12 Eylül 2024 Perşembe

Duydun mu? Brieflyart'ta

Kuşe kağıda basılmış, yaldızlı hayatlar artık hayal değil. Dijital dünyamızda hepimiz pullu payetli ve tüketmeye çok hevesliyiz. Yaza resmi olarak veda ederken, Gümüşsuyu'nda küratörlüğünü üstlendiğim yepyeni sergim Duydun mu? ile teselli bulmaya hazır mısınız? Hani meşhur replikte "Bilin bakalım ben bu yaz neredeydim?" diyor ya Badi Ekrem, işte ben bu yaz hep harikulade galerilerdeydim. O zaman rotayı Beyoğlu'na çevirip önce "Duydun mu?" ile başlayan bir rota çizelim.

 Taksim'den Gümüşsuyu'na inerken sağda Brieflyart'ı elinizle koymuş gibi bulacaksınız. Buket Ada Kılıç, Burcu Filiz, Esra Meral, Halil Eren, Mihriban Mihrap, Özge Günaydın ve Pınar Bora gibi sanatçıların eserlerinden oluşan seçki tüketim ve sanat ilişkisine odaklanıyor. 
 İlk durağın ardından hali hazırdaki diğer sergilerimizi de yazının sonundaki linklerle programınıza dahil edebilirsiniz. Hayat bu Eylül'de size bolca sanat getirmiş olabilir? O halde bana kulak verebilirsiniz. 




Küratör Metni: Duydun mu?
Dünyada üretim biçimlerinin değişmesi ve makineleşmeyle birlikte, ihtiyacın ötesinde bir alan olan tüketim hızla gelişir. Medyanın tüketim alanının en önemli argümanı olması manipülatif
etkilerle tüketim sosyolojisini olağan hale getirir. Yeni bir arz talep dengesi yahut dengesizliği ortaya çıkaran bu pratikte sanat da tekrar edilebilir, çoğaltılabilir ve hatta nesneye indirgenebilir bir dizgede ele alınmaya başlar. 
Sıradan hayatın içinde basılı ve renkli medya ile rekabet edebilen sanat 20. yüzyılın ikinci yarısında sıradan hayatın, bildik bir uzantısıdır. Sanat idealize edildiği, bir kült gibi incelendiği sistemden çıkarılır. Artık her şey sanat nesnesi olabilecektir. Walter Benjamin bu durumu “aurasızlaşma” olarak niteler. Benjamin “aurasızlaşmayı” izleyiciyi sanatla yakınlaşma açısından olumlu bir perspektifle değerlendirir. Pop Art sanatın aurası’nı söküp alırken, cüretini tüketimden aldığını da ifade etmekten kaçınmaz.
Duydun mu? öznenin tüketim ile olan kaotik ve bir o kadar abartılı ilişkisini alelade fakat tanıdık bir diyaloğa dönüştürüyor. Prestijden modaya, kimlikten nostaljiye her şeyin tüketimle
ilişkilendirildiği bir örüntünün içinde kulaktan kulağa yayılan bir diyaloğun yabancılaştıran
etkisinden hareket eden Duydun mu? herkesin aklından geçen düşünceleri görsel bir
sözlükle, güncel yorumuyla dikte ediyor.
Globalleşme ve dijital devrim hafızanın kalıcılığını an ile takasa sokulurken bildik ve geçici gündem Duydun mu? ile belleğe alınıyor. Böylece tüketimin her an demode olma tehlikesi
de sanat yapıtına dönüşerek yeni bir fenomen oluşturuyor. Duydun mu? geçicilik ve kalıcılık arsındaki dualitenin arasındaki sonsuz çekişmeye popüler kültür üzerinden kolektif bir parantez açıyor.











Duydun mu? ekibiyle araya bir de doğum günümü sıkıştırmış olabiliriz. Serginin devamı için kendinizi Taksim'e ışınlamanızı tavsiye ederim. 20 Eylül 2024 son gün! Duymayan kalmasın o halde! 


Dikkat:  Girişte bahsettiğim rotaya devam etmek isteyenler #ŞimdiBeyoğlu ve Zamanın Ardında: İstanbul-Roma bir tıkla bu düşünceyi hayata geçirebilirler. 

24 Ağustos 2024 Cumartesi

#şimdibeyoğlu 'nda Buluşalım!

"İstiklal Caddesi No: 217" bu adresi kaydedin, çünkü  30 Eylül'e kadar küratörüğünü yaptığım #şimdibeyoğlu İstiklal Sanat Galerisi'nde. 

Beyoğlu yüzyıllardır içinde çok fazla farklılığı barındıran kozmopolit bir yer. Yaşayan, yaşatan, üreten, hızla değişen, tüketen ve tüketilen canlı bir organizma. Türkiye'nin ilk özel sanat galerisinin açıldığı, mimarisiyle Batılı akranlarıyla boy ölçüşebilen, eğlencenin hiç eksik olmadığı, sinemanın kalbinin attığı Beyoğlu'nda şimdi'ye bakmak sınırları kaldırmak demek. Zira mekanın ruhu, hafızası olduğu gibi kendi mitleri de vardır ve Beyoğlu Türkiye'nin nostaljik belleğinde ilk akla gelen imajdır. Eski Beyoğlu ve eski İstanbul birçok küf tutmuş anıda neredeyse aynı minvalde anılır. Oysa değişim kaçınılmaz, şimdi ise değerlidir. Bulunduğumuz zaman diliminden geçmişe hayıflanmayı ya da geleceğe ilişkin hülyalara dalmayı tercih edebiliriz. Fakat Agamben'in de dediği gibi bizi bütünleyen en önemli unsur "şimdi" dir. İster geçmişi , ister geleceği derğerlendirelim bunu bugünün kriterleriyle yaparız. 
İşte Şimdi Beyoğlu da tam böyle bir bakış açısıyla doğdu. Beyoğlu tarihsel kodlarıyla, kendisiyle karşılaşan herkesi biraz olsun esinleyen bir yer. Şimdi Beyoğlu, Beyoğlu'na yaşam, üretim yahut eğitim sebebiyle bağlanan sanatçıların işlerinden oluşan bir seçki. 
Sergi doğrudan Beyoğlu'nun mekansal hafızasına odaklanıyor. 
Attila Dur, Cemal Yiğit Sütçü, Cüneyt Işık, Işıl Çelik, Joel Menemşe, Merve Yenigeldi, Mesut İkinci, M. Tahir Akkurt,  Orçun Beslen, Pınar Bora gibi sanatçıların yer aldığı seçkide seramikten resme, fotoğraftan video'ya kadar uzanan çeşitli ifade biçimleri yer alıyor. 
Kültür ve sanatla özdeşleşmiş bir semtin belleğine Şimdi Beyoğlu ile böylece biz de (ben ve sanatçı arkadaşlarım) katılmış oluyoruz. 






Küratör Metni: 

Birçok düşünce biçiminde tarih ile bugünün birlikte yürüdüğü vurgulanır. İnsanı geçmişle gelecek arasında kritik bir noktada değerlendirmeye eğilimli olsak da mekanlar da benzer nitelik taşır.  Beyoğlu nostaljik mitlerin gölgesinde kalmakla suçlanan bir merkez. Oysa “şimdi” önemlidir. Hangi zaman dilimini incelersek inceleyelim bunu kendi zamanımızı baz alarak yaparız.

 

“Şimdi Beyoğlu”, Beyoğlu’na yaşama yahut üretme itkisi ile bağlı genç sanatçıların çalışmaları aracılığıyla, semtin düşünsel ve tarihsel söylemi açısından mütemadiyen kendini güncelleyen kültürel doğası ile ilişkisine odaklanıyor. 

İstanbul’un kültürel belleğinde inşa edici ve saklayıcı bir rol üstlenen Beyoğlu’nun bir mekân olarak hareketli, organik ve değişebilir niteliğini Henri Lefebvre’nin “Mekânın Üretimi” sorunsalı altında inceliyor. Bilindiği gibi Lefebvre mekanı soyut, boş bir metafor olarak algılamadığı gibi onu görünen bir fenomen olarak da tanımlamaz.  Konuyu algılanan, tasarlanan ve yaşayan mekân diyalektiği ile kavramsallaştırır. Böylece mekânı hem sürekli işleyen hem de somut maddi bir bağlama yerleştirir. Mekân algısına yüklenen bu devingen mizaç onu birey açısından da topluluk açısından da düzenleyici bir konuma getirir.

“Şimdi Beyoğlu”, bireysel ve toplumsal açıdan aktif bir organizma olan Beyoğlu’nu mekânsal açıdan ele alıyor. Sergi aynı zamanda izleyiciyle buluştuğu noktadan başlayarak İstiklal Caddesi’ni seçkinin bir parçası olarak seçkiyle bütünlüyor. 



             Açılıştan kareler: Beyoğlu Belediye Başkanı Sayın İnan Güney ve genç sanatçılar. 






                                                               Güzel dostlar iyi ki varlar , sevgili Hacer Pala ile. 


#şimdibeyoğlu

Geçtiğimiz yüzyılda kahveleriyle, ilk özel sanat galerisiyle, gece hayatıyla entelektüellerin buluştuğu, sanatla özdeşleşmiş bir semt Beyoğlu. İstiklal Sanat Galerisi'nin az ötesinde Kallavi Sokak 20 numarada Eyüboğlu kardeşler ve Adelet Cimcoz'un kurduğu Maya Sanat Galerisi, Sait Faik'le Orhan Veli'nin buluştuğu Nisuaz, Alyon'da (Bugün Erol Dernek Sokak) Fatma Girik'le Giovanni Scognamillo'nun kol kola yürüdüğü, sokağın sesinin tramvay sesiyle koro oluşturduğu bir anlatıcı. Benim bütün hayatımın geçtiği, yaşama azmine, hiç uyumayan akışına bayıldığım, gönülden bağlı olduğum bir yer. Esasen kelimenin tam manasıyla ait olduğum yer. Bu nedenle de #şimdibeyoğlu sergisinin küratörü olmak tarifsiz anlamlar taşıyor nazarımda. 
İstiklal Caddesi gündelik hayatımın uzantısı en dolu kahkahaları orada attım, en çok orada ağladım. En güzel karnemi alıp eve o caddeden koştum, en güzel iltifatlara o caddede mazhar oldum.  #şimdibeyoğlu ile o caddede sesim çınladı. Hayatımın en heyecanlı açılış konuşmasını yaptım. Şimdinin Beyoğlu'suna bizim gözümüzden bakmanız için de bu yazıyı kaleme aldım. 
Hadi siz de heyecanımıza ortak olun!

O halde #şimdibeyoğlu ! 




Yazarın Beyoğlu sevgisi için : 








4 Ağustos 2024 Pazar

Kalkan'dan Kaş'a, Patara'dan Xanthos'a Bir Yaz Düşü

Yaz bir külah dondurma, bir dilim karpuz, bir bardak ferah limonata mı? Yoksa hasır şapkalar, spf yüklü kremlerle donandığımız bir güneş mücadelesi mi? Yolculuk fikri akıllardan çıkmıyor, yönümüz hep Akdeniz mi? Haritada Toroslar, önümüzde Bergama Kralı Attalos'un kurduğu Antalya, Likya şimdi parmağımızın ucunda. 


Karayolu ile sıcak denizlere inmenin zorluklarını göze alıp, yaza Kuşadası'nda başlayıp, Kaş'a gitmeye karar veriyoruz. Kalkan'da küçük, manzaralı bir otel buluyoruz. Amacımız tabi ki Kaş'a yakın ama Patara gibi ören yerlerine daha da yakın olmak. Haritanın en fiyakalı noktasını bulmaya çalışırken, Kalkan'ı tercih ediyoruz. İstanbul'dan değil, Kuşadası'ndan çıksak da yola, güneş Apollon'un başı gibi ışık saçarken semada, virajlı asfalttan gitmenin pek kolay olmadığını çarçabuk fark ediyoruz. 




Güneş korneamızı tarumar edip, asfalttan çıkan dumanlar sinema tadında efekt yaparken yol boyu gördüğümüz en güzel manzaranın kıyısında iyice yavaşlıyoruz. Yolun kenarında "oh sonunda Kalkan'a geldik yazıyor.".  Mavinin en afili tonuna vurulup, Kalkan manzarasına bakan otelimize yerleşiyoruz. Nasıl sakin, nasıl çiçekli ve bir o kadar da sıcak. Valizleri odaya fırlatıp, güneş koruyucuları çantaya atmamızla plaja gitmenin yollarını aramamız bir oluyor. Kazayla uzanırsak, uyuma riski var. Jet gibi odadan fırlıyoruz. Resepsiyondaki otelin sahibi olan bey amcadan en kısa yoldan hür maviliğe inmenin tarifini istiyoruz. Dik bir yamaca kurulu Kalkan'da otelimiz yamacın ortalarına tekabül ediyor. Otel sahibi "arabaya gerek yok, 5 dakikada plaja iniş, 10 dakika dönüş" dedi diye arabayı oynatmıyoruz. Biblo gibi evlerin önünden geçip, Kalkan Halk Plajı'na iniyoruz. Kalkanlılar ve biz, taşlık sahilde, turkuaz renkli suyun içinde yüzmüyor, uçuyoruz. İlerleyen günlerde Kaş-Kalkan hattında her plajın efsane güzellikte olduğuna emin olacağız. Halk Plajı bunun fragmanı. Dahası büyük şehirlerden gelenler "beach"lere gittiği için plaj tam kıvamında. Yorgunluk bir süre sonra dermanımızı kesince, otele dönmeye karar veriyoruz. İşte o anda arabayı bırakmanın çok berbat bir fikir olduğu gerçeği ile yüzleşiyoruz. 10 dakika çıkış, 40 derecede ve bitkin halimizle 10 sene gibi sürüyor çünkü. 

Kaputaş Plajı: Ertesi gün otelin terasında harika bir kahvaltı yapıyoruz. Terasın manzarası karşısında kelimeler hükümsüz kaldığından kahvaltıya kupa maçı eşitlikle biten UEFA taktiği uyguluyoruz. Uzatmalar bitince ver elini Kaputaş modundayız. Bütün dünyanın en görülesice plajı listelerinin gediklisi, hafta içi ve sabah olmasına rağmen sinir bozucu bir kaos içinde. Arabayı herkes gibi yolun bir kenarına park edip, asfalttan yüzlerce merdivenle aşağı iniyoruz. Daha öğlen olmadan şemsiye şezlong kalmadığından en boş alanda oyalanmaya karar veriyoruz. Su mehteşem olsa ne yazar avuç içi kadar plajda Romanyalı bir grup futbol, İtalyan bir grup voleybol oynarken; Uzak Doğulular bütün plastik oyuncakları ve güneşten korunmak için getirdikleri çadırlarıyla hem denizi hem kumsalı kuşatmış durumda. Arada bazı Rusların güneşte kaynamış bira sebebiyle saçmaladığı da oluyor tabii. Bizimkiler bütün bu karmaşaya azami düzeyde çocuk çığlığı ve yüzme antrenmanı ile katkıda bulunuyorlar. Top oyunları ve çadırlı  ekiplere bakınca yurdum insanı oldukça masum kalıyor. Yemek saatine doğru alandaki tek yemek satan bölümde aşırı hareket başlayınca, Kaputaş'a elveda diyor ve geri kalan günler boyunca bir daha buraya uğramama konusunda kesin karar veriyoruz. Bölgede her yerde deniz öyle billur, renkler öyle turkuaz ki kendimize verdiğimiz sözü tutmak hiç zor olmuyor. 



Patara: Kum tepeleri, kavurucu bir güneş, caretta carettaların ayak izleri, dalgalanıp durulmayan deniz, Likya Birliği'nin senatosuna ev sahipliği yapan bir antik şehir olarak Patara'nın topraklarımızda olmasıyla mesut olan kaç kişiyiz? Patara Kalkan'a şuncaağazcık (burada parmağınıza bakıyorsunuz!) mesafede antik dünya ile bugünü buluşturan sıcak ötesi bir vaha. Sabahın erken bir saatinde girişi tutan nöbetçilerin MüzeKart kontrolünün yavaşlığıyla araç kuyruğuna katılıyoruz. Buralara gelmeden çok düşündük: Kaş'ta mı, Kalkan'da mı yoksa Patara'da mı kalmalı diye? Patara'da pansiyonlar oldukça ekonomik olmasına rağmen birazcık daha insan içinde olması kriterleriyle Kalkan'ı seçmiştik. Şimdi o fiyatlarını ve manzaralarını ezber ettiğimiz pansiyonların önünden geçerek Likya Birliği'nin merkezine geçiş yapıyoruz. Güneş ülkesinin kadim kentinde konaklamadığımız için pişman mıyız? Asla! 
Şehir kapılarında adımızı haykıran Likyalılar olmamasıyla konunun hiç bir ilgisi yok. Mevzumuz gerçekten biraz daha merkezi bir lokasyona demir atmak. Arabayı cırcır böceklerinin sesiyle çınlayan bir düzlüğe park edişimizin ardından plaja doğru ışınlanıyoruz. Sıcaktan dondurma gibi erimemize ramak kala dalgaların coştuğu, o ünlü kumların ayakları cayır cayır yaktığı plaja varıyoruz. Akdeniz'in 18 kilometre ile en uzun plajında olsak da burası hem bir sit alanı, hem de kaplumbağaların mekanı; dolayısıyla bir köşede yer alan plaj işletmesine mahkum olmak zorunlu. Havlunu ser bir yere sığış demeyin! Kuru bir sıcak, güneş insana serap gördürecek denli acımasız, kumlar tuzlu su ve güneş koruyucularla birleşince kesinlikle dostunuz değil. Hal bu vaziyet olunca iki şezlong ve bir şemsiye kiralıyoruz. Görevli ve görevli olmasının verdiği yetkiyle son derece kızgın olan beyefendi şemsiyeyi rastgele bir yere çakıyor.
 E bunu biz de yapardık. 
Oranın caretta caretta meskeni olmadığını nereden biliyor? Fakat bizim sorularımıza cevap veremeyecek kadar yoğun ve bizi son derece küstah bulduğu her halinden belli olduğu için Aydın havası moduna geçiyoruz. 
Deniz suyu kaynıyor mısır, fakat dalga of of of. Suya girip iki kulaç atsanız dalgalar diğer plaj insanlarıyla sizi anında kaynaştırıyor. Dip dibe bir hayatta kalma mücadelesi, yüzme bilmek para etmiyor. Herkes kaderine razı, kendini dalgalara koyuveren insancıklar olarak, gülme krizine giriyoruz. Doğayla mücadele de bir yere kadar dostlarım. Bu esnada suyun üzerinde dolarlar, eurolar beliriyor. Yakalamak mümkün değil, dalga alıp bir o yana bir bu yana savuruyor. Bebek kaplumbağalar da bizden farksız, dalgalar herkese, her şeye  ve her para birimine eşit muamele yapıyor. 
Zamanında Likya'nın en önemli ticaret limanı Patara. Doğu Akdeniz'in en büyük hububat depolarından birini barındıran Patara, aynı zamanda kereste sevkiyatı için önemli limanlardan biriydi. Öte yandan bu azgın dalgalar sebebiyle birçok gemicinin de kabusu olmuştu. Su altındaki sayısız batığı, Büyük İskender'in gözünü kamaştıran zenginliğini, bu topraklarda doğup karla özdeşleşen Aziz Nicolas'ı düşünürken Patara kumları rüzgara karışıp tenime küçük çizikler bırakıyor. 
Upuzun bir duş kuyruğunun ardından antik şehrin takvime itaat etmeyen dokusuna teslim oluyoruz. 








Patara Antik Kenti'nde uzun yıllardır kazı çalışmaları devam ediyor. Zaman zaman yoğun eleştiriye de mazhar olan yoğun restorasyon faaliyeti de son yıllarda ivme kazandı. Likya birliğinin muhteşem meclisi, tiyatrosu, deniz feneri neredeyse sıfırdan yapılmasıyla tenkide uğruyor.  Yine de dünyadaki en eski meclis binasında olduğunuzu bilmek turistik bünyenize ayrıcalıklı olduğunu hatırlatıyor. Zamanın kayıp sözcüklerinin ve çoktan unutulmuş kişiliklerinin çınladığı bu duvarlara biz de kayıt oluyoruz. Kimse bilmese, bilmeyecek olsa da ne fark eder; biz biliyoruz ya! 

Xsanthos: Yüzyıllarca bugünkü adı Eşen olan Xsanthos Nehri'yle nefes alan, zenginleşen Xsanthos Antik Kenti'nin kapısını çaldığımızda güneş altın saatlerini yaşıyor. Bütün gün mavi suları kucaklayıp, antik yerleşimin son 3 saatini değerlendirmek istememiz görevlilerin canını sıkmışa benziyor. Suratı asılan bütün görevlilere sevgi dolu gülücükler atıyoruz. Anadolu'daki müze ve ören yerleri çalışanlarının bu boş vermiş tavırlarına alışkınız. 
Epik hikayesi insanı kederlendiren Xsanthos, güneşin turuncu ışınlarıyla yıkanan duvarları, parlak sarı otları, bir başrol oyuncusu edasıyla onlarca yıl rehberlik yapmış köylülerin katılımıyla etkileyici bir manzara sunuyor. Buranın bir parçası olmanın büyüsüne kapılmamak imkansız.  






Bölgeye hakim iki tepede zamanın güvenlik önlemlerinin en etkilisi sur kalıntıları hemen dikkat çekiyor. Bir tepe Likya'nın, diğer tepe Roma'nın nekropolü olarak eski sahiplerini onurlandırıyor. Tarihin babası unvanıyla taltif edilmiş Heodot'un aktardığına göre; M.Ö. 540 yılında Persler Anadolu'yu yakıp yıkarken, bu güzelim şehri de kuşatır. Gaddarlığıyla tarihe kazınan kumandan Harpagos'un ablukasına alınan şehir bir müddet direnir. Fakat acı sonun yaklaştığını anlayan şehir sakinleri önce kadınları, çocukları ve köleleri öldürür ve Harpagos'un birliklerine karşı dönüşü olmayan bir saldırı gerçekleştirirler. Sonunda Persler'in elinde yanıp küle dönmüş bir virane, tek bir nefesin duyulmadığı bir şehir kalır. Sonra büyük yangınlar görür şehir, İskender'in yağmasını, Sezar'ın göğsüne hançerini vuran Brutus'un öfkesiyle yerle bir olur bir kez daha. Çapkın ve gözü pek general Marcus Antonius şehri imar eder yeniden. Günümüze ulaşan birçok yapı Roma İmparatoru Vespasianus zamanından kalır. Yani M.S. I. yüzyılın sonundan. Şehir M.S. VII. yüzyıla kadar varlığını sürdürse de bu devirde gerçekleşen Arap akınlarıyla unutulur. Ta ki müzeler çağının başladığı, arkeolojinin yükselişe geçtiği döneme dek de kimsenin aklına gelmez. Bir kısmını toprağın sakladığı şehir İngiliz Arkeolog Charles Fellows'un sayısız Anadolu seyahate kadar uykuya dalar. Fellows'un Xannthos'u yağmalayıp, eserleri Londra'ya götürdüğünü tahmin edebilirsiniz. 

Kekova: Bütün Türkiye tanıtımlarının vazgeçilmez görseli Kekova sadece Antalya'nın değil, kalbimizin güneybatısının da baş köşesinde. Kaş limanından onlarca tekne günübirlik turlarla birçok koyun ardından turistleri Kekova'ya götürmek üzere yola çıkıyor. Daha önce arkadaşlarımızın tercih ettiği bir tur teknesine birkaç gün önceden rezrvasyon yapıyoruz. Tur otobüsü, tur teknesi çok tercih ettiğimiz bir seçenek değil. Seyahat söz konusu olduğunda gezginler bazen kendi sınırlarını aşabiliyor. Bu tip hassasiyetlerimizi bilen arkadaşlarımızın bize tekne seçiminde iyi bir yönlendirme yaptığı kısa sürede ortaya çıkıyor. Kapasitesi dahilinde yolcu almış, özenli ve deneyimli bir ekiple yolculuk ediyoruz. Açıkçası koyların hepsi çok güzel fakat birbinden pek farkı yok. Çamların titreştiği koylarda el değmemiş plajlar ve cam gibi bir Akdeniz. Kekova bütün bu yolculuğun zirvesini oluşturuyor. Suyun rengi büyüleyici bir mücevher gibi. Likya dilinde Dolichiste olarak anılan bölgede batık şehirde yüzmek yasak. Kano kitalayıp etrafında gezilebiliyor. 








Kekova Adası'na indiğimizde hava insanı dondurma gibi eritiyor. Kale kalıntılarına doğru çıkmak üzere karaya ayak basıyorum. Avuç içi kadar yerde yolumu kaybedip, yarım saat kadar güneşin altında fenalıklar geçiriyorum. Bu arada köylü kadınların ördüğü iğne oyası bilekliklerden alıyorum. Birkaç ay sonra aynı bilekliği Nişantaşı'nda 20 katı fiyatına görüp gözlerime kayıtsız kalamıyorum. Finalde kaleye ulaşmayı bir kenara bırakıp iskeleye doğru iniyorum. O kadar sıcak ki denize atlarken terlik, kamera, çanta gibi eşyaları karada bırakmam gerektiği son anda dank ediyor. Denizle kavuşma anı çölde su bulmak adeta. Biraz serinleyince su içindeki Kekova'nın yaklaşılabilecek kısımlarına yaklaşıyorum. Artık hepimizin aşina olduğu su içindeki Likya lahitleri, mavinin güzelliği, herkesin huşu içindeki hali, Kekova gerçek bir Akdeniz düşü yaşatıyor. Sıcak öylesine sarsıcı ki denizden çıkıp Demre yoluna düşmeyi aklımızdan bile geçirmiyoruz. Bu yolculukta Demre'deki eski anılarla idare etmek daha akıl karı geliyor bize. 
Letoon: Likya Birliği'nin damarlarında dolaşırken gerçek dünyadan Antik Çağ'a kaçmadan durmanın imkanı yok. Biz de duruma ayak uydurup, mitolojinin kalıplara sığmaz ikizleri Apollon ve Artemis'in annelerine adanmış tapınağın kapısını çalıyoruz. Zeus'un çapkınlığı ile Hera'nın gazabı arasında kalan Titanlar'dan Leto'ya adanan tapınak Peripteros plan tipindedir. Peripteros tapınağın dört yönden tek sıra sütunla çevrelenmiş halini karşılar ki bu uygulama Antik Çağ tapınaklarında sıkça karşımıza çıkmaktadır.  Kaynaklar bize Letoon'un Likya'nın inanç merkezi olduğunu söylüyor.  Bölgede Aramıce, Luvice ve Grekçe olarak yazılmış bir kitabe bulunması da bu durumu destekleyen bir kanıt niteliğinde. Yolunuz düşerse Fethiye Arkeoloji Müzesi'nde bu kitabeye dokunabilirsiniz. 
Bugün Letoon kutsal alanında Leto'ya adanmış tapınaktan başka Apollon ve Artemis'e adanmış tapınaklar, çeşme, kilise ve tiyatro yapısı yer alır. Yazın gidecekseniz, gün batmaya yakın bir saati seçmeniz bu faninin size en içten tavsiyesidir. 
Likya yürüyüş rotası üzerinde bulunan Letoon'un çevredeki diğer antik kentler kadar popüler olmadığını belirtelim. Tur şirketleri şimdilik UNESCO'dan tescilli bu yerleşimi es geçmektedir ki bu bir bakıma kafasına göre gezen ve kalabalık sevmeyenler için fevkalade bir nimettir. 




Kaş: Yaza övgü makamından bütün gezginlerin dilinden düşürmediği Kaş, Kalkan'dan sonra bize oldukça kaotik geliyor. Büyük Çakıl'ydı, Küçük Çakıl'ıydı, Hidayet Koyu Plajı'ydı, tasarım beach'iydi her yer ana baba günü. Gözünüze kestirdiğiniz alelade bir restoran yahut kafede bile yer bulmanız imkansız. Dahası sokalarda birçok tanıdık yüz görmek olası. Hatta bu vesileyle, tesadüfen bize seslenen arkadaşlarımızın oturduğu bir kafede oturuyoruz. Bu kalabalık "işte huzur" tadındaki insta hikayeleriyle tamamen tezat. Tabi ki Kaş'ın çarşılarını arşınlarken Likya tipi lahitlerle ratlaşmak falan insana çok iyi geliyor. Ev tipi Likya lahitlerinden biri çarşı içinde ve Aslanlı Lahit olarak tanınıyor. M.Ö. 4. yüzyıla tarihlenen lahitin etrafındaki dükkanlar biraz sinir bozucu. Sonsuza kadar huzur içinde uyumak için zamanında dünyanın parasını harcamış Likyalılara bu biraz haksızlık doğrusu. Diğer taraftan mezar hırsızlarının teşrifiyle içi zaten boş da diyebilirsiniz.
 Neyse efendim arkadaşlarımızla karşılaşmak bir bakıma iyi oluyor. Bize kendi deneyimledikleri sakin ve kaliteli bir tekne ile tur yapabileceğimiz tavsiyesini veriyorlar. Onlardan ayrılınca hemen limanda tekneyi bulup rezervasyon yaptırıyoruz. Rezervasyon tekne turlarının olmazsa olmazı. Yoksa teknenin en bedbaht olanına kalabilirsiniz. Bu akıllıca hamlenin ardından koy koy gezip, finali Kekova'da yapmak çok güzel. Biraz kalabalık bir grupsanız tekneyi olduğu gibi kapatmaksa her durumda daha kafanıza ve keyfinize göre olacaktır şüphesiz. 
Kaş'a sonraki günlerde gidişimiz de fikrimiz çok değişmiyor. Fakat rakı-balık kombinasyonu için birkaç yere uğruyoruz. Bu kombinasyonda Kaş fazla bekleneni veremiyor. En azından bir Ayvalık, bir Kuşadası, bir Urla tadını  ve keyfini yakalayamıyoruz. 



Fakat Kaş'a gitmek için en önemli bahanemiz de Helenistik dönemden kalan Antiphellos tiyatrosunu görmek oluyor. Denize oldukça yakın olan tiyatronun manzarası da çivit doygun mavisiyle Kaş sularından, adacıklarından meydana geliyor. Antiphellos çağının ticaret limanlarından biri olan, etkin bir kent. Kentin tapınakları, mezarları ve sur kalıntıları dikkatli gözlerden kaçmayacaktır. Günümüzde kentten kalan en büyük anıtsal yapı olan tiyatro ise bölgedeki birçok antik alan gibi restore değil de yeniden yapılmışcasına gıcır gıcır olmasıyla dikkat çekiyor. Yine de zeytin ağaçlarının arkasında uzanan maviliğe bakmak, bu güzel kentin eski sahiplerini kendi mekanlarında anmak çok güzel. Tiyatronun manzarası o kadar çekici ki scene'sinin günümüze ulaşmamasına ziyaretçiler hiç aldırmıyor. 




Veda Busesi: Havalanlarına uzak, yolları virajlı, İngilizler ve lüks yatlar nedeniyle fiyatları uçuk olsa da Kalkan'dan Kaş'a uzanıp, Patara'da serinlediğimiz, zetin ağaçlarının yeşiline mevinin en terapistine meftun olduğumuz bir yolculukla biz de şöyle diyoruz "İyi ki Kalkan'a gelmişiz.". 
Denizin kıyısında, yazın tam ortasında , bir lahtin gölgesinde yeniden buluşmak üzere...







1 Ağustos 2024 Perşembe

Zamanın Ardında: İstanbul-Roma

 İsmi “Kutsal bilgelik” anlamına gelen Ayasofya’nın ya da  “Kutsal Barış” anlamına gelen Aya İrini’ nin Roma’da olma ihtimalini düşündünüz mü? Yahut gladyatörlerin ölümüne mücadele ettiği Colosseum’un  ya da politeist inancın gözü olan Pantheon’un İstanbul’da olduğunu?

Küratörlüğünü yaptığım Zamanın Ardında: İstanbul-Roma, sanatçı Kenan Işık'ın eserlerinden oluşan geniş bir seçkiyle aynı kökten yeşeren iki şehrin anlatısına odaklanıyor. 13 Ekim 2024 tarihine kadar Kalyon Kültür'de ziyaretçiyle buluşacak olan sergi İmparator Konstantin’in Nova Roma adıyla kurduğu şehir olan İstanbul’un ve Roma’nın dokusunu zihinsel bir çerçevede bir araya getiren manzaralardan oluşuyor. 







O halde hadi biraz başa dönelim. Tipik küratör metninden çıkıp, zamanın ardında kaybolalım deyip, taaa 4. yüzyılın ilk yarısına kadar gidelim. 

Roma İmparatorluğu tarihin tozuyla solmaya başlamışken çare pusulayı Doğu’ya çevirmekte aranır. Antik Çağ’ın felsefesi, sanatı, yaşam kültürü imparatorluğun topraklarından yayılıp zamana meydan okumaya hazırlanırken, bütün güzelliklerin bir miadı olduğu düşünülürken Büyük Konstantin yeni bir başkent kurar. Avrupa ile Asya’nın göz göze baktığı bu coğrafya Nova Roma ismiyle taltif edilir. Zira Latince hala imparatorluğun resmi dilidir ve Nova Roma Latince “Yeni Roma” demektir.

Bundan sonra imparatorların, imparatorlukların, filozofların, şairlerin, ressamların ve bütün hayalperestlerin ilham kaynağı Nova Roma inşa edilir.

Tıpkı Roma gibi bir üçgene benzeyen Nova Roma güzellikte emsalsiz olmalı, Tiber’in ikiye böldüğü Roma’yı gölgede bırakmalıdır. İmparatorluğun dört bucağından mermerler, heykeller, değerli madenler ve sanatçılar getirtilir. Eski dünyanın anıtları Boğaz kıyısını süslemeye başlar. Dahası halefleri de binlerce yıl kulelerle, surlarla, kemerlerle, aşılması imkansız kapılarla şehri kuşatmaya devam ederler.

Şehrin eksiği asırlar boyu Roma imparatorlarının asaletinin alameti olan erguvan rengiyken, sıcak denizlerin kıyılarına haber salınır. Güneşli kentlerden getirilen erguvanlar imparatorun hediyesi olarak şehrin Boğaz kıyılarına dikilir.

Zaman olur altın yaldızlı kubbelerle, fildişi kutularla, porfir sütunlarla donatılan şehir kurucusunun adıyla anılır. Aynı tomurcuktan yeşeren iki Roma’dan ilki Antik Çağ’ın bütün zarafetiyle birlikte 476’da düşer.  Roma İmparatorluğu Doğu’daki başkentinde neredeyse bin yıl daha mamur ve mamur yaşamaya devam eder. Ne var ki zaman geçici, güç değişkendir. Başkentin yeni sahipleri 1453’te tarihe yeni bir sayfa açar. Bizans’ın altın rengi kubbelerine kurşun renkli kubbeler, minareler, su kemerleri eklenir. Roma’nın, Bizans’ın ve Osmanlı’nın başkenti dünyanın merkezi olurken, adaşı olan şehre de “yeniden doğuş”u armağan eder.

Yazgısı birbirine kenetlenmiş iki şehrin anlatısı takvimin gölgesinde kaybolur. Fakat gölgeler yolumuzu kaybetmemize sebep olsa da zaman her şeyi kaydeder. İşte tam içinde bulunduğumuz zamanda, 21. yüzyılın ilk yarısında bir ressamın kılavuzluğunda her şey aslına dönüyor. Ressam Kenan Işık iki şehrin anılarını uyandırmaya, çizginin sihriyle bellekleri unutulmuş bir zamanın izinde yolculuğa çıkarmaya hazırlanıyor. Çizgiler ve renklerin sonsuzluğunda imgenin gerçekliğine güvenerek, mekanın hafızasını canlandırmak üzere ressam Kenan Işık’la “Zamanın Ardında: İstanbul-Roma” kendi zamanımızın mitlerine hayat veriyoruz.  

Roma’dan Osmanlı’ya hükümdarlık rengi olan erguvanın, kubbelerdeki hoş sedanın, kutsal bilgeliğin, hoşgörünün, meydan okumaların ve dünyanın merkezi olarak seyyahların sayfalarından okuduklarımız, tahayyül ettiklerimiz ve düş gücünün ötesine taşınanlar…

 








4 Nisan 2024 Perşembe

Ressamların posta güvercini: Kartellino

Bir sanat eserinin karşısındaki estetik deneyim her izleyici için ayrıdır. Hatta aynı izleyicinin, aynı eserle her karşılaşması ayrı bir estetik deneyim olarak değerlendirilir. Bu deneyimi belirleyici kılan etkenler sonsuz ve değişkendir. Çoğu zaman sanatsever sanatçının vermeye çalıştığı mesajı kavrayamadığını düşünerek, estetik hazzı tümüyle yadsıyabilir. Oysa sanatçılar eseri yapıp, izleyici ile aradan çekilirler. Kişi sanat eseri ile yalnızdır ve yaşadığı her şey kişisel dünyasına içkindir. Fakat klasik dönemde sanatçılar eserlerine bakan gözlere küçük notlar eklemeyi de ihmal etmemiştir. Terminolojiye kartellino (cartellino) olarak geçen bu notlar, İtalyanca da küçük kağıt parçası anlamına geliyor. 


Kartellino, Orta Çağ 'dan itibaren eserlerde yer alan, fakat ağırlıklı olarak Rönesans'ta karşımıza çıkan bir uygulama. Tablodaki bir duvara ya da sanatçının uygun gördüğü bir yere çivi , balmumu ve perçinle iliştirilmiş parşömen ya da kağıt parçası. Tabi bunu sanatçı fırça ve  boya ile ilüzyonist bir tavırla gerçekleştiriyor. Neticede bir tuvale ya da heykele  gerçek bir çivi çakılması için en azından iki dünya savaşının geçmesi gerek. Sanat tarihinde "ben yaptım oldu" nun  klasik çağın mottosu olması mümkün değil. 


Kartellino'lar sözcük oyunlari, ressam veya resim hakkında kısa bir metin içerebilirler. Bu bağlamda ilk örneğimiz. VIII. Henry'nin gözdesi, geleneksel Türk halısı literatürüne adını yazdıran Hans Holbein'ın  imzasını taşıyor.  Holbain 1532 tarihli bu tabloyla,  Hansa tüccarlarından Georg Giese'nin bir portresini bize yadigar bırakmış. Resimde bir semboller silsilesi mevcut. Tablonun bütün dökümünü yapmak bu yazının maksadını aşmasına sebep olabilir. Şaka değil bu resmin sembolizmi üzerine yazılmış onlarca makale, onlarca tez var. Yine de birkaç ayrıntıya değinmeden asıl konumuza geçmeye de gönlüm elvermiyor. Tabloda masa üzerinde (sol altta bulunan) biberiye dostluğu simgeliyor.  Biberiye tüccarın Ingilizlerle olan dostluğuna bir gönderme. Elinde tuttuğu notta Orta Saksonya'da konuşulan bir Almanca ile "Dem Erszamen/Jorgen gisze to lunden/in engelant mynem/broder to handen" (Kardeşime teslim edilecek), İngiltere'de Londra'da bulunan saygıdeğer Jorgen Gisze")  ifadesi okunuyor.  Duvara balmumu ile tutturulmuş Kartellino 'da Latince bir beyit yazıyor. Süslü bir anlatımla George Giese'nin özellikleri, 34 yasında oluşu ve resmin yapıldıgı 1532 tarihi belirtilmiş. 



 XVI. yüzyıl Venedik ekolünün yıldız ailesi Bellini'lerden Giovanni Bellni'ye ait Doc Leonardo Loredan portresi kartellino'lu eserlerimizden bir diğeri. Heyecana mahal yok portecilik ailenin alameti farikası, fakat Fatih Sultan Mehmet 'in portresini yapan Bellini, bu Bellini'nin ağabeyi Gentile. Belliniler ailecek sanatla meşguller ve Venedik'te oldukça meşhurlar. 
Tablodaki Leonardo Loredan Osmanlı tarihinden tanıdık geliyor olmalı. Tanıdık gelmeyenlerin hafızasına biraz ilham vermek gerekirse varlıklı bir ailenin iyi eğitim almış bir çocuğu Loredan. Ticaretle başlayan kariyerine, hırs gerektiren davaları kazanan bir avukat olmayı eklemiş, Venedik soylularından birinin kızıyla da evlenince siyasi kariyer kucağına düşüvermiş. Fakat Venedik Docu olduğu sırda, Venedik Osmanlı ile mücadele ettiğinden siyasi kariyeri toprak kaybıyla başlamış, yetmemiş Papa II. Julius'la anlaşmazlığa düşmüş. 1516'da Venedikli Yahidleri zapturapt altına almayı kafasına koyuyor ve Venedik Senatosu'ndan çıkartığı kararla dünyanın ilk "getto"sunu kuruyor. Bugün birçok dilde kullanılan "getto" kelimesinin  geldiği yer de böylece Venedik, müsebbibi de Loredan oluyor. 
Leonardo Loredan'ın portresine geri dönersek esvabından anlayacağınız üzere bu doçun resmi bir temsili. Keten üzerine brokarlanmış ve tepede boynuz benzeri bir sivriliğe sahip olan başlık "corno ducale" olarak adlandırılan resmi nitelikli bir aksesuar. Üzerinde doğuya özgü desenler taşıyan resmi doc cüppesi var. Venedik doğuya açılan bir liman olarak, çağı için oldukça gizemli sayılan doğunun moda anlayışından da etkileniyor haliyle. Antik Roma'nın büstleri gibi katı bir form sunan portrenin altına iliştirilmiş Kartellino'da IOANNES BELLINVS  yani Giovanni Bellini'nin Latince hali yazıyor. Latincenin modern döneme dek entelektüel dünyayı temsil ettiğine dair de bir kanıt aslında bu kartellino. 



İçine kartellino iliştirilmiş bir diğer eserimiz "Kuzeyin Leonardo'su namıyla maruf, sanat tarihçilerin ve felsefecilerin kalbini güm güm attıran Albrecht Dürer'in Adem ve Havva'sı. Bilindiği gibi gravürün yüksek sanat haline gelmesi Albrecht Dürer'in ustalığından kaynaklanır. Eser cennetten düşmeden bir an önceyi tasvir ediyor. Gravürde teori ve pratik açısından tam bir entelektüel şölen yaşanıyor. Öncelikle Dürer'in peşinde koştuğu ideal Rönesans insanının kadın ve erkek bedeninde izleyiciye sunulması söz konusu. Dürer bu meseleye tahmin edeceğinizden çok daha fazla takıntılıydı ve bu uğurda uzun mesafeler katedip birçok araştırma yapmaktan çekinmiyordu. Hipokrat'tan Galen'e anlata anlata bitiremeyeceğimiz Dört Mizaç teorisine ilişkin sembollerse apayrı bir yazı olacak kadar geniş bir konu. Asıl mevzumuza dönecek olursak Kartellino bu defa bir levha olarak Adem'in elindeki hayat ağacına (üvez) bağlı şekilde duruyor. Kartellino'yu hayat ağacına asmak eserin ölümsüzlüğüne yapılan bir atıf. Nitekim zaman Dürer'i haklı çıkarıyor ki bu fani bu satırları kaleme alıyor. Levhada  Albrecht Dürer noricus fecibat 1504 ifadesini okuyoruz. Bu tabelada kuzeyli kimliği ile övünen, aynı zamanda Latince kullanarak antik kültüre ve Rönesans normlarına hakim olduğu mesajını veren bir adam görüyoruz. Doğrusu bu meydan okuma son derece yerinde...Zira ressam, bilim insanı, gravör, kuyumcu ve simyacı olarak etkileyici uzmanlıkları olan Dürer'in ideal Rönesans insanı olmadığını kim iddia edebilir ki? 



 
Kartellino'ların modern zamanlarda buharlaşıp uçtuğunu düşünüyorsanız, bu düşünceye Meksika'nın devasa cüsseli, Komünist ressamı Diego Rivera örneğiyle veda etmenizi tavsiye ediyorum. Frida Kahlo'nun büyük aşkı, Troçki süikastindeki karanlık karakterlerden biri olan Rivera 1915'te yaptığı Zapatista Manzarası adlı çalışması ile bu meyanda ufkumuza projektör tutuyor. Esere bakınca Kübizm Paris'te doğmuş, doğar doğmaz da Paris'ten koşar adınm çıkıp Meksika'ya varmış gibi bir his uyanıyor insanda. Bütün kübik resimler gibi zaman mefhumunu tuvale aktarmayı hedefleyen Zapatista Manzarası' nda sahibini arayan bir fötr şapka, bir tüfek, ağaç kümeleri dikkat çekiyor. Bir resim daima, bir resimden fazlasıdır. Sağ alt köşede tuvale çivi ilüzyonuyla iliştirilen bir beyaz kağıt görülüyor. Beyaz kağıt, Meksika'ya özgü doygun mavinin üzerinde keskin bir kontrastla bakışı üzerine topluyor. Fakat o da ne kağıt boş. Rivera bilinçli bir tercihle Kartellino'yu boş bırakmış. 1915'te milyonlarca Meksikalı okuma yazma bilmiyor, ülkenin karanlık ve umutsuz dönemlerinden biri yaşanıyor. Hal böyleyken anlatılmak istenen tabloda ve bu son derece yeterli. Kartellino bizzat eserin kendisi diyor kızgın adam Rivera. Haksız mı?