vermiş bu

 sokaklardan etkilenmemek imkansız.“Kutsal kalp” anlamına gelen Sacre Coeur’ün merdivenlerinde Paris’in bir düş olduğuna ikna olduğuna inanmamak için hiçbir sebep bulamıyorum.

Paris 19. yüzyılın ortalarından bu yana,  dünyaya yön veren sanat akımlarının filizlendiği ve farklı ülkelerden sanatçıları kendisine çeken bir cazibe merkezi. Sanat, Seine Nehri kadar yaşam katıyor Paris’e. Sonbahar , doğaya inat sanat mevsiminin yeniden hareketlendiği bir zaman dilimi. Paris bu sonbahar da kendinden beklendiği üzere ses getiren sergilerin, görkemli etkinliklerin başrolünde.  2002’den bu yana Paris’te ekim ayının ilk cumartesi günü Nuit Blache ya da Beyaz Gece olarak tanımlanıyor. Sanata ve kültüre adanmış bir gün olarak nitelenen Nuit Blache için takvimler bu yıl 5 Ekim’i gösteriyor.  Paris’in büyük bir sergi ve performans alanı haline dönecek. Gece boyunca birçok müze ve galeri ziyarete açık ve ücretsiz olacak. Konserler, havai fişek gösterileri ve sokak performanslarıyla desteklenecek olan Nuit Blache süresince toplu taşıma da sabaha dek ücretsiz.   Öte yandan Ekim ayının bir diğer önemli etkinliği 17-20 Ekim’de düzenlenecek Uluslararası Çağdaş Sanat Fuarı (FIAC). Şehrin sembol yapılarından , Art Nouveou kimliğiyle dikkat çeken Grand Palais’nin ana mekan olarak seçildiği fuar kapsamında onlarca ülkeden, binlerce sanatçının çalışmaları izleyiciyle buluşacak. Etkinlikler Grand Palais’yle sınırlı kalmayıp şehrin farklı noktalarına da yayılacak. Her adımda bir filmden, bir kitaptan, bir şiirden izler bulunan Paris, Ekim’de de  Ernest Hemingway’in “Paris bir şenliktir” sözünü doğrulayacak.

Püf Noktası:  Mona Lisa, Semadirek Nikesi, Milo Venüsü gibi sayısız başyapıtı bünyesinde barındıran Louvre’u gezerken süre hiçbir zaman tam olarak yetmez. Müze haritasında görmek istediğiniz eserleri işaretleyip, kendi müze turunuzu yapmak, ziyaretinizi daha verimli hale getirebilirsiniz.

Seyahat Önerisi: Seçkin lezzetleriyle Fransız mutfağının dünya genelinde haklı bir şöhreti var. Özgün Fransız lezzetlerinin tatmak için Paris kesinlikle en doğru adres kabul ediliyor. Soğan ve et suyu ile hazırlanan ve gravyer peynir ile servis edilen soğan çorbası, kendi yağıyla ağır ağır pişirilen confit de canard (ördek bacağı), kırmızı etin özel soslar ve et suyu ile taze sebzelerle yapıldığı boeuf bourguignon bu sofranın geleneksel tatları arasında ilk akla gelenler. Ayrıca salyangozla yapılan escargot, Paris’te en çok tüketilen lezzetler arasında. Paris’te rengarenk tatlılar ve pastalarla süslü vitrinler neredeyse her sokakta son derece davetkar. Elmalı bir tart olan tarte tatin, adını mimariye borçlu olan çikolatanın ve bisküvinin uyumunu yansıtan rokoko, her biri gerçek bir sanat eseri gibi görülen éclair (ekler) Paris günlerine ayrı bir lezzet katacak tatlılardan sadece birkaçı. 


*Pegasus Hava Yolları'nın uçak içi yayımı,  flypgs. com Magazine Ekim 2019 sayısı için kaleme aldığım Paris yazısı. 



21 Kasım 2020 Cumartesi

Platon'da Kesin Bilginin İmkanı Üzerine Kısa Bir Bakış

Bilgi tarih boyunca, insanın elde etmek üzere peşinde koştuğu bir olgu olarak karşımıza çıkar. Bilginin doğası üzerine ilk sistemli çalışmalar Antik Çağ filozofları tarafından yapılmıştır. Bilgi ve insan ölçeğindeki tartışmanın merkezinde çoğu zaman sofistler işaret edilir. Esasen bu tartışmanın kökeninin doğa filozoflarının Arkhe problemine ve değişim konusunda öne sürdüğü farklı fikirlere kadar uzanması söz konusudur.  

Böylece sofistler, evrensel çerçevede, doğru ve kesin bilginin imkansız olduğu düşüncesini geliştirdiler. Platon’un Theaitetos, Menon, Phaidon, Şölen, Devlet, Sofist ve Devlet Adamı gibi diyaloglarında doğru bilginin mümkün olmadığına ilişkin bir takım tartışmalar sunulur. “Platon’un diyaloglarında sofistlerin savunduğu bu şüpheci bilgi yaklaşımına karşılık, herkes için geçerliliği bulunan, doğru bilginin olanağı sorgulanmaktadır.”* 

Platon’un bilgi anlayışı idealar kuramıyla ilişkilidir. Platon’un sistemi duyulur alem ve idealar alemi olmak üzere ikili bir ayrım içerir. Bu doğrultuda doğru bilgi kaynağını idealar aleminden alır. Platon idealar dünyasının varlığı üzerinden doğru bilginin akıl aracılığıyla kavranabileceği üzerinde durur. Filozof idealar alemiyle kurduğu ilişki açısından doğru bilgiye ait nesnelerin epistemik yönünü sergilemeye çalışır. Bu aşamada Platon episteme yani idealara ilişkin bilgi ve doksa yani sanı ayrımına gider. Platon’a göre doksa duyulur dünyanın bilgisidir; duyularla edindiğimiz, yanıltıcı, sanılar, var sandıklarımızdır. Bu sayede Platon bilgi alanında duyulur dünya ve idealar alemini birbirinden ayırmış olur. Doksa duyulur alemin bilgisi olduğundan karşısına idealar evreninin bilgisini temsil eden episteme’yi koyar.

Genel olarak incelediğimizde episteme bilgi manasınadır. Episteme doğası gereği sabit ve değişmez bir formdadır. Çünkü görülür alemde olduğu gibi sürekli bir değişime tabi olsa, doksadan bir farklı kalmaz. Doksanın konusunu varlık alanı teşkil eder bu da onun tek tek olanların bilgisine erişebileceğini gösterir. Oysa episteme tikellerle ilgilenmez, episteme tümüyle idealar alanına bağlıdır. Bu durumda episteme tümellerle ilgilenir. Tümeller değişime tabi olmayan ve akıl aracılığıyla elde edilen evrensel bilgilerdir. Platon böylece akıl ve duyum ayrımını bilgi teorisi üzerinden yenilemiş olur. Görünen alemin ötesinde, değişmeyenin bilgisine ulaşmak için akıl duyulardan üstün tutulur.

Platon için sürekli değişim içinde olanlar üzerinden, değişmeyen kesin bilgiye ulaşmak mümkün değildir. Bu doğrultuda doksa duyularla bilinebilirken, episteme’nin duyular vasıtasıyla edinilmesi mümkün değildir. “Başlangıç olarak duyulara ihtiyaç duyduğu görülen episteme, insan tarafından nihai anlamda kavranılabilmesi için ruhun eylemlerine ihtiyaç duymaktadır." **




* Macit Gökberk: Felsefe Tarihi, Remzi Kitabevi, İstanbul 2003, s. 43.

**Mustafa İlboğa: Platon Epistemolojisinde Episteme-Doxa Ayrımı, Turkish Studies - International Periodical For The Languages, Literature and History of Turkish or Turkic Volume 9/11 Fall 2014, s. 290.  Erişim:17 Haziran 2020 Turkish Studies - International Periodical For The Languages, Literature and History of Turkish or Turkic Volume 9/11 Fall 2

7 Kasım 2020 Cumartesi

Süleymaniyeli Bir Ekol: “İstanbul İşi”

Süleymaniye Külliyesi’nin gölgesinde başlayan bir sanat. İhtiyacın hizmetinde gelişen maden sanatının bir kentle özdeşleşmesi, dökümün iki kıtayı birleştiren şehirdeki yaratısı “İstanbul İşi”.


Emeğin ve ateşin hikayesidir maden sanatı. İnsanoğlu ateşle madeni uysallaştırma, cevherinden ayırma, saflaştırma, farklı madenlerle birleştirip alaşımlar yaratma fikrine erken dönemlerden itibaren kapılır.  Doğayla mücadele etmenin, yaşamın biraz olsun kolaylaşmasının bir yolunun da madene şekil vermek olduğu fark edilir.Zamanla yeni madenler, alaşımlar ve teknikler de işin içine girer. Takvim değiştikçe çağın ruhu madene kazınır.  

Madenin ehlileştirilmesi Türk kültüründe, Orta Asya’ya kadar uzanır. Türkler’in Anadolu’ya gelişinin ardından maden işlemeciliği hızla zenginleşir. Selçuklular madeni eserlere malzeme, teknik ve form açısından yeni bir soluk getirir. Osmanlı İmparatorluğu’nun tarihte yerini almasıyla Türk maden sanatı en görkemli devrine ulaşır. İmparatorluğun sınırlarının gelişmesi yeni madenlerin işin içine girmesini sağlar böylece maden sanatı hep bir gelişim içinde olur. Osmanlı’da madeni eşyalar ihtiyacın doğal sonucu olarak çeşitlenir. Bronz, pirinç, gümüş, bakır gibi madenler devasa surları delecek top, cephede kuşanılacak zırh, mürekkep koyulacak hokka, kahve taşınacak tepsi, aydınlanma için kandil ve şamdan, ısınmak için mangal, güzel koku için buhurdan, gülsuyu dağıtmak için gülabdan gibi sayısız eşyaya dönüşür.  



Süleymaniye Külliyesi ve Dökümcüler

Diğer taraftan maden işleri mimari alanda da yoğun biçimde kullanılır. Madeni şebekeler, kapı tokmakları, musluklar derken kısa sürede Osmanlı maden sanatı özgün bir karaktere ulaşmayı başarır. Kanuni Sultan Süleyman’ın tahta çıkmasının ardından genişleyen sınırlarla birlikte sanata da hız verilir.  Ne de olsa imparatorluk askeri ve ekonomik gücünün zirvesindedir. Sultan otuzuncu saltanat yılında kent siluetine eşsiz bir yapı armağan etmek üzere inşa faaliyetinin başlamasını emreder. Mimar Sinan’ın dehasını işlediği Süleymaniye Külliyesi’nin yapımı da dillere destan olur. İmparatorluğun dört bucağından malzeme İstanbul’a taşınır. Yapının anıtsallığı ölçeğinde maden işlerinin yapılması için Anadolu karış karış gezilir. Akdeniz’den Ege’ye Orta Anadolu’dan Karadeniz’e en maharetli döküm ustaları Süleymaniye çevresinde bir araya getirilir. İnşaat alanında birçok döküm atölyesi kurulur. Süleymaniye Külliyesi için gereken her madeni eser bu atölyelerde imal edilir. Gel zaman git zaman Süleymaniye’nin inşaatı biter fakat madeni tezyinat için gelen ustalar bir daha Süleymaniye’den ayrılmaz. Külliyenin vakfiyesinde yer alan dükkanlarda bu sefer halk için üretmeye devam ederler.  Bu tarihten sonra Süleymaniye özellikle pirinç ve bronz döküm eserlerle anılan bir bölge haline gelir. İbrikler, şamdanlar, aynalar, gaz lambaları, el fenerleri, kudümler, ziller gibi nice eser Süleymaniye ve çevresindeki atölyelerden evlere hatta saraya kadar girer. Anadolu’nun yerel üslupları İstanbul’da tam kıvamında kaynaşır ve bu yeni tarz madeni eşyalar “İstanbul İşi” ya da “Süleymaniye İşi” olarak nam salar.


Maden Sanatında Başkent Üslubu

Süleymaniye dökümcülerini ve yaratılarını daha yakından tanımak üzere hukukçu, araştırmacı ve koleksiyoner Haluk Perk’le bir araya geliyorum. Haluk Perk otuz beş yıldır koleksiyon işiyle uğraşıyor. Uzun süredir de ” İstanbul İşi” eserlerin izini sürüyor. Sayıları 2000’i aşan “İstanbul İşi” koleksiyonda nargileden mangala, kantardan sefertasına, hokkadan tepsiye kadar inanılmaz çeşitlilikte eser bulunuyor. Kazıma tekniğiyle yapılmış hamam tasları, ajurlu buhurdanlar, sade süslemeleriyle dirhemler bir zamanların yaşam biçiminde Süleymaniye dökümlerinin önemini görünür kılıyor. Haluk Perk geçmişin gündelik yaşamını anlatan bu eserlerin şehrin simgesi olduğunun altını çiziyor ve ekliyor Osmanlı maden sanatında başkent ekolünü yansıtan bu eserler İstanbul’un yegane usta üretimleri ve mutlaka bir müze bünyesinde izleyiciyle buluşmaları gerekiyor

 Eski bir İstanbul gravürü içindeymişim gibi hissettiren muhteşem eserler arasındaki sohbetimiz devam ederken Haluk Perk’in uzun yıllardır birlikte çalıştığı antikacı Cengiz Sedef de bize katılıyor. Cengiz Bey halk için üretilen eserlerle saray için yapılanların kalitesinde bir farklılık olmadığını vurguluyor ve; “Saraya yapılan bir gümüş tepsiyle, pirinçten yapılan bir tepside işçilik farkı yoktur. Hatta pirinç objeler gümüş kaplandığı zaman, insanlar yanılıp gümüş zannetmesin diye dökümcü loncası taklit diye belirtme ihtiyacı bile duymuştur.” diyor. 




Süleymaniye…

“İstanbul İşi” dökümün envai çeşit örneğini gördüğüm Haluk Perk koleksiyonunun ardından  Süleymaniye Külliye’sine gitme zamanı geliyor.  Süleymaniye’nin mimari dokusuyla katışıksız uyumu yakalamış döküm süslemeleri inceliyorum. Avludaki su terazisinin geometrik bezemeli döküm şebekelerine, kündekari kapıların gövdesine yerleştirilmiş dantel gibi kabaralara, kubbelerden gök yüzüne erişen alemlere dalıyorum. Süleymaniye Camii’nin büyüleyici kubbesinin gölgesindeki sokaklara iniyorum. Sanki döküm atölyelerinden hala ateşin sıcaklığı yükseliyor. Derinlerde metali biçimlendirmenin sesini duyuyorum. Süleymaniye Camii’nin hemen yanı başındaki Dökmeciler Hamamı Sokağı tabelasını görünce yüzlerce yıldır süregelen geleneğin tam yerine vardığımı anlıyorum.

Arnavut kaldırımlı bu sokakta yüzlerce yıl dökmeciliğin en güzel örnekleri sunulmuş. Fabrikasyon üretimin hayal dahi edilemeyeceği bir dönemde medeni işleyen ustalar İstanbul halkına ev içi ihtiyaçlarından ticari yaşantıya dek uzanan eşyalar üretilmiş. Ustadan çırağa geçen teknik ve bilgi uzun  yıllar taze kalmayı başarmış. Geleneksel döküm yöntemleri, alın teri ve kas gücünün bileşimi yankılanmış bu sokaklarda.  Şimdilerde Süleymaniye dökmecilerinin büyük kısmı başka sanayi bölgelerine dağılmış durumda. Süleymaniye civarında kalan atölyelerin sayısı oldukça az. Teknolojinin ve seri üretim yöntemlerinin geldiği noktada Süleymaniye’deki  dökmeciler bir bir kepenk kapatmış. 16. yüzyılda külliye inşasıyla başlayan döküm geleneğinin bu bölgede yalnızca namı kalmış. Birkaç tamirat atölyesi dışında, dökmeciler birkaç eski tabelada, kayıp gölgelerden ibaret. 

Veda Busesi

Süleymaniye dökümcüleri tarihin içinden çıkıp yeni zamanlara da biçim verse kent belleği için harikulade bir hatırlatma olmaz mıydı? İstanbul gibi kadim şehirlere ruh katan bu yapıları, diri tutmak sadece mimari bütünlüğü korumaktan mı ibaret? Süleymaniye gibi yapıların, şehirle kurduğu organik bağı ortadan kaldırınca Süleymaniye'de Süleymaniyeli doğasından koparılmıyor mu?İliklerine kadar sömürdüğümüz şehrin, bütün yaşamsal fonksiyonlarını saf dışı bırakıp, suçu yine İstanbul'a atıyoruz. Sevdiğimiz herkese ve her şeye yaptığımız gibi...

18 Ekim 2020 Pazar

Ekim'de Gel: Bozcaada


Martı çığlıklarının feribot düdüklerine eşlik ettiği sabahlar, çiçekli dalların sardığı taş evler, domates reçelinin tadı ve üzümün buğusu… Bozcaada, sonbaharda bizi çağırıyor. 

 

Geyikli İskelesi’nden kalkan feribot kusursuz bir mavilikte yol alıyor. Denizin nerede bitip gökyüzünün nerede başladığı fark edilmiyor. Kuzey rüzgârının gücünü hissettirdiği, martıların kanat seslerinin gökyüzünde yankılandığı bir yolculuk bu. Bulutsuz maviliğin sonunda, tarihin babası Herodot’un “Tanrı’nın insanları uzun ömürlü olsun diye yarattığı yer” olarak anlattığı Bozcaada beliriyor. Görkemli bir kale, güven veren bir liman, beyaz gölgeleri suda titreşen sandallar ve üzerindeki sabah mahmurluğunu demli çayla gidermeye çalışan adalılar…

Tarihte Tenedos adıyla anılan Bozcaada, defalarca el değiştirmiş. 15. yüzyıldan itibaren Türklerle Rumlar Ege’nin bu turkuaz kıyısında koyun koyuna yaşamış. Bozcaada, yerel dokunun kendine has inceliğini, mutfağın çeşitliliğini, adanın huzur veren ferahlığını yüzyıllar süren bu birlikteliğin muazzam uyumuna borçlu.


Beyaz badanalı evlerin gölgesinde ilerleyip pencerelerden sarkan küpe çiçeklerini izledikçe, insan bütün telaşını denizin öte yanında bıraktığını hissediyor. Geçici bir süre için bile olsa, adalı olmanın ayrıcalığını yaşamak için Rum ve Türk mahallelerini yürüyerek keşfetmek gerekiyor. İyotla kekik kokusunun birbirine karıştığı Arnavut kaldırımlı sokaklardaki gezintinize insanı ters yüz eden, kuzeyden esen rüzgârlar eşlik ediyor. Denizin, incirin, salkım üzümlerin rehberliğinde ada kendini anlatsa da daha derin bir ada hikâyesi için Bozcaada Müzesi ve Yerel Tarih Araştırma Merkezi’ni ziyaret edebilirsiniz. Bir ada evinde faaliyet gösteren müze, Bozcaada’yla ilgili benzersiz bir koleksiyona sahip. Etrafı kuş bakışı izlemek içinse kaleye tırmanabilirsiniz.

Bir adanın yazgısı denize bağlıdır. Bozcaada, onu çevreleyen serin suları ve güçlü rüzgârların estiği koylarıyla tatilcilerin içini ürpertse de, yine de vazgeçilmez. İncecik kumu ve cam gibi deniziyle Ayazma Plajı, adanın kendisi kadar ünlü. Ancak şöhretin bedeli olarak her zaman kalabalık olduğunu belirtmekte fayda var. Ayazma’nın hemen yanı başında yer alan Sulubahçe ise daha çok adanın yerlisinin tercih ettiği, kendi halinde, sade ve sakin bir plaj. Adanın su altı zenginliğini izlemek içinse en iyi seçenek, bölgenin el değmemiş koylarından biri olan ve Akvaryum olarak da bilinen Mermer Koyu.


Bağcılık bu toprağın kadim geleneklerinden biri. Erken dönemlerde bile adada basılan sikkelerde üzüm salkımı görülüyor. Üzüm  tarih boyunca değer verilmiş, adaya kattığı berekete minnet duyulmuş bir ürün. Adanın bereketinden meydana gelen dört çeşit üzüm var: Kuntra ve karalahnadan oluşan kırmızı üzüm ile çavuş ve vasilakiden oluşan beyaz üzüm. 

Kalabalıkların çekilmesiyle birlikte adada hayatın her zamanki ritmine döndüğü ekim ayı, sezon bitmeden son bir kez daha denize girmek isteyenler için de ideal. Üstelik ekim ayı, deniz suyu sıcaklığının da en yüksek olduğu dönem. Bu mevsimde bağ evlerini ziyaret edebileceğiniz gibi, ihtiyar bir çınarın gölgesinde yavaş akan zamanın tadını çıkarabilir, uzun kahvaltılarla başladığınız güne dilediğinizce devam edebilirsiniz. 



Ada Sofrası

Ege’nin bereketinin sofralara taşındığı Bozcaada, otlar, deniz ürünleri ve türlü türlü mezeden oluşan özel bir yemek kültürüne sahip. Rum Mahallesi ya da liman tarafında yer alan restoranlar, lezzetli bir akşam yemeği için keyifli seçenekler sunuyor. Adanın bir diğer meşhur lezzeti ise reçelleri. Muhteşem rayihası ve göz kamaştıran renkleriyle kendi çapında şöhret olan bu reçellerin öne çıkan ikilisi ise domates ve incir.  

Kuru etli menemeniyle Asude Ada, patlıcanlı böreğiyle Lalezar Kahvaltı Salonu, iştah açıcı sunumuyla Patiska Bağ Evi, güne güzel bir kahvaltıyla başlamak için ideal. Adanın meşhur pastanesi Çiçek’in 150 yıllık Rum lezzeti olan damla sakızlı, bademli kurabiyesini ve tarifi yedi kuşak öteden bugüne aktarılan Hacı Tahir badem kurabiyesini de tatmadan dönmeyin.


*AtlasGlobal Hava Yolları'nın uçak içi yayımı,  Glober'ın Ekim 2019 sayısı için kaleme aldığım Bozcaada yazısı.  


11 Ekim 2020 Pazar

Oscar Niemeyer'den Sanat ve Hayat Dersleri: Dünya Adil Değil

Teknoloji ve yeniyi kovalayan bir ömür...80 yılı çizim masasından uzaklaşmadan geçen, dünya çapında 600'den fazla eserde bizzat imzası bulunan, politik kimliğinden ödün vermeyen, mimarinin şaşkınlık yaratmasından haz duyan bir mimar. Modern mimarinin Brezilyalı dahisi Oscar Niemeyer...



Teknolojinin kendinden önceki bütün çağlardan daha büyük bir ivmeyle geliştiği bir zamanda dünyaya geldi Oscar Niemeyer. Brezilya'yı, güzel kadınlara bakmayı, mimarinin sunduğu yaratıcılığı ve halkını seviyor. İlerleyen yıllarda başını ağrıtacak Komünist Parti'nin kuruluş aşaması kendisinin evinde gerçekleşiyor. Sınıfları yıkmak, Brezilya'yı yoksulluktan kurtarmak, zenginler gibi yoksulların da denize bakan evlerde yaşamak hakkı bulunduğuna inanıyor. Yaptığı işten olağanüstü bir zevk alıyor, her anı çizerek geçiyor ve tasarım süreci asla sancılı olmuyor. Copacabana'da gördüğü bütün güzel kıvrımların mimari anlayışına yansıdığını söylemekten çekinmiyor. 104 yıllık ömründe yeniliğin izini sürmekten vazgeçmeyen, teknoloji tutkunu, yaşadığı çağın çocuğu olan Oscar Niemeyer'in dünyasına giriyorum. 
 Rehberim Niemeyer'in imzasını taşıyan Dünya Adil Değil. 


1907'de Rio da Janerio'da başlayan ve 104 yıl, ayakta, çalışarak süren bir hayat Niemeyer'inki. Doğuştan şanslı bir çocuk, Niemeyer. Varlıklı ve tanınmış bir ailede hayata merhaba diyor. Dedesi bakanlık yapmış, Niemeyer'in doğduğu bölgeye ailenin adı verilmiş, kendi tabiriyle "Katolik ve burjuva" bir aileden geliyor. Çocukluğunda resme duyduğu ilgi zamanla mimariye olan ilgiye dönüşüyor ve Brezilya'nın itibarlı mimarlarından Lucio Costa'nın ekibine giriyor. Şehir planlamasında ve mimaride özgün bir çizgi hedefleyen bu grubun dinamizmine kısa sürede ayak uyduruyor. 1936'da modern mimarinin peygamberi olarak anılan Le Corbisier'le yolları kesişiyor. 
30'lu yaşlarında Komünist Parti üyesi oluyor. Bu meyanda Komünizmi romantik bir ideal gibi algılamadığını, hayatının (pardon uzun hayatının) her anında yanında taşıdığını belirtmek gerekir. 


Niemeyer kısa sürede mimar olarak saygın bir isme kavuşur. Daha 33 yaşındayken Pampulha Gölü civarında yaptığı bir grup tasarımla ulusal ölçekte tanınmaya başlar. Bu yapılar arasında en ünlüsü ve çağı için skandal yaratanı Pampulha Kilisesi'dir (Asisili Aziz Francis Kilisesi). Kilisenin kıvrımlı hatları, başka hiçbir kiliseye benzememesi karşısında dönemin mimarları ve tasarımcıları adeta büyülenir. Ancak Vatikan, bu yeni mimari yorumu, bir hakaret gibi algılar ve kiliseyi kutsamayı reddeder. Papa'nın, Modernizm'in sıra dışı tavrına alışması için on dört yıla ihtiyacı vardır. Neyse ki mimar uzun ömürlüdür ve ne yaptığını biliyordur.  Ve yıllar sonra Dünya Adil Değil'de Pampulha'daki çalışmaları için şu sözleri sarf edecektir:

Ben gençken ilk projemi Belo Horizonte şehrinde, göl kıyısında bir yapı grubu olan Pamhulha'da yaparken riske girdim. Yepyeni bir kavramdı, o ana kadar yapılan her şeyden farklıydı. Ama ben böyle bir şeye cesaret ettim!
O projeden sonra her şey daha kolay oldu, öncekinden daha çok rağbet görmeye başladım. Konuşmak yetmez hayal etmek lazım; bir şeylere cüret etmek ne yapılabileceğini göstermek lazım.  



Niemeyer cüretkar tavrından, hayattan zevk alan doğasından, Komünizm'den hiç vazgeçmedi. Lucio Costa ile birlikte Brasilia'yı yeniden tasarladığında her kesimden eleştiri aldı. Şehrin insanı yalnızlaştıran dokusu karşısında Niemeyer elinde yepyeni bir şey yapmış olmanın kılıcını tutuyordu. Şehir kuşbakışı olarak tam bir tasarım harikasıydı. Jet uçağı görüntüsüyle (Niemeyer bu görüntünün bir tesadüf olarak ortaya çıktığını söylemiştir) izleyicide olağanüstü bir etki bırakıyordu. Sıradan bir Brasilia sakini içinse tasarım, yaşam tarzını dinamitleyip geçmişti. Çok geçmeden Brezilya'da gerçekleşen askeri darbeyle şehrin dokusu halk için bir ısdıraba dönüştü. Halk darbeye direnecek en ufak bir toplanma alanı bile bulamıyordu. Başkent bir tuzak şehir haline gelmişti. Hayatı boyunca halktan yana olan Niemeyer'in böyle bir şeye sebep olduğunu asla kabul etmedi. Savunma gayet netti; şehir basbayağı moderndi ve bu da toplumun çıkarınaydı. Yine de insanın birlik olma duygusunu yitirmesinin yaratacağı sorunları, ölene dek dilinden düşürmeyen bu adamın Brasilia'da olanlardan sorumluluk hissetmeyeceğini sanmıyorum. Ne çare ki çelişkiler hayatımızın gerçeği. Yarattığı fikrin arkasında durmaya çalışırken, inandığınız ideolojiyle ters düşmek ve bunu kabul etmek her durumda kolay değil. 

Niemeyer için mimarlık tarihi kitapları genelde "estetik işlevselcilik" fikrine yoğunlaştı şeklinde yazar. Bu ifade bir ölçüye kadar doğru ancak Niemeyer için işlev kesinlikle estetiğin bir adım gerisinde duruyordu. 

Bir eserin işlevi yani kullanım amacı tek başına yeterli değildir, güzellik de işe yarar. Geçmişte kalan bazı eserler, günümüzde başka amaçlarla kullanılır ve işlevleri değişmiş olmasına rağmen hayatta kalmışlardır; günümüzde bile bu yapıları kullanmaya devam ederiz. Çünkü o dönemden geriye kalan şey kullanım amaçları değil, güzellikleridir. Güzellik ve şiirsellik, zamanı yenmiştir!*
 
Guggenheim Bilbao/  Frank O. Gehry

Brasilia örneğini bir kenara bırakırsak Niemeyer 20. yüzyıl ölçeğinde pek de haksız değildir aslında. Çağının bir başka dahi mimarı Frank O. Gehry'nin imzasıyla, birçok kişi için pejmürde bir kent olmaktan kurtulan Bilbao, Niemeyer'in haklılığının bir kanıtı gibidir.  1997'de açılan Guggenheim Müzesi'yle Bilbao bir anda dünyanın en çok turist çeken şehirlerinden biri olmuştur. Ve bu müzeyi ziyaret etmek isteyenler, içinde gerçekleşen sergiyle ilgilenmez. Nervion Nehri kıyısında, çelik iskeletiyle hayal gücünün sınırlarını zorlar. Alelade bir sanayi şehri bu müzeyle beraber kabuk değiştirip, kültürel bir ekonomi yaratmaya başlayınca, literatür "Bilbao etkisi" şeklinde bir kavram bile kazandı. 
Gehry'nin imzasıyla sosyokültürel dinamikleri baştan başa değişen Bilbao, sarsıcı bir imge olması bakımından mimarlık tarihinin pik noktalarından biridir. 
Niemeyer'e gelince Gehry'nin müzesinden kısa bir süre önce tasarladığı Niterói Çağdaş Sanat Müzesi'yle, Rio de Jenario sınırları içerisinde kalan Niterói'yi merak edilen şehirler listesine sokmayı başardı. Bir kaya parçasının üzerinde adeta uzay aracı gibi görünen müze, içeriğindeki modern Brezilyalı sanatçıların eserlerinden ziyade ikonik görüntüsüyle merak uyandırıyor. Hal böyle olunca Niemeyer'in estetiği öne çıkaran bakış açısına ancak şapka çıkarılıyor. Gerçi kendisini deli gibi eleştiren, eserlerinin mimariden çok heykeltıraşlığa yaklaştığını sertçe dile getirenler de yok değil. Niemeyer bu görüşü haksız bulmamakla birlikte "Ama ben başka türlü düşünüyorum." diye kendini ortaya koyuyor. Mimarinin sıradan mahallelerde de güzelliğin peşinde koşması gerektiğini vurguluyor:

Halkın yaşadığı mahalleler ve kamusal binaların mimarlığının mümkün olduğunca basit olması gerektiği doğru değildir. Bu demagojik, ataerkil ve üzerinde biraz düşünülünce kabul edilemez bir yaklaşımdır.[...] Eğer günümüz şehirlerinde çirkinlikler varsa, bunlar mimarlık stillerindeki farklılıklardan değil, toplumsal ayrımcılıktan, sınıflar arası farkları temel alan toplumsal ilişkilerden, zengin mahallelerin hem mesafe hem de görünüş açısından yoksul mahallelerden ayrı olmasından kaynaklanmaktadır.*
 
Fidel Castro'nun "dünyada kalan iki komünistten biri." cümlesiyle tanımladığı Niemeyer'den başka türlü bir görüş beklenemezdi zaten. 


En başta ifade ettiğim gibi Niemeyer çağının çocuğu olarak geleceği biçimlendireceğinin farkındaydı. Mesleğinde ilk yıllar Le Corbisier'in devrimci tutumuyla Bauhaus'un "az çoktur" öğretisi arasındaki çekişmeye rast gelmişti. Bauhaus'un dogmatik mizacına uysa da işler tıkırında giderdi. Ama yeni bir şey yapmak, mücadele etmek ve geleceğin şehirlerini tasarlamak fikri hiç şüphesiz daha cazipti. Oscar Niemeyer, Batı Avrupa Modernizmini Güney Yarım Küre'de yeniden yarattı. Takipçilerine yeni ufuklar açtı ve dünyanın öncü mimarları arasında yerini aldı. Ölümünden kısa süre önce 104 yaşına yeni girmişken hayatını şu sözlerle özetliyordu: 

Dönüp arkama baktığım zaman dünyanın acımasız olduğunu ve hayatın şakaya gelir yanı olmadığını düşünüyorum. Hayat kısa, sadece bir an sürüyor.*  

Veda Busesi

Niemeyer mimarlıktan, aşktan, arkadaşlarıyla geçen keyifli akşamlardan, komünizmden asla emekli olmayı düşünmemiş bir adam. Stüdyosunda son ana kadar yeni fikirler üretmeyi sürdürmüş, kendi yaratıcılığında ısrar etmiş, 98 yaşında eşi hayata veda ettiğinde yeniden evlenmekte tereddüt etmemiş, en değerli projeleri hazırlanırken dostlarıyla bir akşam yemeği yemekten kaçınmamış, siyasi tercihleri başını ağrıtırken ülkesine küsmemiş, hayatı bütün cephelerde layığı ile göğüslemiş biri. Dünya tarihinin yeniden biçimlendiği bir çağı yaşamış ve zamanın akışında kendi yolundan gitmiş. Dünyaya verdiğin bütün armağanlar için teşekkürler Niemeyer. Bir gün Niterói'de karşılaşacağız ve kaç yaşımda olursam olayım kalp atışlarımdan beni tanıyacaksın!




*Bütün alıntılar: Oscar Niemeyer/ Dünya Adil Değil/ Çev. Leyla Tonguç Basmacı/Sel Yayıncılık/İstanbul-2013