21 Eylül 2025 Pazar

Her Çağın Çocuğu: Polyksena

Büyük yazar Tolstoy bütün muhteşem hikayelerin iki şekilde başladığından dem vurur. Üstadımızın dediğine göre ya bir yola çıkılır yahut şehre bir yabancı gelir. Troya'nın trajik düşüşünde bu iki unsur da en afili biçimiyle yer alır. Şüphesiz Tolstoy, Troya'nın epik anlatısını hepimizden daha iyi biliyordu ve belki de ona nispetle bu mükemmel cümleyi kurmuştu. İşte şimdi ben de Troya'dan yeni bir hikaye anlatmaya geldim. Bu defa Homeros'un İlyada'sı değil rehberim. Zira malumunuz, kör ozan savaşa dair son sözü söylemez.  Homeros'un kudretli dizelerinde Hektor'un dramatik ölümüyle perde kapanır. Oysa yazgı devam etmekte Akhilleus'un sonu da başka bir güzel sebebiyle yaklaşmaktadır. 




Troya Savaşı’nın sonunda büyük bir trajedi yaşanır ve ne yazık ki Troya düşer. 
Akhalar'ın Troya'yı tarih sahnesinden sildiği Troya Savaşı kahramanlıklara, düşmanlıklara, bozgunlara ve aşklara sebep olur. Biz bunların hepsini Homerik anlatılardan takip ederiz. Fakat bir de Homeros'un anlatmadıkları vardır işte Akhilleus'la Polyksena'nın serüveni de böyle başlar. Anlatıya göre  Akhilleus (adı tıp tarihine de geçen kahraman savaşçı Aşil), savaş sırasında Polyksena’ya aşık olur ya da en azından onunla barış nişanesi olarak evlenmeyi ister. Ancak söylenceler çeşitlidir. Bir efsaneye göre bu aşk ya da evlilik planı, Akhilleusun sonunu geitirir. Dilden dile geçen bu hikayede Akhilleus haince bir plana kurban gitmiştir.  Polyksena ile buluşmak için tapınağa çağrılan Akhilleus pusuya düşer ve Paris tarafından öldürülür. Troya'nın başına gelen de böylesi bir hainlik değil midir zaten? 

Heyhat. tarih ve tekerrür...



Gelelim vakanın müteakibine, savaş bitip Akhalar Troya’ya sahip olduklarında, Akhilleus’un hayaleti Troya'da gezinmeye başlar. Akhalar bir kahine başvurur ve ölmüş kahramanın neden hala faniler arasında gezindiği konusunda malumat isterler. Kehanet korkunçtur, hayalet öç almak istemektedir.  Hayaletinin isteği üzerine Polyksena yakalanır ve Akhilleus'un  mezarı başında kurban edilir. Bazı anlatılarda bu infazı Akhilleus ile Deidamia'nın oğlu Neoptolemos'un  genç kızın boğazını keserek gerçekleştirdiği söylenir . Bu sahne, antik tragedyalarda ve Rönesans’tan 19. yüzyıla uzanan sanat eserlerinde sıkça konu edilmiştir.  Polyksena, hem savaşın masum kurbanı hem de trajik kaderin simgesidir.  Efsanelerde Polyksena'nın rolü oldukça muhlaktır. Yem olarak mı kullanılmıştır yoksa gerçekten sevdiği adama tuzak mı kurmuştur bu ikilik arasında sürer gider söylencesi. Oysa bilinen bu genç kızın Troya halkı tarafından çok sevildiği ve kalbinin de bedeni kadar güzel olduğudur. Velhasıl hikâyesi, kadın bedeninin erkek kahramanlık anlatılarında nasıl “kurban” ya da “barışın bedeli” olarak yer almasının somut vir örneği olarak okunur. Sözün özü  Polyksena, Troya Savaşı’nın sonunda “kurban edilerek” yok edilen, ama bu sayede hafızalarda ölümsüzleşen, Priamos’un en küçük kızıdır. Ben bu öyküyü geçtiğimiz günlerde bir arkadaşımın Floransa yolculuğunda bana bağlanmasıyla canlı olarak anlattım. Troya'yı dilime dolamışlığım çoktur ancak Polyksena'dan söz etmişliğim pek yoktur. Hal böyle olunca Pio Fedi'nin Polyksena'nın Kaçırılışı heykelini bu mecraya taşımak farz oldu. 

Pio Fedi’nin 'Polyksena’nın kaçırılışı " heykeli, mermerin nasıl güçlü bir ifadeye dönüşebileceğinin en net görüntüsüdür. Efsaneler diyarından sıyrılıp gelen bu an, heykeltıraşın elinde yalnızca bir mitolojik hikâye değil, insanlığın en eski trajedilerinden birinin sahnesine dönüşür.  Güç ve çaresizlik, baba ve kız, yaşam ve kurban, savaşlar aslında masumların hikayesidir ancak tarih onlardan asla bahsetmez. 



Neoptolemos’un kollarında kıvranan Polyksena’nın bedeni, taşın soğukluğuna rağmen insani bir korku taşır. Saçlarından kavrayan el, yalnızca bir fiziksel zorbalığın değil, kaderin geri dönülmez ağırlığının işaretidir. Aşağıda yere öfkeden çılgına dönen Neoptolemıs'un dizlerinde yakaran Troya kraliçesi Hekabe'yi görürüz. Polyksena'nın annesi çaresizce yalvarmaktadır. Heykel grubunda en altta bir de genç erkek yer alır. Bu da yine Hekabe'nin oğlu olan Polites'tir. Ne yazık ki Neoptolemos onu da öldürmüştür fakat bu başka bir yazının konusu olacak kadar uzun bir mevzudur.  

Konumuzu dağıtmadan bahsimize devam edersek, heykel spiral bir hareketle göğe yükselirken izleyiciyi de içine çeker. sanki mitolojik sahneyle birlikte biz de o dönme hareketine kapılır, insanlık tarihinin sonsuz trajedisini yeniden yaşarız. 


Fedi’nin bu eseri, Loggia’da yer alan antik kahramanlık temaları arasındaki tek modern (19. yüzyıl) yorumdur. E  Floransa’ya yakışan bir meydan okuma da böyle olabilirdi. Michelangelo’nun dinamizmi ile Bernini’nin teatral jestlerini birleştiren sanatçı bize şöyle seslenir:
 Her çağ, kendi Polyksena’sını yaratır ve her iktidar, kendi kurbanını seçer. 21. yüzyılın ilk çeyreğini geride bırakırken , biz faniler aksini iddia edebilir miyiz? 

Sanatçı, taşın sessizliğinü sözcüklere dönüştürür; direnen bir beden, boyun eğdiren bir güç ve arada kaybolan masumiyet. Bu yüzden Polyksena, yalnızca Troya’nın değil, her çağın çocuğudur. Ve biz, mermerin bu soğuk yüzünde kendi zamanımızın sıcak acılarını okumaya davet ediliriz. Euripides’in Hekabe’de söykediği gibi, “İnsanın en ağır yazgısı, suçsuzken kurban olmaktır.”

19 Ağustos 2025 Salı

Gündelik Mucizeler'e Davetlisiniz

 Hayatın sıradanlığında saklı kalan mucizeler vardır, çoğu kez fark edilmeyen, ama bakışlarımızı çevirdiğimizde sessizce parlayan. Küratörlüğünü gerçekleştirdiğim “Gündelik Mucizeler” başlıklı sergi Nişantaşı Taş Konak’ta, Kalyon Kültür'de.  Ayla Turan, Gülveli Kaya, Muhammet Bakır, Ecem Dilan Köse, Saghar Daieri, Mr. Hure, Seydi Murat Koç, Ebru Kocaer, Erhan Lanpir ve Zeynep Abacı’nın işlerinden oluşan seçki, izleyiciyi bu görünmez anlara kulak vermeye, bakışlarımızı olağanın detaylarına odaklamaya çağırıyor. 



Bir şehrin belleği, zamanı yekpare bir anlatıya dönüştürür. İstanbul’un çok katmanlı hikâyesi içinde Nişantaşı’ndaki Taş Konak, hem geçmişten taşıdığı izlerle hem de bugüne açtığı pencerelerle dikkat çekici bir duraktır. Bu kez mekân, on bağımsız sanatçının işleriyle buluşarak yeni bir düşünme alanı açıyor. “Gündelik Mucizeler” sergisi, doğadan ve gündelik hayatın çoğu zaman göz ardı edilen inceliklerinden beslenerek izleyiciye farklı bir bakış öneriyor.

Bu karşılaşma, Hannah Arendt’in “Dünyaya bırakılmışlık hâlimiz, başkalarıyla birlikte var olmaya mecbur oluşumuzdur” sözünü hatırlatıyor. Sanatçılar, kendi üretimlerini Taş Konak’ın geçmişten bugüne taşıdığı izlerle yan yana getirerek kolektif bir bütünlük kuruyor. Sergi, farkında olmadan paylaşılan her anın hayata kattığı değer üzerine yeniden düşünmeye çağırıyor.

“Gündelik Mucizeler” 'de olağanüstü, büyük bir doruk anında ya da gösteride değil, bir nesnenin bekleyişinde, bir rengin geri çekilişinde, bir biçimin suskunluğunda gizleniyor. Yalnızca dikkatle bakıldığında açığa çıkan küçük titreşimler, gündeliğin içindeki mucizeyi işaret ediyor. Çünkü asıl dönüşüm, çoğu zaman fark edilmeyen anlarda saklıdır.

Sergideki işler, bu düşünce etrafında farklı yönlere açılıyor: Kimisi belleğin katmanlarını kazıyor, kimisi doğanın iyileştirici gücünü görünür kılıyor; kimisi sessizliğin içsel yankılarını araştırıyor, kimisi gündeliğin kaosu içinde yeni olasılıkların izini sürüyor. Her sanatçı, kendi diliyle, sıradan görünenin içinde olağanüstüyü işaret ediyor.

Nihayetinde  “Gündelik Mucizeler”, büyük anlatıların ötesine geçerek, hayatın akışı içinde saklı kalan küçük mucizelere kulak vermeye davet ediyor. İzleyiciye hem küçük titreşimlerin sihrini hem de ortak bir ana dahil olmanın mucizevi yanlarını hatırlatıyor.


Gündelik Mucizeler 17 Ekim'e kadar Nişantaşı Kalyon Kültür'de görülebilir. 


5 Haziran 2025 Perşembe

Semper Augustus: Güzelliğin En Pahalı Yalanı

 Başlığım size çok provokatif geldiyse, kemerlerinizi bağlayın. Gideceğimiz yer, tüccarların tanrılardan daha çok konuştuğu bir çağ: Hollanda’nın Altın Çağı. Lakin altından ziyade, damar damar renklenmiş, biçare bir çiçek var elimizde. Adı Semper Augustus olan bu çiçek ,güzelliği hastalıktan doğmuş bir kraliçe.  Onunla birlikte yıkılan evlere, dağılan ocaklara, sessiz sedasız çekilmiş tetiklere rastlayabilirsiniz bu anlatıda. Eğer şu an bu satırları okuyorsanız, kader size küçük bir oyun oynamış olabilir. Fakat meraklanmayın, bu sadece bir lale hikâyesi değil. Bu, bir arzunun erişilmezliğini, bilimin yüceliğini, hayatın geçiciliğini anlatan bir ahlak alegorisi. Tıpkı Semper Augustus'u betimleyen ressamların verdiği mesaj gibi. 




O vakit, sıradan bir natürmort gibi görünse de bir çağın portresi olan ve Haarlem ekolünün titiz fırçası Hans Gillisz Bollongier'in "Semper Augustus'lu Naturmort" isimli eserine kısaca bakalım. 1630'ların ikinci yarısında yapılan bu tablo bir çağın ruhunu resmediyor biz şimdiki zaman fanilerine. Bollongier fırçasını Lale Çılgınlığı denilen, tarihin ilk ekonomik spekülasyon devrinde eline almış ve merkezinde devasa bir Semper Augustus olan bu efsanevi tabloyu yapmış. 17. yüzyıl natürmortlarla evini süslemek isteyen  "burger"lerin, yani yeni zengin olmakta olan,  lükslerini isteyen, ileride kendilerine burjuva diyeceğimiz kesimin ortaya çıktığı bir dönem. Dolayısıyla Hollanda Altın Çağı bu değerli yarı değerli ve faniliğin temsilcisi resimlerin sanat tarihinde zirvede olduğu bir devri işaret ediyor.

Gözünüz tam merkezde bütün çiçeklerden daha büyük resmedilmiş, sümbüller, kırmızı laleler, papatya ve karanfillerle çevrili Semper Augustus'u anında yakalıyor. Yüksekte ve damarlı yapraklarıyla oldukça farklı.  Değişik mevsimlerin çiçekleri hastalıklı Semper Augustus'u yüceltmek için etrafını sarmış.  Ressam burada Semper Augustus'un "Daima yüce" olan anlamına bir gönderme yapıyor kanımca. Dahası diğer çiçeklerin yapraklarında solma emareleri gözleniyor. Ah geçici dünya "memento mori", sanatçı tabloya bakan yeni zenginlere "ölümlü olduğunu hatırla" diye fısıldıyor.  Çiçekler dışında salyangoz da faniliğimizi yüzümüze vuruyor ve tabi ki yeniden doğuşu. Lakin yeniden doğuş kutsal kişilere özgüdür. Buradaki metafor doğrudan Hz. İsa'yı bağlar. Lütfen üzerinize alınmayın. Öte yandan ressamın ustalığını vurgulamasının bir yolu kabuklu canlılar ve deniz kabukları. Bu bilgi de ileride müze gezerken emin olun beni anımsamanızı sağlar.

Bollongier'in tablosunu yeterince anlattığımıza göre Semper Augustus'a gelebiliriz.  Her şey Flaman asıllı diplomat O. G. de Busbecq'in, İstanbul Edirne arasında laleleri görüp, Kanuni'den birkaç lale soğanını Avrupa'ya götürme iznini koparmasıyla başlıyor.  Olay çok çetrefilli, artık erkeklerin türbanına taktığı lale sebebiyle çiçeğin adını türban sanarak tulipan olarak adlandırması mı dersiniz, ne hikmetse soğanları alıp kraliyet bahçelerinin başına geçen arkadaşına teslim etmesi mi, Hollanda'nın sembolünün 17. yüzyıla dek ne menem bir şey olduğunu bilmediği lale olarak taltif edilmesini mi? Olaylar, olaylar. 

İşte Semper Augustus, laleyi gören Hollandalıların aklını başından alıyor. İnsanlar isimlerini lale olarak değiştiriyor ("Dr. Tulp" tanıdık geldi mi?), insanlar aile armasını lale yapıyor, soğandan yetişen laleler birer fenomene dönüşüyor ve lale borsası kuruluyor. Borsanın en değerlisi bu Semper Augustus. Gerçeğini gören o dönemde bile çok az insan olan bu çiçek düz beyaz üzerine değişken kırmızı ve pembe desenleriyle nadide bir tür olarak kabul ediliyor. Gerçekte ise bu garibim soğanların o dönemde teşhis edilemeyen bir virüse tutulmuş olması. Velhasıl bunu bilmeyen Flamanlar iki ayrı renk lale soğanlarını birbirlerine bağlıyor, soğanlara boya döküyor, güvercin dışkısı ile değişik yöntemler deneyerek bu iki renkli laleden yetiştirmeye çalışıyorlar. Olmuyor tabi.. Hizmetçilerden, siyasilere bir Semper Augustus uğruna herkes parasından oluyor. İflas ediyor, evsiz kalıyor, mahkemeye düşüyor. İnsanlar çiçekleri değil, çiçek fikrini satın alıyorlar. Henüz açmamış belki de asla açmayacak bir güzellik için servet harcıyorlar. Bilinmeyen bir emtiaya para yatırmanın hazin sonu ilk olarak Hollanda'da ve lale yüzünden gerçekleşiyor. 



Veda Busesi 

Tarihte bazı imgeler vardır ki, kendilerinden çok söylenceleriyle yaşarlar. Semper Augustus'ta böyle bir çiçek. Ne yalnızca bir lale, ne de sadece yüklü bir paranın karşılığı. Daha çok görkemin çürümeden bir adım önceki hali gibi, güzelliğin kendine ihanet ettiği anın kırılgan bir sembolü.


17.  yüzyıl Hollanda'sı için  Altın Çağ, tüccarların tanrılardan daha belirleyici olduğu söylenir. Sanat, bilim, ticaret ve çiçek aynı masada oturur. Amsterdam kanallarından yansıyan ışık Rembrandt'ın penceresinden sızarken, zengin olma hayali kuranların gözünü de lale kamaştırmıştır. 

Rembrandt'ın fırçasıyla hepimizin tanıdığı Dr. Tulp'un özenle hazırlattığı lale kitabının bir kopyası ( orijinali ve yayın hakları Rijks Museum'da ) uzun zamandır kitaplığımda.  Geçen hafta her yıl düzenli olarak Biyoloji Felsefesi alanında çalışan değerli Hocam Doç. Dr. Mustafa Yavuz'la lale söyleşisi yapıyoruz. Kendisine kitabı uzatırken aynı ışıltıyı gözünde yakaladım. İzleyenler benim gözlerimdekini de yakalamıştır.  Semper Augustus kalbimizi çarptırsa da bilim ve sanatla ışıldıyoruz.  Size de güneşin aynasında sanat ve bilimli günler. 



 







19 Şubat 2025 Çarşamba

Kar Dünyanın Sesini Kısabilir Mi?

Gotik penceremden bakınca, bu defa kar dünyanın sesini kısmaya hazırlanıyor diye düşündüm. Uzun zaman önce bilimsel olarak karın ortamdaki sesi yutabildiğine ilişkin bir makale okumuştum. Zihnimde bu konuyla alakalı kalan birkaç bilgi kırıntısıyla ahkam kesecek değilim. Fakat ofisimin baktığı caddede kar, Nişantaşı ahalisine öyle güç anlar yaşatıyor ki duruma kayıtsız da kalamıyorum. Böylece bildiğim bir konudan konuya dahil olmaya karar verdim. Hadi gelin sanat tarihinden minik bir kar seçkisi yapalım. Resim çözümlemeden, ressamların karla olan ilişkisine bir pencere açalım. Ara ara kendimizi kaybedip, biraz bilgi örüntüsü içinde kaybolabiliriz yani ona garanti vermiyorum. Onu baştan söyleyeyim. 


İlk olarak Pieter Brueghel 'in 1565'te yaptığı "Karda Avcılar" tablosuna bakıyoruz.  Ön planda başarısız bir av günü geçiren yorgun avcılar görülüyor. Fakat malum Brueghel ayrıntıda gizlidir.  Arka planda günlük işler yapan köylüler ve buz pateni yapan çocuklar var. Buz pateni Flaman'da bir yerden bir yere gitmek üzere sıkça yapılıyor. Hollanda Altın Çağı sayısız buz pateni resmiyle dolu. İnsanın inanası gelmiyor fakat mecburiyet size buz pateni öğretebilir mi? Pekala öğretir.
Muhteşem peyzajın içinde insanların yaşamından bir kesiti seyrediyoruz. 


Sırada Alman Romantikleri deyince aklınıza gelmesi gereken ilk isim olan  David Friedrich yer alıyor. Lutherci tavır bizi detaylara davet ediyor. Karın şiirselliğinin içinde yaralı bir adam var. Yaralı figür doğaya karşılık neredeyse bir hiç olarak resmedilmiş. Koltuk değnekleri kara saplanmış ve yazgısına hazır. Önünde yer aldığı köknar ağacı kışa dayanıklı ve çarmıha gerilmiş İsa'ya siper olur. Fonda  Gotik bir katedral inanca boyun eğen bu adamın kaderini işaret eder. 
Kar her şeyi kaplamış ve gücünü göstermiştir. Yücelik doğanın kendisidir. Alman idealizmi de bir yerden gelmeliydi değil mi? 


Kar Altında Kömür Çuvalları Taşıyan Kadınlar, Vincent van Gogh 'un imzasını taşıyor. Sanatçının Drenthe 'de geçirdiği zamanın izlerini taşıyor çalışma. İşçi sınıfının zorlu koşullarını gerçekçi bir bakışla ele almış. Depresyonunun arttığı , paletinin karamsarlaştığı bir dönem.  Sanatçının trajik bakış açısının yanında çıplak gerçeğin trajedisi de resimden sızan bir duygu.



Edvard  Munch'ın resimleri her zaman duyguları terörize etmiyor gördüğünüz gibi. İki figür Karda yürüyüşe çıkmış. Ortamda rahatsız edici bir gerginlik seziliyor. Biraz tekinsiz bir kış günü ne dersiniz?  Parlak renkler melankolik havayı azaltmıyor. Aksine karın beyazlığı ile kontrast oluşturup yalnızlığı pekiştiriyor. Çelişkilerle yüklü bir resim. Bu arada siz Much'ın mental sıkıntılarını inatla genetik faktörlere bağlayanlara kulak asmayın. Kendisinin psikolojik sorunları alkol bağımlılığının bir sonucuydu. 


Ruslar olmadan kar seçkisi yapan taş olur. Ivan Shiskin Rusların gurur duyduğu bir sanatçı. Aslen Tatar, Rusya uzaya hakim olmaya çalışırken 1978 yılında  keşfedilen küçük bir gezegene onun adını verir. Bunları niye söylüyorum, şairin dediği gibi "Körler görmese de yıldızlar vardır." Karlı Rus ormanının ihtişamı Shiskin'i yıldız yapmıyor mu sizce de? Sonuçta çılgın kalabalık bilmese de Shiskin sanat tarihinde bir galaksidir. 



Not: Bahsi geçen şair Nazım Hikmet




5 Ocak 2025 Pazar

Mareşal Tito ile Sarajevo'da Karşılaşmalar

Bir türlü baştan sona gezip, girip çıkmadık yer bırakmadığım Bosna-Hersek'i bu mecraya dökemesem de Sarajevo'daki Mareşal Tito'lu anları Insta'ya fısıldamışım. Bu post o uzun anlatıların buraya uzantısı olsun. Sırplar'ın mezarını artık istemediği, bir zamanlar "Halkın Babası" olarak anılan Tito'yu Boşnaklar oldukça seviyor. Duygularını pek göstermeyen bir millet için bunu hissettirmek bilinçli bir tavır.  Esasen Boşnaklar'ın yüzlerinin hiç gülmemesi ve sert mizaçları soğuk havada hiç iyi hissettirmiyor.  Tabi ki bunlar ayrı başlıkların konusu. Velhasıl bu çatık kaşlı insanların Tito'yu hala ayrıcalıklı tutmasına oldukça şaşırdım. İşte bu yazı da böyle ortaya çıktı. 



Bu fotoğraf karesi, Mareşal Tito ile Saraybosna Üniversitesi 'nde karşılaştığımız bir kış gününden. Tito 'nun geçtiğimiz günlerde hem doğum hem de ölüm yıldönümü peş peşeydi. "Yugoslavya'nın çimentosu" Tito'dan sonra malum Balkanlarda kartlar yeniden dağıtıldı. Harita bir kez daha çok kanlı biçimde değişti. Belki takip edenler vardır Tito'nun mezarı eski Yugoslavya'nın ve bugün Sırbistan'ın başkenti olan Belgrad'ta. Fakat Sırplar artık Tito'nun mezarının Belgrad'ta olmasını istemiyorlar. 

Tito aslen Hırvat olduğu için, mezarının da doğum yeri olan Kumrovec'te bulunması gerektiği savıyla hareket ediyorlar.
Haliyle eski Yugoslavya ülkeleri de bu durumun şaşkınlığı içinde. Özellikle Boşnaklar Tito'nun mezarının kesinlikle Belgrad'da kalması konusunda ısrarcı. Bunda Bosna-Hersekliler'in Tito'yu hala saygı ve sevgi ile anmalarının etkisi var.
Ondan bahsederken hala gururlu ve sevgi dolular. Saraybosna'daki en önemli caddelerden birinin adı halen Mareşal Tito. Duygularını bu kadar az belli eden bir millet için bu az buz bir şey değil. 

Belgrad'da herhangi bir caddeye Tito'nun isminin verildiğine şahit olmadım. Yine de ölümünün üzerinden 44 yıl geçtikten sonra mezarı Kumrovec'e taşıma fikri de oldukça tuhaf.
Bu aralar Belgrad'a giderseniz Tito'ya uğrayın bari o kadar anlattık. Sonra da Tesla'nın mezarına gidersiniz. Tesla'nın külleri de adını taşıyan müzede. Büyük katedralin önüne taşınacaktı ama şimdilik proje olarak kaldı sanırım.
Tito'dan pek haz etmeyen Sırplar, Tesla konusunda çok hassastır bu arada. Tesla'ya Amerikalı derseniz bu pek hoş karşılanmaz.  Sırplar Türk gezginleri çok severler onu da belirteyim. Şimdi böyle yanlış anlaşılma olmasın. Sadece durumu anlatıyorum. Yoksa Belgrad'ı çok sevmiştim. Sırplarla da iyi anlaşmıştım. 


Çiçekli Tito 


Mareşal Tito 'nun bahçeciliğe ilgisi olduğunu duymuştum. Hatta Belgrad'ta artık Sırplar'ın istemediği mezarının yer aldığı anıtın ismi de Çiçek Evi. 

Hislerini göstermekten imtina eden Boşnaklar, Mareşal Tito 'yu hep sevgiyle yad ediyor. Portatif bir çiçekçi tezgahındaki fotoğrafı bunun sayısız örneğinden bir tanesi. 
Stalin'i çileden çıkarıp tehdidine tehditle cevap veren Tito dağılmış Yugoslavya'nın sokaklarında ve hüzünlü yüzlerde. Sokaklarda çiçek satanlar bütün dünyada hep kederli gözlere sahipler. Bu çok trajik bir çelişki gibi geliyor bana. Oysa buketler hep mutlu anlara ait değildir. 
Bir fotoğraftan nerelere geliniyor değil mi? 
Bu arada Tito'nun Stalin'e meydan okumalarına bayılan kaç kişiyiz?
Bu postu trajik cümlelerle bitiremem. Stalin'le Tito'nun arası II numaralı büyük savaşın ardından hızla bozuluyor. Tarihte bu olayın adı bile var: Tito - Stalin Split.  Stalin biraz (çok) paranoyak olduğu için Tito'nun her vesile ile kendisine bağımlı olduğunu ima ediyor. Mareşal Tito, bütün bunlara kendi sert mizacı ile cevaplar veriyor. Stalin'in uluslararası bir toplantıda "Sen kimsin ki tek başına hareket ediyorsun? Sovyetler olmadan (aslında ben olmadan) ayakta kalamazsın." diye çıkışıyor. Yugoslav lider, bu "koşulsuz sadakat" fikrine kesinlikle karşıdır ve cevabı da buna göre olur: 
 "Yoldaş Stalin, halkımın en büyük değeri bağımsızlıktır. Sovyetler'in desteğine minnettarız , lakin bu destek bizim özgürlüğümüzden daha önemli değildir. "
Sonrası malum bu kapışmanın ardından Tito askeri ve stratejik alanda güçlenmek için elinden geleni yapar. 1953'te Stalin, herkesi tehdit olarak görüp kendine güvenecek bir doktor bile bırakmamışken, Tito'nun çevresinde onu Stalin'in suikast girişimlerinden korumaya çalışan bir ekip vardır. Ve kader devreye girer, 1 Mart'ta Stalin ani bir felç geçirir. Herkesi o denli tedirgin etmişti ki tıbbi müdahale etmeye cesaret gösteren olmaz. Birkaç saat sonra (12 saat ile 24 saat arası) korkarak da olsa tedaviye başlanır, fakat geç kalınmıştır. Stalin 5 Mart'ta hayata veda eder.
Tito' ya gelince önünde 40 yıl daha vardır. Üstelik kendisini zehirlemeye veya vurmaya çalışan Stalin kaderin cilvesiyle yoldan çekilmiştir.

Veda Busesi
 Heyhat, Amerikalı yazar Allen Saunders'in dediği gibi  "Hayat biz plan yaparken başımıza gelenlerdir. Tito bile bunu hesap edemezken ilahi bir güç en büyük derdinizi başınızdan alıverir. Ve dünya dönmeye devam eder. 2025'in ilk yazısını, bu yıl başımıza gelecekler planlarımızın, hayallerimizin ötesinde güzellikler olsun. Herkese kendi kalbi kadar güzel bir yıl diliyorum. 

17 Aralık 2024 Salı

"Denim Ötesi" Bir Randevu

Küratörlüğünü gerçekleştirdiğim "Ian Berry  │Denim Ötesi" Nişantaşı Kalyon Kültür Merkezi'nin tarihi dokusunda 14 Şubat 2025'e kadar izleyiciyle buluşuyor. Öncelikle "Denim Değil Kot" demek istiyorum ve yurdumuza bu kumaşı getiren muhteşem adam Muhteşem Kot'a yıldızlari, kalpler ve içten gülücükler gönderiyorum. Ne tatlı bir milletiz ülkemize kumaşı tanıtan, bizi yüzde yüz pamuklu bu mavilikle tanıştıran kişinin soy ismiyle denimi anıyoruz. Dil hassas, literatür kıymetli diye düşünenler beni anladı şu an. Bu önemli hatırlatmanın ardından sanat, moda, sürdürülebilirlik gibi geniş bir içeriği aynı bağlamda birleştiren sergimize geçiş yapabiliriz. 


Denim kumaşın zamana bıraktığı ilk izleri 1567’lerin Cenovası’nda buluyoruz. İtalya’nın sahile açılan liman kentinde tüccar gemicilerin giydiği sert pantolonları tanımlamak için “genoese” ve “genes” olarak tanımlanıyor.17. yüzyılda  Fransa’nın Nimes kentinde, yün ve ipekten yapılan bu kumaşın Serge de Nimes olarak anıldığı anlaşılıyor. Zamanla Serge de Nimes dönüşerek “denim” halini alıyor.

Günümüzde "denim" deyince gözümüzde canlanan kumaş ise 1860 yılında güçlü kanvas kumaştan iş pantolonları üreten Levi Strauss&Co. şirketinin müşterilerinin isteğiyle ortaya çıkıyor. Daha yumuşak, giyilebilir, cildi tahriş etmeyen kumaştan üretilmiş pantolonlar isteyen müşterilerin talebini ciddiye alan şirket ürün gamına Serge de Nimes’i de ekliyor böylece.

Hikayenin devam gerçek bir başarı öyküsü, 1873’te Levi Strauss ve Jacop Davis ağır iş yaparken cep ve dikişlerin atmasını engelleyen perçinli iş pantolonlarının patentini alıyor. Takvim, şehirlerin büyüdüğü, sanayileşmenin hızla arttığı bir zamanı işaret etmektedir. Aynı zamanda çiftlik ve endüstriyel giyimin de hızla geliştiği bir dönemdir. Ticari açıdan bu patentin ne kadar değerli olduğunu bu perspektifle incelemek gerekir. Günümüzde hala Amerika’da ve dünyanın birçok noktasında en sevilen iş pantolonu olarak denim kumaşı zirvede yer alır.

20. yüzyılın başında bu kumaş sinemanın çekim alanına girer. Hollywood’un bıçkın kovboyları at binerken, Kızılderili düşmanları kovalarken, tütünü sararken kot pantolon giyerler. Sinema raundunun kazanılması kot pantolon için bir dönüm noktası olur. Kaç erkek Clint Eastwood’a, John Wayne’e, Gary Cooper’a özenmemiştir beyaz perdenin sihrinde. Dahası bahsi geçen aktörler katı bir maskülen imajla, denimi kovboyculuğun dışına taşırlar. Erkeksi imajları o denli güçlüdür ki denim “cool” ve maskülen erkeğin giysisi olarak taltif edilir.

Sokaktaki erkeksi imajın, asi imajla bütünleşmesinin sinemadaki temsilcisi Marlon Brando ve James Dean gibi efsaneler gerçekleştirir. Brando, 1953 yılında Asi ve Özgür (The Wild One) ile motosiklet çetesi lideri Johnny Strabler’a hayat verir. Siyah deri ceket, beyaz tişört ve yıpranmış denim pantolon üçlüsü Brando’nun neslini domine ederken bize kadar uzanacak, 21. yüzyıl modasında da kendisinin stil ikonu olarak anılmasını sağlayacaktır.

Brando ve ardıllarıyla maskülen denime bir de isyankar imaj eklenirken kadınlar da boş durmaz. İnce beller, balinalı korselerin dünyası ufukta yitirilmektedir. Brigitte Bardot gibi bir erotizm simgesi bile bu görünümü rahatlıkla takas edebildiğine göre sokaktaki kadın için ne beis olabilir? Bardot böylece erkeksi denimi kadın dünyasına mühürleyerek ona bir de feminenlik ekleyiverdi. Rahatlık ve feminenlik aynı giyside buluştu. Çalışma hayatındaki kadın denim fikrini kovboylardan daha çok sevdi.

Böylece denim işçilerin sıhhi ve güçlü giysisi olarak çıktığı yolda her geçen gün yeni bir sayfa daha açıyordu. Nitekim 1970'ler işçinin, sokağın, sıradan insanın, kadın hareketinin , asiliğin simgesi olan denimi haute couture sınıfına sokuverdi. Jean Paul Gautier, avangart ceketler ve denim korseler gibi ürünlerle "denim sadece gündelik olmamalı" diyerek özel dikimin skalasına denimi ekledi. Ardından benim de favori tasarımcılarımdan olan Karl Lagerfeld, Chanel için hazırladığı koleksiyona ince işçiliğin ustalığı ile hazırlanmış denim tasarımlarını paylaştı. Artık denim lüksün ve ihtişamın da bir parçası aynı zamanda pahalı mücevherlerin , çantaların, kürklerin sınıfında bir yer ediniyordu. 

Aynı sıralarda Madonna, gençliğin stil ikonu olarak kliplerinde ve ödül törenlerinde kot ceketleri, pantolonları, hatta pabuçlarıyla salınırken; Sid Vicious,  Punk kültürüne kot modasını entegre etmekle meşguldü. 

Yukarıda kısaca denimin tarihine değinirken onlarca ikonik ismi ve olayı atlamak zorunda kaldığımı tahmin edersiniz. Bugün dünyadaki hemen her gardroba giren bir ürünün bütün gelişimini tek bir yazıda anlatmaya çalışmak delilik. Dolayısıyla tamamen pamuktan üretilen bu doğal kumaşın serüvenine kendi tarzımda kısa bir giriş yapmışım gibi kabul edebilirsiniz. 



Ian Berry, Londra merkezli çalışan ve sanatsal üretimini yalnızca denim malzeme ile sınırlandıran bir sanatçı. Kumaşın sürdürülebilirliği, doğaya içkin bir yapı sergilemesi, yıpranınca bile farklı bir dokuya kavuşması Berry'i bu kumaşla çalışmaya iten faktörler arasında. Uzun süredir işlerini takip ettiğim sanatçının erken dönem işleri ağırlıklı olarak portreler ve iç mekanlardan oluşuyor. Bu sürecin bir araştırma evresi olduğunu ve denimle ışık-gölge, kompozisyon, perspektif gibi sınırları belirlediğini söylemek mümkün. Uzun süren araştırmalarla geliştirdiği teknikle en sonunda tabiatın içinden aldığı formlara ve enstalasyonlara yöneldiğini görüyoruz. Bütün bu çalışma sürecinin her aşaması şu sıra Nişantaşı Kalyon Kültür'de. 1889'dan kalma, eklektik mimari tarzıyla zamana meydan okuyan tarihi Taş Konak'ta Denim Ötesi'ne geçebilirsiniz. 

Son sözüm küratör metni ile olsun o halde: 

Ian Berry  │ Denim  Ötesi

Küratör │  Aslı Bora

Temel hammaddesi pamuk olan denimin, sosyal ve kültürel hayatın bir parçası haline gelmesi Endüstri Devrimi ile gerçekleşir.  Denimin tarihi, gerekliliğin gündelik estetiğe dönüşmesinin de somut bir örneği olarak okunabilir. İşçi sınıfının kullandığı ve işlevselliği ile tercih edilen kumaş türü olan denim oldukça uzun zamandır modanın vazgeçilmez öğelerinden biri.  20. yüzyılın başında emekle, 1950’lerde özgürlük ve gençlikle özdeşleşen sosyal hayata özgü bir unsur denim. 1970’lerden sonra ise tanınmış tasarımcıların koleksiyonlarının da katkısıyla küresel bir ikon olarak varlığını sürdürüyor.

Yeniliği yadırgamayan ve her türlü değişime kolayca adapte olabilen denim, çevresel sürdürülebilirlik hareketinin bir parçası. Çok katmanlı kimliği ve yeniden üretilebilir niteliğiyle denim çağdaş sanatın da en önemli ifade araçlarından biri. Ian Berry, tüketim kültürünün mekanikleşmiş karakterine karşılık sanatsal üretiminin odağına denimi yerleştiriyor. Berry , atık ve kullanılmış denim ile meydana getirdiği çalışmalarıyla  modanın değişken karakterinin yarattığı kaynak israfına ilişkin bir sorgulama alanı yaratıyor. Diğer taraftan Berry’nin denim parçalarından  inşa ettiği eserler, sanatsal bir "trompe-l'oeil" tekniğiyle izleyiciyi gerçekliğin sınırlarını sorgulamaya davet ederken, tüketim alışkanlıklarımızı yeniden değerlendirmek için güçlü bir çağrıda bulunuyor. Berry’nin işlerinde denim, sıradan bir kumaş olmanın ötesine geçiyor; tarihin, emeğin ve modern dünyanın somut bir sembolü haline geliyor.


4 Aralık 2024 Çarşamba

Nemrut'un Kızı Olmak

 Hayat bize Nemrut'u vermişse ve bu dağın 2000 yıl önceki hakimi olan Kommagene Kralı I. Antiochus bu dağa ebedi istirahatgahını ve tanrılarını onurlandırmak için devasa heykeller yaptırmışsa bize de 2150 metreye tırmanmak düşer. İşte böyle gerekçeleri güncel akışımıza eklemleyerek Adıyaman'a uçuyoruz. Esasen bir sosyal sorumluluk projesi için Adıyaman'dayız. Bölgenin köylerini dolaştığımız, güneşin "ben buradayım" der gibi varlığını hissettirdiği bir Ekim günü. Asıl amaçlar yerine getirildikten sonra hedeflediğimiz "Nemrut Dağı Kültür Rotası"'na olabildiğince sadık kalmak. 


Bölgenin tarihi,  topraklarımızın zenginliğinin bir başka görkemli zamanına açılan bir kapı gibi. Takvime bakınca dudak uçuklatacak kadar eski zamanlara kadar uzanıyor. Düşünün  MÖ 7000’lerden başlayan bir tarihten söz ediyorum.  Anadolu’nun yerli halkı Luviler ve Hititler buralarda yerleşim kurmuşlar. Tarihsel bilgilerinizi birazcık kurcalayınca Luviler'i hemen anımsayacaksınız. Batı Anadolu’da her antik yerleşimde izini süreceğimiz Luviler’in Doğudaki tampon bölgesi tam olarak bugünkü Adıyaman diyebiliriz.

Tarih sayfalarında Kommagene Krallığı,  İrani kökenli Orantid Hanedanlığı’nın Hellenleşmiş bir kolu olarak tanımlanıyor. Modern tarih anlayışında Greko-Pers şeklinde literatürde bulabileceğimiz bir yapı. Nemrut’un zirvesindeki uygarlık izleri, krallığın ekonomik ve kültürel gücünü gözler önüne seren ve binlerce yıl sonra bile kendilerinin saygıyla anılmasını sağlayan bir gelişmişlik göstergesi. MÖ 163 ile MS 73 arasında bölgenin hakimi olan Kommagene Krallığı’ndan kral I. Antiochus, hem tanrılarını memnun etmek hem de soyunu onurlandırmak için topraklarındaki en yüksek dağa devasa heykeller ve kendi mezarını yaptırmış. Aynı heykel grubunun ilki güneşin doğuşuna doğru, ikinci grup ise güneşin batışına karşı konumlandırılmış. Oturur pozisyonda betimlenen figürlerin iklime ve zamana karşı olan mücadelesinde başları gövdelerinden ayrılmış. Bu nedenle heykelleri birçok kişi yalnızca büst olarak biliyor olsa da bu bir sosyal medya illüzyonu. Heykellerin gövdeleri de yerlerinde duruyor. 


Bin yıllar öncesinden krallar reçeteyi vermişler. Burayı görmenin en güzel zamanı olarak gün doğumunu ve gün batımını önermişler. Nemrut’un rüzgarında saçları dağılıp, manzaranın güzelliği ile mest olan gezginler de ağırlıklı olarak gün doğumunu işaret ettiklerine göre cumartesi sabahı çok özel bir deneyimin bizi beklediğine hiç şüphe etmiyoruz. Fakat rotamız gereği Adıyaman'dan geldiğimiz için otelden çok çok çok erken çıkmamız gerekiyor. Bir gün önce sabah uçaktan inmiş, Adıyaman'ın köylerini ziyaret etmiş, üzerine Perre Antik Kenti'ni ziyaret etmiş olarak Ramada Adıyaman'da uykuya dalmamız gece yarısına doğru gerçekleşiyor. Hepi topu iki saat kadar uyuyup, 02:45 gibi arabalara doluşuyoruz. Bazı arkadaşlarım yıkanmış saçlarıma bakıp, duş alacak kadar enerjim olması karşısında çok şaşırıyor.  Yıkanmak, hafiflemek gibi, dinlenmenin bir parçası benim için. O sebepten akan sıcak su olmayan seyahat alternatiflerine karşı hiç merakım ve alakam yoktur. 

Yarım saatten biraz fazla yol gidiyoruz. Şehir oldukça karanlık, pek bir şey anlayamıyoruz. Araçta uyumaya çalışmak nafile bir çaba benim için. Fakat her zaman ki gibi o çabayı gösteriyor ve yine uyuyamıyorum. Bir süre sonra Adıyaman tarafından giriş alanına giriyoruz. Hediyelik eşya dükkanları ve atıştırmalıklar satan bir küçük bir kompleks. Uzun yolda otobüslerin mola yerlerini anımsatan ağır ve trajik bir havası var. Üstelik oralar gibi kalabalık ve kaotik. Türk kahvemizi alıp, ekipten en sevdiklerimle bir masaya diziliyoruz. Aklıma Fazıl Hüsnü Dağlarca'nın muhteşem dizeleri geliyor: "Kocaman yıldızların altında ufacık dünyamız...". O anda yıldızlar karanlığa asılmış birer elmas gibi parlıyor ve insan karanlığın içinden onlara bakarken Nihilizm'in sınırlarında dolaşıyor. Masa da önceki günün kritiği yapılırken "Daha az Nietzsche okumalıyım" diye içimden geçiriyorum. Bu esnada ekimizin yoğun olarak kadın olması hediyelik eşya dükkanlarının radarımıza girmesiyle sonuçlanıyor. Bazı zevkli arkadaşlarımı takip ederek, her şeyi satan bir dükkana giriyoruz. Bölgede takı ve mücevher zanaatının mahareti malum. Bizimkiler şeffaf ve normalde kilitli olduğu anlaşılan, iki raflı bir vitrini inceliyorlar. İçinde silme gümüş küpe var. Öyle karışmış ki çiftleri bulunca çocuk gibi seviniyoruz. Herkes kendi kişisel beğenisine uygun küpeleri alıp, kasadaki beye tarttırıyor. Pazarlık çabamız karşısında sezon sonu olduğu için indirimli olduğunu iddia ediyor dükkan sahibi. Fakat işletmeci arkadaşlardan birinin pazarlık konusunda cevher olduğu o an anlaşılıyor. Öte yandan yola çıkmadan birçok yerde nakit alışveriş yapıldığını öğrendiğim için hazırlıklı oluşum burada işe yarıyor. Gerçekten kredi kartı geçmiyor. Sevgili arkadaşlarımın yardımıyla biri oldukça klasik, diğeri de oldukça parti kızı tadında iki çift küpem oluyor. Tek küpe fiyatına iki küpe almış bulunuyorum sevgili Sema sayesinde. Bunların Adıyaman-Antep-Urfa hattında aldığım tek kişisel seyahat anısı olacağını o an bilmiyorum. Urfa'da telkari bir bileklik alacakken pazarlık üstadımız, ekonomi doktoru Sema'cığım "sen bunu takmazsın" diye mani oluyor. Ve ona hak veriyorum. Bazı arkadaşlar iyi ki var sahiden! Alışveriş maceram bu dakikadan sonra süper acı isot (dereceleri var), cevizli sucuk ve sumak ile devam ediyor anlayacağınız. 

 Nemrut'un eteklerinde yeniden araca binip biraz daha kıvrılan yoldan ilerliyoruz. Zifiri karanlıkta her gelen araç, otobüs kendi arkadaş grubuna sesleniyor. Ellerde fenerler, herkes eşini, dostunu, rehberini bulma telaşında. 04:00 civarı dağı fır dönen bir genişçe merdivenleri çıkmaya başlıyoruz. Yukarıya doğru çıktıkça efor artıyor, oksijen miktarı azalıyor. Ciğer kapasitesinin üstüne çıkmamızı, bol oksijene bağlayan dostlara bunun ilmi olarak mümkün olmadığını anlatıyorum. Ara ara önden çıkıp cengaverce Nemrut'a çıkmayı hayal edenlerin kenarlara dizilip, dinlendiğini görüyoruz. Orta yaşın üzeri bir hanım halimi hatırımı soruyor. Karanlıkta hanımı tanımadığımı düşünerek aynı sıcaklıkta cevap veriyorum. Yarım saat sonra, ören yeri usulü yapılan merdivenler bitip, kayrak taşlı merdivenlere geçiş yapıyoruz. Adıyaman tarafından çıkışta sağ taraf oluyor bu söz ettiğim. Bu ayrıntı önemli inerken lazım olacak. Neyse bu meyanda az önceki hanım elinde bastonu ile yine karşımda beliriyor. Onu tanımadığımı anlamış. Biz seninle Yalova'da beraberdik minvalinde konuşuyor. Yalova'da beraber olmadığımızı anlayınca biraz bozulup uzaklaşıyor. Bu esnada merdivenlerin de düzgün olmayışına içerleyen bir yığın insana dönüşüyoruz. Takatimizle beraber tahammülümüz de azalıyor derken, güneşin ilk hareleri önümüzdeki uçsuz bucaksız boşluğu doldurmaya başlıyor. Nihayetinde yukarı çıktığımızda herkes güneşe açılan terasta bir yer kapma telaşına giriyor. Ortalık kalabalık ve gereksizce karışık. Gün aydıkça etraftaki kalabalık daha da çok artıyor gibi geliyor bana. Arkadaşlarım güneşin doğuşunu izlemek konusunda zirveye tırmanan herkesle aynı hevesi paylaşıyor. Heykelleri arkama alıp güneşe dönmek bana fevkalade saçma geldiğinden terastaki özene bezene bana ayrılan basamağı terk ediyorum. Benim adıma mesele anbean güneşin panteonu aydınlatmasını görmek.  Güneşin aynasından çekilip, heykellerin yörüngesine girmekle resmen huzura kavuşuyorum. Herkes doğan güneşe yüzünü dönmüşken, Antiochus ve tanrılar grubuyla neredeyse baş başayım. Güneş heykellerin gözlerini kamaştırırken Antiochus'a minnet duymamak imkansız. 


 Rehberlerle aram hiç hoş değildir. Buna karşılık bizim grubumuzu iki rehber gezdiriyor. Dahası ekipten bir kişide turizm üzerine bir şey okumuş olduğundan üç erkek "en uzman benim" tadında durmaksızın konuşuyorlar. Böyle durumlarda mesleğimi söylememeyi çok uzun süre önce öğrendim. Karşı taraf başka bir profesyonel karşısında rahatsızlık duyuyor ve çok gereksiz diyaloglar gelişebiliyor. İş arkadaşlarım rehber beylere beni tanıtınca yine tuhaf bir durumda kalıyorum. Okuduğu okula dek tam özgeçmiş anlatıma geçiyor rehber bey. Ah umurumda bile değil yahu. Bana ne ki bundan! 


Yeniden geçmişe dönersek, 
Kommagene’nin  zaman sahnesinde yükselmesi Anadolu’da ortalığı birbirine katan Büyük İskender ile gerçekleşiyor. İskender, Perslerle olan savaşı kazanmasının ardından fırsattan faydalanan  bölgenin valisi olan Mithridates bağımsızlığını ilan ediyor. Mithridates, Roma İmparatorluğu’na karşı kafa tutmaları ile meşhur bir tarihi kişilik anlayacağınız. 

 MÖ 64’te Mithridates ölünce oğlu Antiochus tahtın sahibi oluyor. Antiochus çağı krallığın en parlak dönemi olarak tarihe kazınıyor. Yolculuğu göze aldığımız, uğruna dağlara tırmanacağımız anıtlar da Antiochus devrinde yapılıyor. Kendisi de zirvede inşa ettirdiği mezarda ebedi uykusunda. Ve inanmazsınız hala orada rahatsız edilmeden yatıyor. Zira tümülüs şeklinde olan mezar içine girecekler için de mezar olacak şekilde inşa edildiği için henüz gün ışığına çıkarılmamış. Ebedi hayatını düşünen birçok antik çağ kralına göre Antiochus bence çok şanslı. Akranları öte dünya yaşamına, ya bir mezar hırsızının yağmalamasıyla belirsizlik içinde ,yahut şanslılarsa bir müzede devam ediyorlar. Antiochus ise 2000 yılı aşkın süredir yaşarken yaptırdığı mezarında inancına uygun olarak yatmaya devam ediyor. 

Antik Çağ, Anadolu’su Roma şehir devletleri ve Persler gibi büyük imparatorlukların hükümranlığında. Kommagene kralı olarak Antiochus idareci olarak çok kültürlü bir krallığın hükümdarı. Kendisinin siyasi dengeleri çok iyi kurduğu ve adaletli bir yönetim sergilediği tarihçilerce dile getirilir. Her ne kadar annesi Büyük İskender’in babası da Pers Kralı Büyük Darius’un uzaktan akrabası olsa da babaların oğullara savaş açtığı bir çağda bunun bir avantaj olmadığının altını çizmek isterim.

Nemrut’taki kutsal alan krallığın en önemli tapınak alanı olarak işlev görmüş. Burada tasvir edilen tanrılar Pers ve Yunan kozmolojisinindeki karşılıkları tek bir formda birleştiriyor. Şöyle ki Akdeniz mitolojisinde ışıkla özdeşleştirilen Apollon ve Persler’deki güneş tanrısı (adaleti de temsil eder) Mithras aynı heykel ile sunulur ve her heykel her iki tanrının da ismini taşır. Benzer biçimde Zeus ve Oromasdes; Herakles ve Artagnes; Hera ve Teleia da tek bir heykelde iki/üç tanrı/tanrıçayı buluşturan temsillerdir. Antiochus’un evrensel bir din tasavvuru olduğu ve bütün dünyayı bu şekilde yönetmek istediği gibi teoriler var. Hatta bu teorilere kanıt olarak Nemrut’taki şu yazıt öne sürülür:

 Ata hükümdarlığını devraldığım zaman, dindarlığımın bir sonucu olarak, tahtıma bağlı krallığı tüm tanrıların ortak yurdu yaptım. Zamanın akışı içinde her kim, bu kanunu ve bize ibadeti korur ve sürdürürse, benim hayır dualarımla anılacaktır. Tüm rahmetli atalar ve tanrılar ondan razı olsun. Her kim ki, bu düzenin kutsal geçerliliğini bozar ya da zarar verir, ya da gerçek anlamını değiştirmeye yeltenirse, yalnız kendisi değil, aynı zamanda tüm soyu sopu rahmetli atalarımın ve tüm tanrıların hışmına uğrasın.

Yerel kalker taşından yapılmış heykeller, tahtları ile beraber 8 metre ve üzeri boyutlarda tasarlanmışlar. Birleşik tanrıları heykellerini de sayayım da yazı misyonunu yerine getirmiş olsun: Zeus+Oromasdes; Apollon+Mithras +Helios+Hermes ; Herakles+ Artagnes+Ares;  Kommagene Tanrıçası (Tykhe+Fortuna);  Ahura Mazda varyasyonları; Aslan ve Kartal gibi koruyucu amaçlı kült heykeller; Kral Antiochus'un Heykeli. 



Dağın Doğu Terası'ndaki heykellerin ardından Batı Terası'ndaki heykellerin önüne doğru ilerliyoruz. Bu kısımda restorasyon devam ediyor. Fakat bu yürüyüş esnasında az ötemizde bir rampaya park edilmiş araçlar görüyoruz. Bu araçların ulaşım macerasını araştırınca, Malatya yolundan gelenlerin biz gibi tık nefes yürümediklerini öğreniyoruz. Malatya'dan gelen yol biraz virajlı ancak yaya yolu olarak oldukça kısa. Bir daha Nemrut'a çıkarsam Malatya'dan gideceğime o dakika ant içiyorum. Adıyamanlılar gönül koymasın fakat bir dağa yürüyerek tırmanmasam da olur diye düşünüyorum. Batı Terası'ndan inerken rehber bey beni yine yakalayıp İstanbul'dan ne kadar nefret ettiğini anlatıyor. İstiklal Caddesi'ni falan hiç sevmiyormuş. Beyoğlu benim kırmızı çizgim, nezaketi bırakıp "Unter den Linden'i mi Champs-Élysées'yi mi sevdiğini soruyorum. Tutarlı bir cevap alamıyorum. Bu gereksiz muhabbet esnasında fıstık gibi döşenmiş geniş kaldırımlardan aşağı iniyoruz. "Çıkarken niye buradan çıkmadık?" deyiveriyorum. Burası Batı bölümüymüş güneşin doğuşuna tersmiş. Fakat oldukça kısa sürüyor Doğu'ya göre. Şunu da belirteyim, yürürken de o kadar virajlı ki inerken başı dönüp ufak yuvarlanmalar yaşayanlar oldu. Belki çıkarken de oldu ama karanlıkta kimse birbirine çaktırmadı diye aklımdan geçiyor. 
Veda Busesi
Velhasıl siz siz olun Malatya'dan araçla gidin ya da illa Adıyaman ise Batı merdiveninden çıkın. Bence kesinlikle gün doğumu diye tutturmayın. O kalabalıkla gün doğsa ne fark eder, batsa ne fark eder. Ara zamanlar daha konsantre olup gezebileceğiniz sakinliktedir umarım. 
Adıyaman'ın köylerinden, Septimus Severus Köprüsü'nden, Göbekli Tepe'den gelecek yazıda söz edeyim. Bu yazı yine enginlere sığmadı, taştı.