2 Kasım 2025 Pazar

"NEŞET GÜNAL ATÖLYESİ’NDEN BUGÜNE SESSİZ DİYALOGLAR" (Kültür ve Sanat Gazetesi, Ağaçlar Gibi Konuşmak Röportajı)

 Brieflyart Galeri, 'Ağaçlar Gibi Konuşmak' adlı sergiyi sanatseverlerle buluşturdu. Serginin küratörü Aslı Bora ile serginin teması, sanatçıların eserleri ve serginin izleyiciyle buluşturduğu duygusal bağ üzerine konuştuk. 

 Söyleşi: Serpil Boydak

Brieflyart Galeri, yeni sezonda köklü bir sanat geleneğini bugünün izleyicisiyle buluşturuyor. Sanat tarihçisi Aslı Bora küratörlüğünde hazırlanan “Ağaçlar Gibi Konuşmak” sergisi, İstanbul Devlet Güzel Sanatlar Akademisi’nin köklü geleneğini ve Neşet Günal Atölyesi’nden yetişen sanatçıların üretimlerini bir araya getiriyor. Neş’e Erdok, Hüsnü Koldaş, Kemal İskender, Nedret Sekban, Resul Aytemür ve Ahmet Umur Deniz’in eserlerinden oluşan seçki, aynı atölyeden beslenmiş farklı kuşakların ortak duyarlılıklarını ve özgün yaklaşımlarını görünür kılıyor. Aslı Bora serginin ismini şair Rainer Maria Rilke’nin “Ağaçların arasında yalnız hissetmez insan; onlar hep birlikte ayakta durur,” dizelerinden ilham almış. Sergi, bir arada olmanın hem yükünü hem de ferahlığını sanat aracılığıyla gösteriyor.

Ağaçlar Gibi Konuşmak”, geçmişle bugünü, öğretmenle öğrenciyi; aynı kökten beslenmiş ama farklı yönlere dallanmış bir düşüncenin varlık alanında buluşturuyor. Biz de serginin kavramsal çerçevesini ve bu sessiz diyalogların arkasındaki düşünceyi konuşmak üzere serginin küratörü, sanat tarihçisi Aslı Bora ile bir araya geldik. Aslı hanımla, bu çok katmanlı serginin oluşum sürecini, kavramsal çerçevesini ve sanatçıların iş birliğini konuştuk.

Aslı hanım, “Ağaçlar Gibi Konuşmak” sergisinin temel çıkış noktası neydi? Rilke’nin dizeleriyle sergi arasında nasıl bir bağ kurdunuz?
“Ağaçlar Gibi Konuşmak” bir varoluş biçiminin yeniden hatırlanışı olarak kurgulandı. Rilke’nin “Ağaçların arasında yalnız hissetmez insan; onlar hep birlikte ayakta durur” dizesi, serginin poetik ve düşünsel eksenini kuran bir tür ontolojik zemin sundu. Bu dizelerdeki birlikte var olma fikri, serginin de temelini oluşturan sessiz dayanışma, aynı mekânda yetişmekten doğan “olağan bağ ve kök salmanın” metaforik gücüyle buluştu.

Akademi’nin koridorlarında birikmiş deneyimlerin, kuşaklar boyunca solunan aynı yaratıcı atmosferin bugün hâlâ nasıl devindiğini, birbirine görünmeden de olsa aktarılan üretim biçimlerini en iyi ifade eden imge ağaçtı. “Ağaçlar gibi konuşmak”, sözcüklerin ötesinde bir varlık iletişimini, yani insanın dünyayla kurduğu sessiz ama derin diyaloğu ima ediyor. Bu bağlamda sergide yer alan sanatçıların işleri, bireysel seslerin ötesine geçerek kolektif bir hafızanın farklı yankılarını oluşturuyor; her biri kendi köklerinden beslenirken, aynı toprağın ortak anlam katmanlarında buluşuyor.

Kaynak: Kültür Sanat Gazetesi Ağaçlar Gibi Konuşmak

Farklı kuşaklardan altı sanatçıyı aynı çatı altında bir araya getirmek kolay bir iş değil. Bu sanatçıları nasıl belirlediniz?
“Ağaçlar Gibi Konuşmak”ın sanatçı seçkisi, tematik bir küratöryel tercihten çok, bir düşünme biçiminin izini sürme çabası olarak okunabilir. Bu altı sanatçıyı bir araya getirmek, aynı ormanın farklı çağlarda yeşermiş ağaçlarını yan yana getirmek gibiydi. Neş’e Erdok’tan Ahmet Umur Deniz’e uzanan çizgi, yalnızca bir kuşaklar dizisi değil, aynı zamanda resimle düşünmenin evrimini görünür kılan bir süreklilik alanını temsil ediyor. Hepsi Akademi’nin aynı damarından, Neşet Günal Atölyesi’nin biçimsel ve düşünsel mirasından beslenmiş, fakat zamanla kendi imgelerini, kendi biçimlerini yaratmış isimler.
Gombrich’in de belirttiği gibi, sanat tarihi bir kopuşlar zinciri değil, “devam eden diyaloglar”ın tarihidir. Bu sanatçılar da o diyaloğun farklı tonlarını temsil ediyorlar. Biri biçimle, diğeri ışıkla, bir başkası yüzeyin dokusuyla konuşuyor ama özünde hepsi aynı kökten gelen bir görsel dilin yansımalarını taşıyor.

“Belleğin Bugüne Yolculuğu”


Basın bülteninde serginin, Neşet Günal Atölyesi ve İstanbul Devlet Güzel Sanatlar Akademisi’nin belleğini bugüne taşıdığı ifade ediliyor. Bunu biraz açabilir misiniz?
Seçkinin kuşaklararası tavrını belirleyen en esaslı unsur, Neşet Günal atölyesinden geçmiş olmanın taşıdığı ortak bilinçtir. Her biri farklı tarihsel uğraklarda, farklı toplumsal koşullar içinde üretim yapmış olsa da, Günal’ın öğrencilerine aktardığı özde hep insan vardır. Bu “insan”, salt bir figür değil, varlığın ağırlığını taşıyan, dünyadaki yerini sorgulayan etik bir varoluş kipidir. Neşet Günal için figür, görünen bir biçim değil, anlamın yoğunlaştığı bir varlık alanıdır. O, bedeni yüzeyde duran bir unsur olarak değerlendirmek yerine dünyanın çelişkilerini ve direncini içinde taşıyan bir imge olarak kavrar. Onun atölyesinde figür, insanın yalnızlığını değil, aynı zamanda dayanma gücünü, varoluşun etik sorumluluğunu da ifade eder. Bu düşünce hattı, atölyesinden yetişen kuşaklarda farklı estetik yönelimlerle yeniden biçimlenmiştir. Neş’e Erdok, toplumsal gerçekçi geleneği figürün psikolojik derinliğine taşıyarak insanın çıplak varoluş hâlini doğrudan bir yüzleşmeye dönüştürür. Nedret Sekban, mekân ile beden arasındaki geçirgenlikte, insanın doğayla kurduğu ontolojik bağı araştırır. Hüsnü Koldaş, figürü simgesel bir dile dönüştürerek insanın içsel çatışmalarını plastik bir soyutlama içinde yeniden kurar. Kemal İskender, düşünsel bir resim anlayışıyla biçim ile kavram arasındaki ilişkiyi felsefi bir zeminde tartışmaya açar. Resul Aytemur, geçmişle şimdi arasında bir görsel arkeoloji kurar. Ahmet Umur Deniz ise figürün iç dünyasını da gözeterek, insanın hem maddi hem imgesel varlığını sorgulayan bir anlatım dili geliştirir.

Bu nedenle sergideki bağ, bir biçimsel yakınlık yerine, düşünsel bir süreklilikte aranmalı. “Ağaçlar Gibi Konuşmak”, yalnızca geçmişle bugünü değil, öğretmenle öğrenciyi, aynı kökten beslenmiş ama farklı yönlere dallanmış bir düşüncenin varlık alanında buluşturuyor.


Kuşaklar arası sessiz diyaloglardan söz ediyorsunuz. Bu diyalog sizce nasıl kuruluyor? Ve izleyici bu diyaloğun neresinde?
Kuşaklar arası sessiz diyalog, görünür olanla görünmeyen arasında kurulan bir sezgi esasen. Bu diyalog, doğrudan sözcüklerle değil, biçimlerin, renklerin, sessizliklerin ve hafızanın titreşimleriyle aktarılıyor.
Her sanatçı, kendinden önce gelenin bıraktığı izlerle konuşur; ancak bu bir tekrar olarak değil, bir yol gösterme olarak algılanmalıdır. Bu bağlamda yine orman metaforuna başvurabiliriz. Bu izleri tıpkı ormanda bir ağacın rüzgârla hışırdayışının, yanındaki ağacın dalında farklı bir sesle karşılık bulmasına benzetebiliriz.

“Ağaçlar Gibi Konuşmak”ta bu diyalog, ortak bir kökten beslenip farklı yönlere uzanan yaratıcı duyarlıklar arasında kuruluyor. Neşet Günal’ın insana dair ortaya koyduğu birikimin kuşaklar boyunca nasıl yankılandığını görüyoruz.
İzleyici ise bu diyaloğun dışında değil, tam merkezinde. Çünkü diyalog, ancak bir tanıklıkla tamamlanır. İzleyici, bu sessiz konuşmayı duymakla kalmaz, kendi anısı, kendi zamanı, kendi varlık deneyimiyle o sessizliğe yeni anlam aşamaları ekler. Bu yüzden sergi, yalnızca sanatçılar arasında değil, sanatçıyla izleyici arasında da kurulan bir ortak düşünme alanıdır.



Neş’e Erdok, Hüsnü Koldaş, Kemal İskender gibi sanatçılar yıllardır Türk sanatının yapıtaşları arasında. Onlarla bugünün daha genç isimleri arasında nasıl bir görsel ve kavramsal köprü kurdunuz?
“Ağaçlar Gibi Konuşmak” aslında bir köprü kurmaktan çok, o köprünün zemininde duran ortak bir bilinci görünür kılma çabası. Neş’e Erdok, Hüsnü Koldaş, Kemal İskender gibi sanatçılar, figürün ötesinde insanı düşünen, resimle varlık üzerine konuşan bir kuşağın temsilcileri. Onların ürettikleri, biçimsel değil düşünsel bir sürekliliğin halkaları. Neşet Günal’dan itibaren figür, görünene dair bir temsil olmaktan çıkar; insanın sosyolojik ve varoluşsal boyutlarını taşıyan bir fenomen hâline gelir. Bu düşünce, yıllar içinde biçim değiştirerek farklı sorgulama alanları açmıştır. Sergi, bu dönüşümün izlerini bir dualite üzerinden değil, içsel bir hareket üzerinden kuruyor. Burada geçmiş, bugüne aktarılan bir kalıntı yerine kendi potansiyelini hâlâ içinde taşıyan canlı bir düşünce olarak var. Genç kuşak sanatçılar bu potansiyeli yeniden harekete geçiriyorlar. Bu bağlamda kimi resimsel sessizliği yeni bir direnç alanına dönüştürüyor, kimi insana ilişkin sorgulamayı mekân ya da beden üzerinden yeniden tanımlıyor.

Dolayısıyla “Ağaçlar Gibi Konuşmak” bir temsil zincirinden çok, düşüncenin kendi sürekliliğini araştırıyor. Her sanatçı, o zincirin başka bir halkasında yer alıyor ama aynı kök sistemine bağlı kalıyor. Geçmişle bugün arasındaki ilişki burada doğrusal bir izlek sunmuyor. Tam aksine kaotik, dallanan, birbirine dokunan, kimi yerde çatallanan bir düşünce hareketi gibi iç içe geçmiş bir yapı. Bu yüzden sergi, ustalarla gençleri yan yana getirmekten öte, onların aynı sessiz düşünme alanında buluştuğu bir zemini işaret ediyor.

“Bireyselden Toplumsala: Ortak Hafıza”

Sergide yalnızca bireysel anlatılar değil, toplumsal hafıza da ön planda. Bu yönüyle sergi günümüz izleyicisine ne söylüyor?
Sergi, bireysel anlatıların toplamı olmaktan çok, ortak bir anımsama biçimi öneriyor. Her bir iş, kişisel olanın içinden toplumsal olana sızıyor. Bu sayede izleyici, kendi hafızasıyla yüzleşmeye davet ediliyor. “Ağaçlar Gibi Konuşmak” bugünün hız ve unutma çağında, hatırlamanın hâlâ değerli olduğunu alçak sesle söylüyor. Bu söylemin sessiz ama ısrarlı bir biçimde olduğunu vurgulamak isterim.

Sergi metninde eserlerin kendi “ritmi” olan bir ortam yarattığı belirtiliyor. Bu ritmi oluştururken mekânsal yerleştirmede nasıl bir yol izlediniz?
Mekânsal yerleştirmeyi, görsel bir diyalektiğin dışında ele aldık. Brieflyart, böyle bir kurgu için oldukça uygun bir alan.
Her işin kendi iç zamanı, kendi sessiz nabzı vardı; amaç bunları bastırmadan bir aradalık içinde duyulur kılmaktı. Mekân, bu farklı ritimlerin birbirine temas ettiği, bazen uyumlu bazen gerilimli karşılaşmaların alanına dönüştü. İzleyici bir işten diğerine geçerken, aslında resimlerin değil, düşüncelerin temposunu takip ediyor. Böylece sergi, bir anlatıdan çok, zamanın farklı biçimlerde aktığı bir varlık alanı kuruyor. Brieflyart’ın dokusu bu kurguya çok uygundu.

Her sanatçının işinin sergideki genel atmosferde farklı bir “ağaç” gibi durduğu söylenebilir mi? Kendi alanını açıyor, ama bir ormanın parçası olarak da yaşıyor. Bu metaforu biraz anlatır mısınız?
Bu metafor, serginin temel düşünsel ekseninin bir özeti. Her sanatçının işi kendi kökleri, gövdesi ve dallarıyla bağımsız bir “ağaç” gibi duruyor. Öyle ki kendi alanını, ışığını, yönünü bulmuş birer ağaç bunlar. Fakat bu bireysellik aynı zamanda bir bütünün parçası olmayı da dışlamıyor. Sergiye baktığımızda, her bir işin kendi biçimsel ve kavramsal dilini korurken, diğer işlerle olağan bir ilişki halinde olduğunu hissediyoruz. Bu, ormanda tek başına büyüyen bir ağacın aslında diğerlerinin nefesinden, gölgesinden, toprağından beslenmesi gibi.
“Ağaçlar Gibi Konuşmak” ifadesi tam da bu dengeyi, bireysel köklenme ile kolektif varoluş arasındaki o sessiz diyaloğu, anlatıyor. Her sanatçı kendi toprağını açıyor, kendi imgesini büyütüyor; ama aynı zamanda yanındakiyle, geçmişle ve gelecekle de konuşuyor.




Küratörlük ve Kişisel Tanıklık”

Bu sergi sizin küratöryel pratiğiniz içinde nasıl bir yerde duruyor? Daha önceki projelerinizle karşılaştırıldığında ne gibi farklılıklar var?
“Ağaçlar Gibi Konuşmak” üzerine çalışmanın küratörlük pratiğini aşan bir yönü vardı. Bir sanat tarihçisi olmanın ağırlığı bu çalışmada çok daha baskındı. Akademi’nin yetiştirdiği, aynı atölyenin değişik jenerasyonları ile yola çıkmak, Türk resminin sayfalarında dolaşmak gibiydi. Dahası ben de aynı koridorlarda geçmiş, aynı okulda eğitim almış bir sanat tarihçisiyim, projeyi hazırlarken bu ekibin bir devamı olduğumun farkına vardım. Aynı bütünün zamana yayılmış parçaları gibiydik ve bir anlamda ben de bu sessiz diyaloğun sergideki son halkasıydım. Dolayısıyla sadece bir küratör olmak seçkiye bakışımı sınırlandırabilirdi. Oysa aynı geleneğin içinden gelen bir sanat tarihçisi olarak, anlatıyı kurarken tarihsel doğrulukla kişisel tanıklık arasında sürekli bir denge kurmam gerekti. Böylece her bir sanatçıyla kurduğum diyalog, aynı zamanda geçmişle, akademiyle ve mirasla kurulmuş bir konuşmaya dönüştü. Dolayısıyla bu sergide hissettiğim şey bir “parçası olma” hâlinden ziyade, o parçayı doğru biçimde anlatma sorumluluğuydu. “Ağaçlar Gibi Konuşmak” benim için bir sergi olmanın ötesinde, kendi köklerimle de buluştuğum; sanat tarihçisi olmanın mesafesini korurken aynı zamanda o belleğe içerden tanıklık etmenin gerekliliğini hissettiğim bir çalışma oldu.

Bugün, özellikle gençler sanatçılar için bu tür kuşaklar arası buluşmalar neden önemli?
Kuşaklar arası buluşmaların önemi, sanatta sürekliliğin ve dönüşümün aynı zeminde var olabildiğini göstermesindedir. Hiçbir sanatçı “boşlukta” üretim yapmaz; her ifade biçimi, geçmişin görme ve düşünme biçimlerinden beslenir. Sanat tarihçisi Michael Baxandall’ın tanımıyla, sanatın dili yalnızca bireysel yaratıcılıkla değil, dönemin gözünün (yani kültürel, toplumsal ve zihinsel koşulların) belirlediği algı yapısıyla da ilişkilidir.
Bu açıdan bakıldığında, kuşaklar arası karşılaşmalar genç sanatçılara yalnızca biçimsel bir miras değil, görsel düşünmenin tarihsel boyutunu kavrama olanağı sunar. “Ağaçlar Gibi Konuşmak” sergisi bu anlamda bir aktarım aracı olarak konumlanabilir. Her sanatçının kendi sessiz dili, diğerinin düşünme biçimiyle temas hâline gelir. Burada amaç geçmişi yeniden üretmek değil, görsel geleneklerin nasıl dönüştüğünü anlayarak bugüne ilişkin bir bakış açısı geliştirmektir. Çünkü sanatta gerçek yenilik, kendisini öncekilerle kurduğu bilinçli ilişki üzerinden var eder. Bu nedenle farklı kuşakların birlikte ürettiği her sergi, aslında bir tür görsel müzakere alanıdır.


İzleyicide Kalan Sessiz Diyalog”

Son olarak, bu sergiden ayrılan bir izleyicinin zihninde veya duygusunda ne kalmasını istersiniz?
“Ağaçlar Gibi Konuşmak” bir sonuç değil, bir düşünme alanı olarak tasarlandı. Her iş, sessiz bir biçimde başka bir işe temas ederken, izleyici de bu temasın parçası hâline gelsin istedik. Sergiden çıkan birinin aklında, biçimsel ya da tematik bir bütünlükten çok, kendi hazır bulunuşluğu dahilinde bir oluş hali kalmalı. Yönlendirilmeden, uzun uzun metinler okumadan, kuşaklar arası sessiz diyaloğa saf bir kişisel deneyim alanı olarak bakılmalı. Bir sanat tarihçisi olarak öncelikle yönlendirici metinlere kapılmadan izleyici ve eserin ilk karşılaşma anının belirleyici olduğuna inanıyorum. Geri kalan bütün her şey bu anın üzerine inşa ediliyor. O nedenle herkes sessizliğin sesini kendi belleğindeki notalarla duymaya çalışmalı.

7 Ekim’de açılan “Ağaçlar Gibi Konuşmak” sergisinin, 16 Kasım’a kadar Brieflyart’ta ziyaret edebileceğini de hatırlatalım okuyucularımıza ve bize zaman ayırdığınız için de çok teşekkürler Aslı Hanım.
Ben de teşekkür ederim. 
















25 Ekim 2025 Cumartesi

AĞAÇLAR GİBİ KONUŞMAK (Gazete Pencere Röportajı)

Aslı Bora: “Sanatçılar, ağaçların kökleri gibi birbirine görünmez bağlarla bağlı”




Küratör Aslı Bora, Neşet Günal Atölyesi’nden yetişen sanatçıları bir araya getiren “Ağaçlar Gibi Konuşmak” sergisi “Çağın gürültüsüne karşı sessiz bir tefekkür alanı açıyor; duymanın, paylaşmanın ve birlikte var olmanın izini sürüyor." diye anlatıyor.

Gümüşsuyu’ndaki Brieflyart Galeri’de açılan “Ağaçlar Gibi Konuşmak” sergisi, farklı kuşaklardan altı sanatçıyı buluşturuyor. Sergi, 16 Kasım’a kadar ziyaretçilerini ağırlayacak. Altı sanatçının eserleri, bir ormandaki ağaçlar gibi birbirine değmeden, ama birbirini tamamlayarak duruyor. Gazete Pencere olarak sergiyi küratörü Aslı Bora ile konuştuk ve merak ettiklerimizi sorduk.

Serginin çıkış noktası Rilke’nin “Ağaçların arasında yalnız hissetmez insan; onlar hep birlikte ayakta durur” dizeleri. Bu dize sizde nasıl bir çağrışım yarattı ve serginin kavramsal ekseni nasıl bu fikir etrafında şekillendi?

Rilke’nin “Ağaçların arasında yalnız hissetmez insan; onlar hep birlikte ayakta durur”dizesi bana, tabiata içkin düzeni ve sessiz bir uyumu hatırlatıyor. “Ağaçlar Gibi Konuşmak” bu anlamda duygusal bir birliktelikten çok, formların ve düşüncelerin sürekliliğine işaret ediyor.

Sanat bir devamlılık halidir. Her yeni ifade, geçmişin tortusunu taşır, bazen farkında olmadan onlara yanıt verir. Ağaçların kökleri nasıl toprağın altında birbirine görünmeden dokunuyorsa, sanatçılar da zamanın içinde görünmez bağlarla birbirine bağlıdır. Akademi’nin içinde biriken sessiz bilgi, atölyelerin havasına sinmiş bir deneyim olarak bugünün sanatçılarında başka biçimlerde yaşamaya devam eder.

Bu sergi, o sessiz sürekliliği hatırlatıyor. “Ağaçlar gibi konuşmak”, sözcüklerin ötesinde, biçim ve varlık yoluyla iletişim kurmanın bir biçimi. Sanat burada anlatıdan çok ilişkisel bir düşünceye dönüşüyor; görünür olanın ardında, paylaşılan bir sessizliğin, ortak bir sezginin varlığını duyumsatıyor.

Kemal İskender

“Ağaçlar Gibi Konuşmak”, aynı atölyeden yetişmiş ama farklı dönemlerde üretim yapan Neş’e Erdok, Hüsnü Koldaş, Kemal İskender, Nedret Sekban, Resul Aytemur ve Ahmet Umur Deniz’i bir araya getiriyor. Bu kuşaklar arası buluşmada sizi en çok etkileyen ortak duyarlılık ne oldu?

Bu buluşmada öne çıkan ortak duyarlılık, Neşet Günal atölyesinden gelen o derin varlık bilinci. Günal, figürü salt bir form değil, insanın dünyayla kurduğu etik ilişkinin taşıyıcısı olarak görüyordu. Onun öğrencileri, bu düşünceyi kendi form anlayışları dahilinde yeniden yapılandırdılar: Neş’e Erdok’ta insanın çıplak hakikati; Nedret Sekban’da doğayla kurulan tensel ilişki; Hüsnü Koldaş ve Kemal İskender’de simgesel düşünme; Resul Aytemur ve Ahmet Umur Deniz’de ise zaman ve belleğin içe çöken ağırlığı.

“Ağaçlar Gibi Konuşmak” da bu meyanda salt bir ekol sergisi olmanın dışında bir ontolojik mirasın ifadesi olarak okunabilir. Sanatçılar arasında biçimsel bir benzerlikten çok, insan varoluşuna dair aynı sorunun farklı biçimlerde yankı bulduğunu görüyoruz, insan nasıl temsil edilir değil, insan dünyada nasıl var olur?

Neşet Günal Atölyesi, yalnızca bir eğitim mekânı değil; bir “ortak beyin” olarak tanımlanıyor. Sizce bu ortak düşünme biçimi, bugünün sanat dünyasında nasıl bir anlam taşıyor?

Neşet Günal Atölyesi’nin “ortak beyin” olarak tanımlanması, temelde bir öğretim biçiminden çok, bir düşünme geleneğine işaret eder. Bourdieu’nun alan ve habitus kavramlarıyla ilişkilendirdiğimizde, bu atölye, sanatçının yalnızca teknik becerilerini değil, dünyayla kurduğu etik ve estetik ilişkiyi şekillendiren kültürel bir alt yapı teşkil etmiştir. Günal’ın figürü biçim olarak değil, varoluşsal bir sorgulama alanı olarak ele alması, yetiştirdiği öğrencilerinin sanat anlayışına da sirayet etmiş, böylece atölye, kuşaklar arasında paylaşılan bir “epistemolojik hafıza” yaratmıştır.

Bugünün sanat dünyasında bu ortak düşünme biçimi, bireyselleşmiş ve piyasalaşmış sanat ortamında nadir rastlanan bir karşı duruş gibi yorumlanabilir. “Ortak beyin”, sanatçının kimliğini yalnız üretim üzerinden değil, düşünsel bir süreklilik içinde konumlandırır; geçmişle bağını koparmadan, çağdaş sorunlara eleştirel ve etik bir zeminden yaklaşma olanağı sunar. Günal Atölyesi bugün hâlâ, sanatın sadece biçimi değil, düşünce üretimini de önceleyen yaklaşımını temsil eden bir damardır.

Sergideki sanatçılar, kendi üsluplarıyla farklı alanlara yönelmiş olsa da, görünmez bir bağla birbirlerine tutunuyorlar. Bu sessiz diyalogları küratöryel olarak nasıl kurdunuz?

Bu sergideki sanatçıları bir araya getiren şey, ortak bir biçim anlayışından ziyade her birinin, sessizlik, dayanışma ve bir aradalık üzerine kendi düşünme biçimlerini geliştirmiş olmaları. Bu kavramları temsil etmekten çok, onların çevresinde dolaşmayı, onlarla birlikte düşünmeyi tercih ettim.
Sessizlik burada bir eksiklik ya da suskunluk gibi yorumladığım kavramlar olmadı. Aksine sessizliği anlamın yeniden biçimlenebileceği bir alan olarak ele almayı tercih ettim.
“Ağaçlar Gibi Konuşmak”, bu dengenin içinde bir bütün olarak kurgulandı. Sergi, izleyiciye açıklanacak bir kavramlar bütünü olmak yerine içinde dolaşıldıkça hissedilebilen bir ilişki ağı sunuyor.

                                               Nedret Sekban 

Sergideki işler, tıpkı bir ormandaki ışık geçişleri gibi birbirine alan açıyor. Bu ritmik düzeni kurarken mekânın rolü neydi? Brieflyart’ın atmosferi bu diyaloğu nasıl şekillendirdi?


“Ağaçlar Gibi Konuşmak” başlığı, bu sanatçıların ortak köklerine ve farklı yönlere uzanan dallarına bir gönderme. Neş’e Erdok, Hüsnü Koldaş, Kemal İskender, Nedret Sekban, Resul Aytemur ve Ahmet Umur Deniz, Neşet Günal atölyesinden gelen, gözleme dayalı figür anlayışını kendi özgün dillerine dönüştürmüş isimler. Aynı akademi belleğinden beslenen bu sanatçılar, bugün resimle düşünmenin farklı biçimlerini bir araya getiriyorlar.

Brieflyart’ın bir sergi alanı olarak, bu birlikteliği taşıyan sessiz bir orman gibi işledi. Her şeyden önce galerinin konumu yani Beyoğlu’nun eski atölyelerle, sanat okullarıyla, tiyatrolarla örülü dokusu, sanatçılar arasındaki görünmez bağı günümüze taşıdı. Beyoğlu, uzun yıllar boyunca sanat eğitiminin, atölye kültürünün ve kuşaklar arası aktarımın kalbi oldu, ki hala da öyledir. Ancak Ağaçlar Gibi Konuşmak seçkisindeki sanatçılar için Beyoğlu nostaljik bir düş değil, bir varoluş sahnesi. Bu seçki de o varoluş sürekliliğinin günümüzdeki uzantısı.

Brieflyart, yalnızca eserleri sergileyen bir alan değil, aynı zamanda farklı dönemlerin sanatçılarını ortak bir düşünme düzleminde buluşturan bir platform. Bu anlamda galeri, sessiz bir arabulucu gibi çalıştı diyebiliriz. Ustalarla genç kuşak arasında bir köprü kurarak, resmin geçmişle bugünü arasında organik bir geçiş sağladı.
Neticede “Ağaçlar Gibi Konuşmak” bir hafıza alanı , akademinin köklerinden Beyoğlu’nun çağdaş sanat damarına uzanan bir sürekliliğin ifadesi olarak yerini buldu.

                                       Neş'e Erdok

“Ağaçlar Gibi Konuşmak”ın izleyiciye yalnızca bakmayı değil, duymayı ve dinlemeyi de hatırlattığını söylüyorsunuz. Sizce bu sergi izleyicide nasıl bir farkındalık bırakacak?

Ağaçlar Gibi Konuşmak izleyiciye yalnızca görsel bir deneyim sunmuyor, aynı zamanda duyma, dinleme ve hissedebilme biçimlerimizi yeniden düşünmeye çağırıyor. Bu sergi, çağın hızına karşı bir tefekkür alanı açıyor; dikkatin, sessizliğin ve varoluşun özüne dair bir farkındalık öneriyor. İzleyiciyi durmaya, dünyayı yalnızca gözle değil, duyumsayarak kavramaya davet ediyor. Buradaki işler, gürültüyle değil sükûnetle konuşmanın, görünür olanın ardında süren başka bir varlık hâlinin izini sürüyor. Bu meyanda sergi, birlikte var olmanın, temasın ve sessiz bilginin imkânını sorgulayan bir düşünsel zemine dönüşüyor.

Sanatçılar, yüzeyin ötesine geçerek birbirine görünmez bir bağ kuruyorlar, tıpkı ormanın derinliklerinde birbirini hisseden kökler misali. Ağaçlar Gibi Konuşmak konuşmanın değil dinlemenin, hükmetmenin değil paylaşmanın, temsilden çok sezginin ortaklığını vurguluyor. Dijital çağın hızında bu sergi bir yavaşlama pratiği, varlığın özüne dönük, keskin bir tavır. Belki de asıl mesele, dünyanın yalnızca sesini değil, sessizliğin içindeki anlamı duymayı öğrenmek.

Son olarak, bu sergiyi hazırlarken sizi en çok duygulandıran ya da dönüştüren an ne oldu?

Akademi’nin koridorlarından Beyoğlu’na, oradan da kendi ifade alanlarına uzanan bir bütünlüğün parçası bu sanatçılar. Türk resmi için farklı sayfaları temsil ediyorlar. Beyoğlu’nda yaşamış ve Akademi’nin dönüştüğü Mimar Sinan’da yetişmiş bir sanat tarihçi olarak, her şeyden önce bu seçki üzerinde çalışırken ortak hafızanın bir parçası olmanın konforunu ve sıcaklığını yaşadım. Akademik bir ciddiyetle yaklaşsanız dahi, böyle bir çalışmada kişisel tanıklık, küratöryel pratiğin üzerinde bir sorumlulukla hareket etmenizi gerektiriyor.

Burada sanat tarihçi olmanın ağırlığı, her sanatçıyla kurduğum diyaloğu daha fazla derinleştirdi. Belki de beni en çok dönüştüren şey buydu, bir zamanın tanığı değil, o zamanın devamı olduğumun farkına vardım.




21 Eylül 2025 Pazar

Her Çağın Çocuğu: Polyksena

Büyük yazar Tolstoy bütün muhteşem hikayelerin iki şekilde başladığından dem vurur. Üstadımızın dediğine göre ya bir yola çıkılır yahut şehre bir yabancı gelir. Troya'nın trajik düşüşünde bu iki unsur da en afili biçimiyle yer alır. Şüphesiz Tolstoy, Troya'nın epik anlatısını hepimizden daha iyi biliyordu ve belki de ona nispetle bu mükemmel cümleyi kurmuştu. İşte şimdi ben de Troya'dan yeni bir hikaye anlatmaya geldim. Bu defa Homeros'un İlyada'sı değil rehberim. Zira malumunuz, kör ozan savaşa dair son sözü söylemez.  Homeros'un kudretli dizelerinde Hektor'un dramatik ölümüyle perde kapanır. Oysa yazgı devam etmekte Akhilleus'un sonu da başka bir güzel sebebiyle yaklaşmaktadır. 




Troya Savaşı’nın sonunda büyük bir trajedi yaşanır ve ne yazık ki Troya düşer. 
Akhalar'ın Troya'yı tarih sahnesinden sildiği Troya Savaşı kahramanlıklara, düşmanlıklara, bozgunlara ve aşklara sebep olur. Biz bunların hepsini Homerik anlatılardan takip ederiz. Fakat bir de Homeros'un anlatmadıkları vardır işte Akhilleus'la Polyksena'nın serüveni de böyle başlar. Anlatıya göre  Akhilleus (adı tıp tarihine de geçen kahraman savaşçı Aşil), savaş sırasında Polyksena’ya aşık olur ya da en azından onunla barış nişanesi olarak evlenmeyi ister. Ancak söylenceler çeşitlidir. Bir efsaneye göre bu aşk ya da evlilik planı, Akhilleusun sonunu geitirir. Dilden dile geçen bu hikayede Akhilleus haince bir plana kurban gitmiştir.  Polyksena ile buluşmak için tapınağa çağrılan Akhilleus pusuya düşer ve Paris tarafından öldürülür. Troya'nın başına gelen de böylesi bir hainlik değil midir zaten? 

Heyhat. tarih ve tekerrür...



Gelelim vakanın müteakibine, savaş bitip Akhalar Troya’ya sahip olduklarında, Akhilleus’un hayaleti Troya'da gezinmeye başlar. Akhalar bir kahine başvurur ve ölmüş kahramanın neden hala faniler arasında gezindiği konusunda malumat isterler. Kehanet korkunçtur, hayalet öç almak istemektedir.  Hayaletinin isteği üzerine Polyksena yakalanır ve Akhilleus'un  mezarı başında kurban edilir. Bazı anlatılarda bu infazı Akhilleus ile Deidamia'nın oğlu Neoptolemos'un  genç kızın boğazını keserek gerçekleştirdiği söylenir . Bu sahne, antik tragedyalarda ve Rönesans’tan 19. yüzyıla uzanan sanat eserlerinde sıkça konu edilmiştir.  Polyksena, hem savaşın masum kurbanı hem de trajik kaderin simgesidir.  Efsanelerde Polyksena'nın rolü oldukça muhlaktır. Yem olarak mı kullanılmıştır yoksa gerçekten sevdiği adama tuzak mı kurmuştur bu ikilik arasında sürer gider söylencesi. Oysa bilinen bu genç kızın Troya halkı tarafından çok sevildiği ve kalbinin de bedeni kadar güzel olduğudur. Velhasıl hikâyesi, kadın bedeninin erkek kahramanlık anlatılarında nasıl “kurban” ya da “barışın bedeli” olarak yer almasının somut vir örneği olarak okunur. Sözün özü  Polyksena, Troya Savaşı’nın sonunda “kurban edilerek” yok edilen, ama bu sayede hafızalarda ölümsüzleşen, Priamos’un en küçük kızıdır. Ben bu öyküyü geçtiğimiz günlerde bir arkadaşımın Floransa yolculuğunda bana bağlanmasıyla canlı olarak anlattım. Troya'yı dilime dolamışlığım çoktur ancak Polyksena'dan söz etmişliğim pek yoktur. Hal böyle olunca Pio Fedi'nin Polyksena'nın Kaçırılışı heykelini bu mecraya taşımak farz oldu. 

Pio Fedi’nin 'Polyksena’nın kaçırılışı " heykeli, mermerin nasıl güçlü bir ifadeye dönüşebileceğinin en net görüntüsüdür. Efsaneler diyarından sıyrılıp gelen bu an, heykeltıraşın elinde yalnızca bir mitolojik hikâye değil, insanlığın en eski trajedilerinden birinin sahnesine dönüşür.  Güç ve çaresizlik, baba ve kız, yaşam ve kurban, savaşlar aslında masumların hikayesidir ancak tarih onlardan asla bahsetmez. 



Neoptolemos’un kollarında kıvranan Polyksena’nın bedeni, taşın soğukluğuna rağmen insani bir korku taşır. Saçlarından kavrayan el, yalnızca bir fiziksel zorbalığın değil, kaderin geri dönülmez ağırlığının işaretidir. Aşağıda yere öfkeden çılgına dönen Neoptolemıs'un dizlerinde yakaran Troya kraliçesi Hekabe'yi görürüz. Polyksena'nın annesi çaresizce yalvarmaktadır. Heykel grubunda en altta bir de genç erkek yer alır. Bu da yine Hekabe'nin oğlu olan Polites'tir. Ne yazık ki Neoptolemos onu da öldürmüştür fakat bu başka bir yazının konusu olacak kadar uzun bir mevzudur.  

Konumuzu dağıtmadan bahsimize devam edersek, heykel spiral bir hareketle göğe yükselirken izleyiciyi de içine çeker. sanki mitolojik sahneyle birlikte biz de o dönme hareketine kapılır, insanlık tarihinin sonsuz trajedisini yeniden yaşarız. 


Fedi’nin bu eseri, Loggia’da yer alan antik kahramanlık temaları arasındaki tek modern (19. yüzyıl) yorumdur. E  Floransa’ya yakışan bir meydan okuma da böyle olabilirdi. Michelangelo’nun dinamizmi ile Bernini’nin teatral jestlerini birleştiren sanatçı bize şöyle seslenir:
 Her çağ, kendi Polyksena’sını yaratır ve her iktidar, kendi kurbanını seçer. 21. yüzyılın ilk çeyreğini geride bırakırken , biz faniler aksini iddia edebilir miyiz? 

Sanatçı, taşın sessizliğinü sözcüklere dönüştürür; direnen bir beden, boyun eğdiren bir güç ve arada kaybolan masumiyet. Bu yüzden Polyksena, yalnızca Troya’nın değil, her çağın çocuğudur. Ve biz, mermerin bu soğuk yüzünde kendi zamanımızın sıcak acılarını okumaya davet ediliriz. Euripides’in Hekabe’de söykediği gibi, “İnsanın en ağır yazgısı, suçsuzken kurban olmaktır.”

19 Ağustos 2025 Salı

Gündelik Mucizeler'e Davetlisiniz

 Hayatın sıradanlığında saklı kalan mucizeler vardır, çoğu kez fark edilmeyen, ama bakışlarımızı çevirdiğimizde sessizce parlayan. Küratörlüğünü gerçekleştirdiğim “Gündelik Mucizeler” başlıklı sergi Nişantaşı Taş Konak’ta, Kalyon Kültür'de.  Ayla Turan, Gülveli Kaya, Muhammet Bakır, Ecem Dilan Köse, Saghar Daieri, Mr. Hure, Seydi Murat Koç, Ebru Kocaer, Erhan Lanpir ve Zeynep Abacı’nın işlerinden oluşan seçki, izleyiciyi bu görünmez anlara kulak vermeye, bakışlarımızı olağanın detaylarına odaklamaya çağırıyor. 



Bir şehrin belleği, zamanı yekpare bir anlatıya dönüştürür. İstanbul’un çok katmanlı hikâyesi içinde Nişantaşı’ndaki Taş Konak, hem geçmişten taşıdığı izlerle hem de bugüne açtığı pencerelerle dikkat çekici bir duraktır. Bu kez mekân, on bağımsız sanatçının işleriyle buluşarak yeni bir düşünme alanı açıyor. “Gündelik Mucizeler” sergisi, doğadan ve gündelik hayatın çoğu zaman göz ardı edilen inceliklerinden beslenerek izleyiciye farklı bir bakış öneriyor.

Bu karşılaşma, Hannah Arendt’in “Dünyaya bırakılmışlık hâlimiz, başkalarıyla birlikte var olmaya mecbur oluşumuzdur” sözünü hatırlatıyor. Sanatçılar, kendi üretimlerini Taş Konak’ın geçmişten bugüne taşıdığı izlerle yan yana getirerek kolektif bir bütünlük kuruyor. Sergi, farkında olmadan paylaşılan her anın hayata kattığı değer üzerine yeniden düşünmeye çağırıyor.

“Gündelik Mucizeler” 'de olağanüstü, büyük bir doruk anında ya da gösteride değil, bir nesnenin bekleyişinde, bir rengin geri çekilişinde, bir biçimin suskunluğunda gizleniyor. Yalnızca dikkatle bakıldığında açığa çıkan küçük titreşimler, gündeliğin içindeki mucizeyi işaret ediyor. Çünkü asıl dönüşüm, çoğu zaman fark edilmeyen anlarda saklıdır.

Sergideki işler, bu düşünce etrafında farklı yönlere açılıyor: Kimisi belleğin katmanlarını kazıyor, kimisi doğanın iyileştirici gücünü görünür kılıyor; kimisi sessizliğin içsel yankılarını araştırıyor, kimisi gündeliğin kaosu içinde yeni olasılıkların izini sürüyor. Her sanatçı, kendi diliyle, sıradan görünenin içinde olağanüstüyü işaret ediyor.

Nihayetinde  “Gündelik Mucizeler”, büyük anlatıların ötesine geçerek, hayatın akışı içinde saklı kalan küçük mucizelere kulak vermeye davet ediyor. İzleyiciye hem küçük titreşimlerin sihrini hem de ortak bir ana dahil olmanın mucizevi yanlarını hatırlatıyor.


Gündelik Mucizeler 17 Ekim'e kadar Nişantaşı Kalyon Kültür'de görülebilir. 


5 Haziran 2025 Perşembe

Semper Augustus: Güzelliğin En Pahalı Yalanı

 Başlığım size çok provokatif geldiyse, kemerlerinizi bağlayın. Gideceğimiz yer, tüccarların tanrılardan daha çok konuştuğu bir çağ: Hollanda’nın Altın Çağı. Lakin altından ziyade, damar damar renklenmiş, biçare bir çiçek var elimizde. Adı Semper Augustus olan bu çiçek ,güzelliği hastalıktan doğmuş bir kraliçe.  Onunla birlikte yıkılan evlere, dağılan ocaklara, sessiz sedasız çekilmiş tetiklere rastlayabilirsiniz bu anlatıda. Eğer şu an bu satırları okuyorsanız, kader size küçük bir oyun oynamış olabilir. Fakat meraklanmayın, bu sadece bir lale hikâyesi değil. Bu, bir arzunun erişilmezliğini, bilimin yüceliğini, hayatın geçiciliğini anlatan bir ahlak alegorisi. Tıpkı Semper Augustus'u betimleyen ressamların verdiği mesaj gibi. 




O vakit, sıradan bir natürmort gibi görünse de bir çağın portresi olan ve Haarlem ekolünün titiz fırçası Hans Gillisz Bollongier'in "Semper Augustus'lu Naturmort" isimli eserine kısaca bakalım. 1630'ların ikinci yarısında yapılan bu tablo bir çağın ruhunu resmediyor biz şimdiki zaman fanilerine. Bollongier fırçasını Lale Çılgınlığı denilen, tarihin ilk ekonomik spekülasyon devrinde eline almış ve merkezinde devasa bir Semper Augustus olan bu efsanevi tabloyu yapmış. 17. yüzyıl natürmortlarla evini süslemek isteyen  "burger"lerin, yani yeni zengin olmakta olan,  lükslerini isteyen, ileride kendilerine burjuva diyeceğimiz kesimin ortaya çıktığı bir dönem. Dolayısıyla Hollanda Altın Çağı bu değerli yarı değerli ve faniliğin temsilcisi resimlerin sanat tarihinde zirvede olduğu bir devri işaret ediyor.

Gözünüz tam merkezde bütün çiçeklerden daha büyük resmedilmiş, sümbüller, kırmızı laleler, papatya ve karanfillerle çevrili Semper Augustus'u anında yakalıyor. Yüksekte ve damarlı yapraklarıyla oldukça farklı.  Değişik mevsimlerin çiçekleri hastalıklı Semper Augustus'u yüceltmek için etrafını sarmış.  Ressam burada Semper Augustus'un "Daima yüce" olan anlamına bir gönderme yapıyor kanımca. Dahası diğer çiçeklerin yapraklarında solma emareleri gözleniyor. Ah geçici dünya "memento mori", sanatçı tabloya bakan yeni zenginlere "ölümlü olduğunu hatırla" diye fısıldıyor.  Çiçekler dışında salyangoz da faniliğimizi yüzümüze vuruyor ve tabi ki yeniden doğuşu. Lakin yeniden doğuş kutsal kişilere özgüdür. Buradaki metafor doğrudan Hz. İsa'yı bağlar. Lütfen üzerinize alınmayın. Öte yandan ressamın ustalığını vurgulamasının bir yolu kabuklu canlılar ve deniz kabukları. Bu bilgi de ileride müze gezerken emin olun beni anımsamanızı sağlar.

Bollongier'in tablosunu yeterince anlattığımıza göre Semper Augustus'a gelebiliriz.  Her şey Flaman asıllı diplomat O. G. de Busbecq'in, İstanbul Edirne arasında laleleri görüp, Kanuni'den birkaç lale soğanını Avrupa'ya götürme iznini koparmasıyla başlıyor.  Olay çok çetrefilli, artık erkeklerin türbanına taktığı lale sebebiyle çiçeğin adını türban sanarak tulipan olarak adlandırması mı dersiniz, ne hikmetse soğanları alıp kraliyet bahçelerinin başına geçen arkadaşına teslim etmesi mi, Hollanda'nın sembolünün 17. yüzyıla dek ne menem bir şey olduğunu bilmediği lale olarak taltif edilmesini mi? Olaylar, olaylar. 

İşte Semper Augustus, laleyi gören Hollandalıların aklını başından alıyor. İnsanlar isimlerini lale olarak değiştiriyor ("Dr. Tulp" tanıdık geldi mi?), insanlar aile armasını lale yapıyor, soğandan yetişen laleler birer fenomene dönüşüyor ve lale borsası kuruluyor. Borsanın en değerlisi bu Semper Augustus. Gerçeğini gören o dönemde bile çok az insan olan bu çiçek düz beyaz üzerine değişken kırmızı ve pembe desenleriyle nadide bir tür olarak kabul ediliyor. Gerçekte ise bu garibim soğanların o dönemde teşhis edilemeyen bir virüse tutulmuş olması. Velhasıl bunu bilmeyen Flamanlar iki ayrı renk lale soğanlarını birbirlerine bağlıyor, soğanlara boya döküyor, güvercin dışkısı ile değişik yöntemler deneyerek bu iki renkli laleden yetiştirmeye çalışıyorlar. Olmuyor tabi.. Hizmetçilerden, siyasilere bir Semper Augustus uğruna herkes parasından oluyor. İflas ediyor, evsiz kalıyor, mahkemeye düşüyor. İnsanlar çiçekleri değil, çiçek fikrini satın alıyorlar. Henüz açmamış belki de asla açmayacak bir güzellik için servet harcıyorlar. Bilinmeyen bir emtiaya para yatırmanın hazin sonu ilk olarak Hollanda'da ve lale yüzünden gerçekleşiyor. 



Veda Busesi 

Tarihte bazı imgeler vardır ki, kendilerinden çok söylenceleriyle yaşarlar. Semper Augustus'ta böyle bir çiçek. Ne yalnızca bir lale, ne de sadece yüklü bir paranın karşılığı. Daha çok görkemin çürümeden bir adım önceki hali gibi, güzelliğin kendine ihanet ettiği anın kırılgan bir sembolü.


17.  yüzyıl Hollanda'sı için  Altın Çağ, tüccarların tanrılardan daha belirleyici olduğu söylenir. Sanat, bilim, ticaret ve çiçek aynı masada oturur. Amsterdam kanallarından yansıyan ışık Rembrandt'ın penceresinden sızarken, zengin olma hayali kuranların gözünü de lale kamaştırmıştır. 

Rembrandt'ın fırçasıyla hepimizin tanıdığı Dr. Tulp'un özenle hazırlattığı lale kitabının bir kopyası ( orijinali ve yayın hakları Rijks Museum'da ) uzun zamandır kitaplığımda.  Geçen hafta her yıl düzenli olarak Biyoloji Felsefesi alanında çalışan değerli Hocam Doç. Dr. Mustafa Yavuz'la lale söyleşisi yapıyoruz. Kendisine kitabı uzatırken aynı ışıltıyı gözünde yakaladım. İzleyenler benim gözlerimdekini de yakalamıştır.  Semper Augustus kalbimizi çarptırsa da bilim ve sanatla ışıldıyoruz.  Size de güneşin aynasında sanat ve bilimli günler. 



 







19 Şubat 2025 Çarşamba

Kar Dünyanın Sesini Kısabilir Mi?

Gotik penceremden bakınca, bu defa kar dünyanın sesini kısmaya hazırlanıyor diye düşündüm. Uzun zaman önce bilimsel olarak karın ortamdaki sesi yutabildiğine ilişkin bir makale okumuştum. Zihnimde bu konuyla alakalı kalan birkaç bilgi kırıntısıyla ahkam kesecek değilim. Fakat ofisimin baktığı caddede kar, Nişantaşı ahalisine öyle güç anlar yaşatıyor ki duruma kayıtsız da kalamıyorum. Böylece bildiğim bir konudan konuya dahil olmaya karar verdim. Hadi gelin sanat tarihinden minik bir kar seçkisi yapalım. Resim çözümlemeden, ressamların karla olan ilişkisine bir pencere açalım. Ara ara kendimizi kaybedip, biraz bilgi örüntüsü içinde kaybolabiliriz yani ona garanti vermiyorum. Onu baştan söyleyeyim. 


İlk olarak Pieter Brueghel 'in 1565'te yaptığı "Karda Avcılar" tablosuna bakıyoruz.  Ön planda başarısız bir av günü geçiren yorgun avcılar görülüyor. Fakat malum Brueghel ayrıntıda gizlidir.  Arka planda günlük işler yapan köylüler ve buz pateni yapan çocuklar var. Buz pateni Flaman'da bir yerden bir yere gitmek üzere sıkça yapılıyor. Hollanda Altın Çağı sayısız buz pateni resmiyle dolu. İnsanın inanası gelmiyor fakat mecburiyet size buz pateni öğretebilir mi? Pekala öğretir.
Muhteşem peyzajın içinde insanların yaşamından bir kesiti seyrediyoruz. 


Sırada Alman Romantikleri deyince aklınıza gelmesi gereken ilk isim olan  David Friedrich yer alıyor. Lutherci tavır bizi detaylara davet ediyor. Karın şiirselliğinin içinde yaralı bir adam var. Yaralı figür doğaya karşılık neredeyse bir hiç olarak resmedilmiş. Koltuk değnekleri kara saplanmış ve yazgısına hazır. Önünde yer aldığı köknar ağacı kışa dayanıklı ve çarmıha gerilmiş İsa'ya siper olur. Fonda  Gotik bir katedral inanca boyun eğen bu adamın kaderini işaret eder. 
Kar her şeyi kaplamış ve gücünü göstermiştir. Yücelik doğanın kendisidir. Alman idealizmi de bir yerden gelmeliydi değil mi? 


Kar Altında Kömür Çuvalları Taşıyan Kadınlar, Vincent van Gogh 'un imzasını taşıyor. Sanatçının Drenthe 'de geçirdiği zamanın izlerini taşıyor çalışma. İşçi sınıfının zorlu koşullarını gerçekçi bir bakışla ele almış. Depresyonunun arttığı , paletinin karamsarlaştığı bir dönem.  Sanatçının trajik bakış açısının yanında çıplak gerçeğin trajedisi de resimden sızan bir duygu.



Edvard  Munch'ın resimleri her zaman duyguları terörize etmiyor gördüğünüz gibi. İki figür Karda yürüyüşe çıkmış. Ortamda rahatsız edici bir gerginlik seziliyor. Biraz tekinsiz bir kış günü ne dersiniz?  Parlak renkler melankolik havayı azaltmıyor. Aksine karın beyazlığı ile kontrast oluşturup yalnızlığı pekiştiriyor. Çelişkilerle yüklü bir resim. Bu arada siz Much'ın mental sıkıntılarını inatla genetik faktörlere bağlayanlara kulak asmayın. Kendisinin psikolojik sorunları alkol bağımlılığının bir sonucuydu. 


Ruslar olmadan kar seçkisi yapan taş olur. Ivan Shiskin Rusların gurur duyduğu bir sanatçı. Aslen Tatar, Rusya uzaya hakim olmaya çalışırken 1978 yılında  keşfedilen küçük bir gezegene onun adını verir. Bunları niye söylüyorum, şairin dediği gibi "Körler görmese de yıldızlar vardır." Karlı Rus ormanının ihtişamı Shiskin'i yıldız yapmıyor mu sizce de? Sonuçta çılgın kalabalık bilmese de Shiskin sanat tarihinde bir galaksidir. 



Not: Bahsi geçen şair Nazım Hikmet




5 Ocak 2025 Pazar

Mareşal Tito ile Sarajevo'da Karşılaşmalar

Bir türlü baştan sona gezip, girip çıkmadık yer bırakmadığım Bosna-Hersek'i bu mecraya dökemesem de Sarajevo'daki Mareşal Tito'lu anları Insta'ya fısıldamışım. Bu post o uzun anlatıların buraya uzantısı olsun. Sırplar'ın mezarını artık istemediği, bir zamanlar "Halkın Babası" olarak anılan Tito'yu Boşnaklar oldukça seviyor. Duygularını pek göstermeyen bir millet için bunu hissettirmek bilinçli bir tavır.  Esasen Boşnaklar'ın yüzlerinin hiç gülmemesi ve sert mizaçları soğuk havada hiç iyi hissettirmiyor.  Tabi ki bunlar ayrı başlıkların konusu. Velhasıl bu çatık kaşlı insanların Tito'yu hala ayrıcalıklı tutmasına oldukça şaşırdım. İşte bu yazı da böyle ortaya çıktı. 



Bu fotoğraf karesi, Mareşal Tito ile Saraybosna Üniversitesi 'nde karşılaştığımız bir kış gününden. Tito 'nun geçtiğimiz günlerde hem doğum hem de ölüm yıldönümü peş peşeydi. "Yugoslavya'nın çimentosu" Tito'dan sonra malum Balkanlarda kartlar yeniden dağıtıldı. Harita bir kez daha çok kanlı biçimde değişti. Belki takip edenler vardır Tito'nun mezarı eski Yugoslavya'nın ve bugün Sırbistan'ın başkenti olan Belgrad'ta. Fakat Sırplar artık Tito'nun mezarının Belgrad'ta olmasını istemiyorlar. 

Tito aslen Hırvat olduğu için, mezarının da doğum yeri olan Kumrovec'te bulunması gerektiği savıyla hareket ediyorlar.
Haliyle eski Yugoslavya ülkeleri de bu durumun şaşkınlığı içinde. Özellikle Boşnaklar Tito'nun mezarının kesinlikle Belgrad'da kalması konusunda ısrarcı. Bunda Bosna-Hersekliler'in Tito'yu hala saygı ve sevgi ile anmalarının etkisi var.
Ondan bahsederken hala gururlu ve sevgi dolular. Saraybosna'daki en önemli caddelerden birinin adı halen Mareşal Tito. Duygularını bu kadar az belli eden bir millet için bu az buz bir şey değil. 

Belgrad'da herhangi bir caddeye Tito'nun isminin verildiğine şahit olmadım. Yine de ölümünün üzerinden 44 yıl geçtikten sonra mezarı Kumrovec'e taşıma fikri de oldukça tuhaf.
Bu aralar Belgrad'a giderseniz Tito'ya uğrayın bari o kadar anlattık. Sonra da Tesla'nın mezarına gidersiniz. Tesla'nın külleri de adını taşıyan müzede. Büyük katedralin önüne taşınacaktı ama şimdilik proje olarak kaldı sanırım.
Tito'dan pek haz etmeyen Sırplar, Tesla konusunda çok hassastır bu arada. Tesla'ya Amerikalı derseniz bu pek hoş karşılanmaz.  Sırplar Türk gezginleri çok severler onu da belirteyim. Şimdi böyle yanlış anlaşılma olmasın. Sadece durumu anlatıyorum. Yoksa Belgrad'ı çok sevmiştim. Sırplarla da iyi anlaşmıştım. 


Çiçekli Tito 


Mareşal Tito 'nun bahçeciliğe ilgisi olduğunu duymuştum. Hatta Belgrad'ta artık Sırplar'ın istemediği mezarının yer aldığı anıtın ismi de Çiçek Evi. 

Hislerini göstermekten imtina eden Boşnaklar, Mareşal Tito 'yu hep sevgiyle yad ediyor. Portatif bir çiçekçi tezgahındaki fotoğrafı bunun sayısız örneğinden bir tanesi. 
Stalin'i çileden çıkarıp tehdidine tehditle cevap veren Tito dağılmış Yugoslavya'nın sokaklarında ve hüzünlü yüzlerde. Sokaklarda çiçek satanlar bütün dünyada hep kederli gözlere sahipler. Bu çok trajik bir çelişki gibi geliyor bana. Oysa buketler hep mutlu anlara ait değildir. 
Bir fotoğraftan nerelere geliniyor değil mi? 
Bu arada Tito'nun Stalin'e meydan okumalarına bayılan kaç kişiyiz?
Bu postu trajik cümlelerle bitiremem. Stalin'le Tito'nun arası II numaralı büyük savaşın ardından hızla bozuluyor. Tarihte bu olayın adı bile var: Tito - Stalin Split.  Stalin biraz (çok) paranoyak olduğu için Tito'nun her vesile ile kendisine bağımlı olduğunu ima ediyor. Mareşal Tito, bütün bunlara kendi sert mizacı ile cevaplar veriyor. Stalin'in uluslararası bir toplantıda "Sen kimsin ki tek başına hareket ediyorsun? Sovyetler olmadan (aslında ben olmadan) ayakta kalamazsın." diye çıkışıyor. Yugoslav lider, bu "koşulsuz sadakat" fikrine kesinlikle karşıdır ve cevabı da buna göre olur: 
 "Yoldaş Stalin, halkımın en büyük değeri bağımsızlıktır. Sovyetler'in desteğine minnettarız , lakin bu destek bizim özgürlüğümüzden daha önemli değildir. "
Sonrası malum bu kapışmanın ardından Tito askeri ve stratejik alanda güçlenmek için elinden geleni yapar. 1953'te Stalin, herkesi tehdit olarak görüp kendine güvenecek bir doktor bile bırakmamışken, Tito'nun çevresinde onu Stalin'in suikast girişimlerinden korumaya çalışan bir ekip vardır. Ve kader devreye girer, 1 Mart'ta Stalin ani bir felç geçirir. Herkesi o denli tedirgin etmişti ki tıbbi müdahale etmeye cesaret gösteren olmaz. Birkaç saat sonra (12 saat ile 24 saat arası) korkarak da olsa tedaviye başlanır, fakat geç kalınmıştır. Stalin 5 Mart'ta hayata veda eder.
Tito' ya gelince önünde 40 yıl daha vardır. Üstelik kendisini zehirlemeye veya vurmaya çalışan Stalin kaderin cilvesiyle yoldan çekilmiştir.

Veda Busesi
 Heyhat, Amerikalı yazar Allen Saunders'in dediği gibi  "Hayat biz plan yaparken başımıza gelenlerdir. Tito bile bunu hesap edemezken ilahi bir güç en büyük derdinizi başınızdan alıverir. Ve dünya dönmeye devam eder. 2025'in ilk yazısını, bu yıl başımıza gelecekler planlarımızın, hayallerimizin ötesinde güzellikler olsun. Herkese kendi kalbi kadar güzel bir yıl diliyorum.