tiyatro etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
tiyatro etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

6 Ağustos 2017 Pazar

Aspendos: Romantik ve Mağrur

Yaz bir ruh durumu olarak Kuzey Yarım Küre'de etkisini sürdürüyor şu sıralar. Kelimeler bu ruh durumunu tanımlamak için kifayetsiz gerçekten. Sanki Sonbahar hiç ağaçları kelleştirmeyecek, kış grisi göz bebeklerimizi çizmeyecek gibi bir gamsızlıkla yaza sarılıyoruz (Ah tabi ki sarılmalıyız da). Mavi parlak gök yüzü, asfaltı genleştiren güneş, ayakları itinayla yakan kum taneleri, rüzgara direnen ahşap şemsiyeler, ballı bademli koca bir külah dondurma, kırmızının en karmeni karpuz, makyajsız pür-i pak bir yüz, tiril tiril elbise, uzun günler, yıldızlı geceler, tercihen çarşaf misali deniz, pek tabi ki ille de Akdeniz...



Kulağa ezeli ve ebedi bir şarkı gibi gelen Akdeniz'de geçmişin insanlığa büyük armağanı Aspendos'a doğru inme, Attalos'un şehrinde aşkın ve mimarinin sihrine kapılma zamanı.   
Antalya'nın Serik ilçesinde Milat olmadan çok önce kurulan, çağının zengin ve ihtişamlı kenti Aspendos'dayız. Her ne kadar bölge agorasından, su kemerlerine kadar büyük bir yerleşimse de "Aspendos" dendiği anda o devasa tiyatro gelir akıllara. Vakti zamanında etkili ticaret yollarının üzerinde yer alan, bu sebepten de Anadolu'da sefere çıkmış her komutanın sahip olmak istediği Aspendos'tur burası. Koca kentin tiyatroyla anılmasının başlıca sebebiyse kendi zamanından içinde bulunduğumuz zamana neredeyse kayıpsız olarak ulaşabilmesinden kaynaklanıyor. Yani gezegenimizdeki en sağlam antik tiyatro bizim topraklarımızda...

Aspendos Antik Kenti'nden bir kare...


Rivayet odur ki bu tiyatronun yapılışına güzel bir kadın vesile olur. Uzun uzun yıllar önce, Roma İmparatorluğu tahtında Beş İyi İmparator'un dördüncüsü olan Antoninus Pius'un oturduğu zamanlarda başlar Aspendos'un romantik hikayesi. Kölelerin ve sahiplerin, zarif portikolarla çevrelenmiş avlulardan geçtiği, heykeltıraşların ve mozaik ustalarının fazla mesai yaptığı bu devirde, Olimposlu tanrılar Akdeniz dünyasının dualarına mazhar oluyordu. Tarihin bahsi geçen aralığında, bu küçük şehir bütün Akdeniz'in en değerli sikkelerini basıp, Yakın Doğu'nun en güçlü atlarını yetiştiriyor, ihraç ürünleri ve ulaşım olanaklarıyla sakinlerine müreffeh bir yaşam sunuyordu.
Tam böyle bir anda şehrin valisi Aspendos'a yakışır büyük bir imar faaliyetine girişti. Neticede mimari Roma çağında prestijden ziyade bir gelişmişlik göstergesiydi. Elbette estetik kaygı da yabana atılamazdı. Böylece şehrin valisi, ciddi miktarda kurnazlık içeren bir plan hazırladı. Kendisinin evlilik çağına gelmiş, güzelliği herkesin malumu bir kızı vardı. Şehir için en yararlı ve nitelikli eseri kim yaparsa kızını onunla evlendireceğini ilan etti.  Ressamlar, şairler, filozoflar ve elinden iş gelen herkes valinin gözüne girmek için çalışmaya koyuldu.  Herkes derken gönlü boş olup, üstüne bir de erkek olmayı kast ettiğimi belirteyim. Hummalı çalışmalar sonunda vali şehre yapılan su yolunu görünce damadını bulduğunu düşündü. Hem gelecek nesillere kalacak, hem de şehre yaşam kaynağı suyu getirecek olan yapıdan daha önemli bir eser olamazdı. Yoksa olabilir miydi?
Vali kararını vermek üzereyken tam bir sanat sever olan kızı(?) şehir için yapılan diğer eser olan tiyatroyu da incelemesi için babasına yalvarmaya başladı. Bu noktada tiyatronun mimarı olan Aspendoslu Zenon'un çekicilik düzeyini sorgulamak da söz konusu olsa da baba tiyatronun yolunu tutuyor. Küçük bir yamaca sırtını (cavea'sını) dayamış, on beş bin kişilik tiyatro, imparator locasından, Dionysos'u onurlandıran kabartmalarına kadar valiye pek hoş görünüyor. Gel gelelim, şehre kilometrelerce uzaktan su getiren mimarı daha fazla takdir ettiği de çevresindekilerin gözünden kaçmıyor. Valiyi uzaktan seyreden Mimar Zenon, bu tablo karşısında kederlenip, kendi kendine konuşmaya başlıyor.  O minicik fısıltılar devasa tiyatronun, bugün bile bozulmayan akustiğinde valinin kulağına gelince, vali bu mucizeyi yaratan Zenon'la kızını evlendirmeyi  uygun buluyor.
  Sonuçta Mimar Zenon ve valinin kızı bu tiyatroda binlerce kişinin katıldığı muhteşem bir düğünle evleniyor. İki bin yıllık bir masaldan bize yadigar bu muhteşem tiyatro kalıyor. 



Zamanın geçiciliği karşısında elimizden bir şey gelmese de dünya üzerinde zamanın kaybolmayacağının kanıtı olan yerler var. Aspendos Tiyatrosu hayat bulduğu çağdan itibaren her saniyeyi gücü yettiğince kucaklamış bir yapı. İki bin yıllık bir heyecan, iki bin yıllık bir aşk, yenilmezlik ve direncin capcanlı kanıtı. Zenon, valinin kızını hiç görmemişse, ya da valinin bir kızı yoksa bile ne çıkar? 

Veda Busesi

Günümüzde Serik'e bağlı Belkıs Köyü sınırları içerisinde kalan Aspendos'a Antalya Kaleiçi'nden yaklaşık 45 dakikalık bir yolculukla ulaşmak mümkün. Antalya'nın termometreleri ağlatan sıcağının sizi yolunuzdan etmesine izin vermeyin. Bırakın Aspendos sizi de kendi akustik günlüğüne kaydetsin...












4 Ocak 2014 Cumartesi

Pera Müzesi’nde ‘zamansız’ bir Yıldız...

Cumhuriyet’in ilk yıllarında doğdu. Akademik eğitim alan ilk Türk kadın fotoğrafçı oldu. Nice diyarlar dolaştı binlerce fotoğraf çekti. Birçok teknik imkansızlığın içinde kendine bir stüdyo bile açtı. Birçok kişisel sergiye imza attı. Fotoğrafı hep sanat olarak gördü ve bu doğrultuda çalıştı. Zaman geldi büyük aşkı fotoğrafı bir şairin sevdası için yüzüstü bıraktı. Yıldız Moran bugünlerde Pera Müzesi’nde…


Türk sanatının bazı isimleri karanlıkta kalmıştır. Bir yıldız gibi karanlığı aydınlatırlar da yine de yalnızca tozlu sayfalarda ve az sayıda meraklının zihninde yitip giderler. Yıldız Moran da Türk fotoğraf sanatının az bilinen parlak isimlerinden. Güncel sanatı takip edenler içinse uzak bir isim değil. Zira 12. İstanbul Bienal’inde (2011 / “İsimsiz” / 12. İstanbul Bienali) görülebilecek en önemli birkaç etkinlikten biri Yıldız Moran sergisiydi. 

Yıldız Moran 

Yıldız Moran, genç Cumhuriyet’in Genel Kurmay Dairesi Başkanlığı görevini yürütmüş Ahmet Vahid Moran’ın kızı olarak 1932’de dünyaya geldi. Babası aynı zamanda ilk Büyük Türkçe – İngilizce sözlüğün yazarıydı. Aydın bir kadın olan anne Nemide Hanım’ın kız kardeşi tanınmış yazarlardan Müfide Ferit Tek Hanım’dı. Kalabalık bir aileydi. Vahid-Nemide çiftinin beş çocuğu bulunuyordu. Yıldız, varlıklı ve kültürlü bir ailenin içinde büyüdü.
Eğitim hayatı Robert Kolej’in son yılına kadar gayet keyifli geçmişti. Fakat son sınıfta bir dersten kalınca farklı bir mecraya doğru adım atmış oldu. Öncelikle resim eğitimi almayı düşündü. Ama dayısı ünlü sanat tarihçisi Mazhar Şevket İpşiroğlu, kendisini fotoğraf konusunda yüreklendirdi. “Fotoğraf eğitimi” gibi bir konunun hiç bilinmediği bir dönemde ailesinin imkanlarıyla İngiltere’nin yolunu tuttu. Önce 1951’de Bloomsbury Technical College’i ardından 1952-54 tarihleri arasında da Eailing Technical College’i bitirdi. Böylece bir disiplin olarak fotoğraf tekniğini öğrendi. 



Bu arada Portekiz, İtalya ve İspanya’yı kapsayan bir seyahate çıktı. Bu gezi oldukça verimli geçti. Geziden döndüğünde Avrupa’nın bu renkli coğrafyasından birçok fotoğraf çekmişti. 1953 yılında dönemin şöhretli fotoğrafçıları Adolph de Meyer ve John Vickers gibi isimlerin asistanlığını yaptı. Aynı yıl Cambridge Trinity College’de ilk sergisini açtı. Bu sergide Avrupa seyahatinin fotoğrafları görücüye çıkmıştı. Sergi oldukça beğenildi ve bütün fotoğraflar satıldı. Böylesi bir başarının ardından Londra’daki sergiler birbirini izledi. 


1954’te artık İngiltere macerasının sonu gelmişti. Yıldız yurda döndü. İlk işi dayısı Mazhar Şevket İpşiroğlu ile Anadolu’yu karış karış gezmek oldu. Seyahat süresince asla boş durmadı. Gezi sona erdiğinde Anadolu insanı, yaşam tarzı ve coğrafyasına ilişkin ne varsa artık Yıldız’ın fotoğraflarındaydı. 
Takvimler 1955’i gösterdiğinde Yıldız Moran artık Beyoğlu’ndaydı. Kallavi Sokak 20 numaralı adreste stüdyosunu kurmuştu. Kim bilir nasıl heyecanlar yaşıyordu ve ne fotoğraflar çekmek istiyordu ama ilk önce stüdyo ayakta kalmalıydı. Bu sebepten öncelikli olarak portre  fotoğrafçılığı yaptı. Bir taraftan da gönlünde yatan sanatsal işleri yürütmeye çalışıyordu. Aynı yıl ilk İstanbul sergilerini de açtı. 

Yıldız Moran'ın objektifinden Özdemir Asaf

                                                    "Ama ben en çok şeyi 
                                                     En kısa zamanda sana söyledim...
                                                     Yalnız sana." *

Bütün bunlar gerçekleşirken araya hesapta olmayan bir şey giriverdi. “4 Kasım 1954 saat 11:00’de” aşık olmuştu. Fotoğraflarını bastırmak için doğru dürüst bir matbaa ararken yakışıklı şair Özdemir Asaf’ın sahibi olduğu matbaaya girmiş ve ne olduysa burada olmuştu işte. Özdemir Asaf bundan sonra Yıldız’ın hayatında fotoğrafın en büyük rakibi olacaktı. Yıldız ilk çocuğunu 1962 yılında dünyaya getirdi. Profesyonel fotoğrafçılık kariyerini bebekle beraber noktalamıştı. Bebeğini kucağına aldığında henüz Özdemir Asaf’la evlenmemişti. Evlilik 1963’te gerçekleşecek ve çiftin iki oğlu daha olacaktı. 
Yıldız Moran ilerleyen yıllarda edebiyatla ilgilendi. Çeşitli çeviriler yaptı, sözlükler hazırladı. Fotoğrafla hep ilgilendi ama profesyonelliğe geri dönmeyi asla düşünmedi. 1995 tarihinde Özdemir Asaf’tan 14 yıl sonra hayata veda etti. 

Yıldız Moran'ın fotoğraf stüdyosu dönemin kültür sanat ortamının aynası adeta.
Haldun Dormen'den Mücap Ofluoğlu'na, Halikarnas Balıkçısı'ndan Peyami Safa'ya,...Moran'ın objektifinde kimler yok ki...

Türkiye’nin ilk profesyonel ve ilk akademik anlamda eğitim almış kadın fotoğrafçısı... Ne yazık ki hakkında bilinenler çok kısıtlı. Ama bu kadarı bile ne kadar cesur bir kadınla karşı karşıya olduğumuzu anlamaya imkan tanıyor. Fotoğrafın 1839’da başlayan tarihi içinde Yıldız Moran isimli bir kadın varmış, Türkiye’den çıkmış İngiltere’de kendi başına eğitim almaya gitmiş. Büyük bir aşkla sarıldığı fotoğrafla yaşamını 12 yıl sürdürmüş. Aşk için fotoğrafla vedalaşmış ama asla pişman olmamış bir kadın…Fotoğrafın gölgede kalmış esas kızı…
Yıldız Moran’ın fotoğrafları bugünlerde Pera Müzesi’nde. Sanatçının 1950 ile 1962 arasında gerçekleştirdiği 8000 negatif arasından seçilen fotoğraflardan oluşan sergi “Zamansız Fotoğraflar” başlığını taşıyor. Gerçekten başlığının hakkını veren fotoğraflarla yüz yüze geliyorsunuz.  Yıldız Moran retrospektifi bütün klişelerden uzak fotoğraf arayanlara yeni bir kapı aralıyor. Hem teknik özellikleriyle hem de anlatım diliyle gerçekten alışılmışın dışında bir tat Yıldız Moran…İstanbul, Anadolu, portreler, manzaralar, haller, durumlar basmakalıp kompozisyonun dışına taşmış. Klişe trajik görüntülerden özenle kaçınılmış, kendi çağından kurtulmuş, her çağa nüfuz etmiş ve gerçekten tüm zamanlara ait fotoğraflar ortaya çıkmış
"Zamansız Fotoğraflar" 27 Kasım 2013 ile 19 Ocak 2014 tarihleri arasında izleyiciyle buluşuyor. Son günleri ama halen vakit varken görülmeye değer...

* Özdemir Asaf / Kıvılcım / Sen Sen Sen (1956)

28 Aralık 2013 Cumartesi

Zengin Mutfağı : “İnsan kime hizmet ettiğini düşünmeli…”

Zengin bir konağın, kendi halinde çalışanları…Bir Haziran sabahı sokağa dökülen #direnİşçi ’lerle birlikte hayatları değişmeye başlıyor. Bu “tarafsız” mutfak bir memleketin özeti oluveriyor. Vasıf Öngören onlarca yıl öncesinden tiyatro izleyicisinin nabzını tutuyor ve diyor ki “İnsan kime hizmet ettiğini düşünmeli…”


“Yıllardan 1970, aylardan Haziran'dı…”  

15-16 Haziran 1970 tarihinde Türkiye’de yer yerinden oynadı. Mesele birkaç gün önce 274 Sayılı Kanun’un belirli maddelerinde yapılan değişiklikti. Bu sendikalar yasası ile toplu sözleşme ile ilgili kanunun “güncellenmesi” anlamına geliyordu. Bundan böyle işçiler diledikleri sendikayı seçemeyecek ve bunun kaçınılmaz sonucu olarak da o yılların yeni oluşumu DİSK kapatılacaktı.
14 Haziran’da sendika yöneticileri ve işçi temsilcileri bir toplantı yaptı. Toplantının sonucu aslında 15 Haziran sabahı meydanlara yürüyen on binlerden anlaşılıyordu. İşçi, haklarını savunmak üzere harekete geçmişti. Aslında sıradan bir Pazartesi sabahı olarak gün normal biçimde başlamıştı. Mesai saati gelip çattığı anda önce İstanbul’un farklı noktalarından protestocu işçiler sokaklara döküldü. Alibeyköy’den Kartal’a durdurulamaz bir kalabalık akıyordu. Protestolar İstanbul’un kalbi Taksim’i de içine almıştı. Tanklarla yol kesen asker işçilere mani olamıyordu. Yıllar sonra bu anları anlatanlar “asker de bizim askerimiz deyip tankların üzerinden atladık” diyeceklerdi. İşçilerin Avrupa yakasındaki ilerleyişini durdurmak ve birleşmesini engellemek üzere vapur seferleri iptal edilmiş ve Galata Köprüsü kaldırılmıştı. Pes etmeyen kalabalık sandallarla denizi aşıyordu. 

Resim: http://www.birlesikmetal.org/album/15-16Haziran1970/Cumhuriyet/index.html

Cumhuriyet Gazetesi'nin Sıkıyönetim haberi... 
Resim:  http://www.birlesikmetal.org/album/15-16Haziran1970/Gunaydin/index.html

Günaydın Gazetesi'ne 15-16 Haziran olaylarının yansımaları.
Bu arada Kocaeli, Gebze ve İzmit’te de geniş kitleler direnişe geçmişti. Neredeyse yüz bin civarında işçi yasayı protesto ediyordu. Fabrikalar durmuş, ulaşım kilitlenmiş ve birçok arbede yaşanmıştı. Türkiye ilk defa böylesi büyük ve etkili bir işçi eylemi görüyordu.  Direnişin ikinci günü olan 16 Haziran İstanbul ve Kocaeli için sıkıyönetim ilan edilmişti. Aynı günün akşamı DİSK’in  “direnişe son verin” çağrısıyla işçiler evlerine döndü. 
Olayların sonunda 3 işçi ölmüş, yüzlerce yaralı kalmıştı. Ancak işçiler istediğini almıştı. İlgili kanun maddesi 1972 yılında değiştirildi. Sıkıyönetim yaz boyu sürdü. Birçok işten çıkarma, tutuklama, gözaltılar işçilerin peşini bırakmadı. Yalnızca ilk üç ay olaylara karıştığı gerekçesiyle işten atılan işçilerin sayısı neredeyse on bini buluyordu. İşçilerin üzerindeki baskı şiddetle tırmanırken DİSK direnmeye devam etti. Onu ortadan kaldırmak için 12 Eylül 1980 beklenecekti…
Zamanımızda 15-16 Haziran direnişi Türkiye’de işçi sınıfının sosyal ve politik açıdan ulaştığı bilinci göstermesi açısından bir kırılma noktası olarak görülmektedir


Vasıf Öngören’in Zengin Mutfağı yeniden…

Bütün toplumsal hareketlerde olduğu gibi 15-16 Haziran hareketi de sanata bir sürü alanda ilham vermiş. Kimi zaman bir şairin dizesi olmuş, kimi zaman bir müzisyenin bestesi, bazen de sahneye taşınmış bir tiyatro adamının ustalığıyla.
Tiyatro oyunu olarak Zengin Mutfağı, bütün bu bahsi geçen olaylar sırasında “tarafsız” bir mutfak aslında. Yani oyunda onlarca işçi, slogan, eylem, pankart falan yok.  Zengin bir fabrikatörün evinin bir elin parmaklarını geçmeyen personelinin çalıştığı bildik bir mutfak!
Sonra 70’li yılların kaotik ortamı gelip sarıveriyor konağı da mutfağı da. Gündelik telaşların arasına karışıyor radyodan yükselen haberler. Ve bazen de evin beyinin can sıkıntısı. Bir metcezir manzarasına dönüşüyor mutfak çalışanlarının zihni.  Sıkça duyulan bir cümle oluyor kısa sürede “İnsan kime hizmet ettiğini düşünmeli…”. Nihayetinde herkes bir yol çizmek zorunda kalıyor kendine…

Zengin Mutfağı'nın tam kadrosu: 
Murat Garibağaoğlu, Irmak Örnek, Ozan Gözel, Ali Mert Yavuzcan, Selçuk Yüksel.


Zengin Mutfağı, Türk tiyatro tarihinin en önemli isimlerinden Vasıf Öngören’in imzasını taşıyan bir eser. 35 yıl sonra yeniden sahnelenen oyun, bu sefer Vasıf Öngören’in oyuncu kökenli kızı Aslı Öngören tarafından sahneye konuluyor. Oyunun tamamı bir mutfakta geçiyor ve didaktik yönü öne çıkıyor. İlk perde biraz ağır kalsa da ikinci perdeyi heyecanla takip ediyorsunuz. Epik Tiyatro’nun olmazsa olmazı müzik ve şarkılar için özel bir çalışma yapılmış ve oyun boyunca bunun tadına varıyorsunuz. Söylemi son derece açık ve kesin. Şehir Tiyatrolarında uzun zamandan sonra izleyiciyle buluşan en kaliteli ve cesur metne sahip; oyunculuklarıyla göz dolduran sağlam bir oyun. Vakti zamanında Şener Şen, Erdal Özyağcılar gibi isimler oyundaki karakterlere can vermiş. Doğrusu yeni nesil oyuncular da bu isimlerden hiç de geri kalmayan bir performans sergiliyor.
Zengin Mutfağı izleyiciyi bir sürü değişik sebepten kendine çekebilecek bir yapıda. Ancak izlerken bir süre sonra mevzu çok tanıdık gelmeye başlıyor. 70’leri görenler “elbette tanıdık gelecek” diyebilir…
Ama bu tanışıklık bizim gibi daha yeni kuşaklar için çok daha yakın bir zamanı işaret ediyor. Olaylara, konulara, kişilere aşinayız derken birden bire çok bildik cümlelerle karşı karşıya geliyoruz. Örneğin Komünistlerin  ne kadar tu kaka olduğunu anlatan bir karakterin ağzından şunlar dökülüyor :
“Kızlı erkekli evlerde kalıyorlar”.* 
Şaşırıyoruz. 
Böylesi bir kısır döngünün içinde olmamıza şaşırıyoruz. 
Vasıf Öngören’in yıllar öncesinde sunduğu aynadan hala aynı biçimde göründüğümüze şaşırıyoruz. 
 Harbiye Muhsin Ertuğrul Sahnesi’nden serin İstanbul gecesine çıktığımızda tarifsiz bir burukluk yaşıyoruz. 
İster istemez aşçı Lütfü Pehlivan’ın bir cümlesi gelip dilimize dolanıyor:  
“Faşizmin gelmişini de geçmişini de geleceğini de…”

Tiyatro susmaz…

* Bu cümle orijinal metinde de aynen bulunmakta. Yeniden sahnelenirken eklenmiş bir bölüm değil.

Meraklısına acil not: Oyunu izlemek isteyenler acele etmeli. Oyun, yeniden sahnelendiği ilk günlerde (Aralık 2012) siyasi nedenlerle küfürlü saldırıya uğradığından birkaç ay gösterimine ara verilmiş. Tekrardan sahnedeyken fırsatı değerlendirmek gerek!







15 Aralık 2013 Pazar

Ali Poyrazoğlu’ndan sistem dışı bir Kaplumbağa!

O her iki dünya savaşının dehşetini, onlarca iç savaş felaketini iliklerinde hissetti.  Sachsenhausen’den Auschwitz’e altı köşeli yıldızlarla damgalanmış insanların yüzlerine dokundu. “Barış, kardeşlik, özgürlük” vaadiyle gelen orak çekiçli devrimin kahramanlarını ve aydınlarını Gulaglarda, Sibirya cehenneminde Satürn’ün evlatlarını yediği gibi yediğine tanık oldu. Guernica’da önce ölümle ardından Picasso’yla yüzleşti. Hiroşima’ya acımazsızca bırakılan “Little Boy” tutuşturunca küçük kızların saçlarını anladı “uygar” insanın lanetini… 
O bir kaplumbağa, Darwin’in kaplumbağası!  


Dur durak bilmeyen tiyatro üstadı Ali Poyrazoğlu geçtiğimiz bahardan bu yana "Kaplumbağa" isimli oyunu sahneliyor. Kaplumbağa, İspanyol oyun yazarı Juan Mayorga’nın elinden çıksa da Ali Poyrazoğlu onu usta bir terzi gibi yeniden biçimlendirmiş. Ve ortaya bir “vahşet sirki” sahnesi çıkmış. Tabiri caizse oyun izleyiciyi sürekli formatlayan, didaktik yönüne rağmen, temposundan ödün vermeyen harika bir yapıta dönüşmüş. 

Resim: http://sozcu.com.tr/2013/roportaj-magazin/chp-ve-mhpnin-de-akil-insanlari-olmali-304368/

Ali Poyrazoğlu / Bülent Kayabaş/ Nur Gürkan / Özdemir Çiftçioğlu
 Kaplumbağa Harry Robinson, Charles Darwin tarafından Galapagos Adaları'nda bulunmuş. Böylece hayatı değişmiş. Dünya tarihinin son 200 yılının tanığı olmuş. Ömrünün ortalarında da “çok bilen” bir tarih profesörü ile yolları kesişiyor. İzleyicilerin kendisiyle tanışması da bu zamana rastlıyor. Resmi tarihin gölgelerinde zamanı arşınlıyoruz beraberce. “Tarihi tarih yapan ayrıntılardır” diyor Harry. Ayrıntıların sonsuzluğunda kayboluyoruz. Çok emin olduğumuz bilgilerimiz atmosfere karışıyor. Şaşırıyoruz. Zaman zaman kelimelerin sihirli gücüne bir görünüp bir kaybolan arşiv görüntüleri eşlik ediyor. Tarihin perdeye yansıyan siyah-beyaz aksine kitleniyoruz. Harry çok başarılı bir anlatıcı. Troçki’nin demir gibi soğuk bakan gözlerinde, Churchill’in purosunun dumanında, belki Lenin’in yatağının altındayız artık. Rehberimiz bir kaplumbağa ve biz bütün sırları biliyoruz!

 Son Söz…

Soluk soluğa alkışlarımızın sonunda Ali Poyrazoğlu olanca mütevazılığı ile “birlikte oynadık” diyor seyircisine. Uzun uzun açıklıyor Kaplumbağa’yı. Oyunun arka planını öğreniyoruz. Hatta oyun esnasındaki bazı detayları da açıklıyor. Kimsenin aklında eksik bir nokta kalmasın ister gibi. Tiyatroya yeni başlamış kadar heyecanlı Darwin’in kaplumbağası kadar bilge bir adam var karşımızda. Dediği gibi oyunu evimize de getiriyoruz. Bundan sonra gittiğimiz her yere de götüreceğiz muhtemelen….
Tiyatro asla susmaz... Hazır fırsat varken Kaplumbağa’yı ziyaret etmeli…







24 Aralık 2012 Pazartesi

Mücap Ofluoğlu'ndan Orhan Veli'ye "Silinmiş Alkışlar İçinde"



“…
Salt aynada yansımak
Sahnelerin dışında oyunlardan uzak
Silinmiş alkışlar içinde

Aynada bakıyordu gerçek yüzüne
Ne Polonius ne Harpagon ne Cyrano
Artık yalnızdı çizgilerinde”

                                            Mücap Ofluoğlu   /  1980 *
Resim: Silinmiş Alkışlar İçinde: Mücap Ofluoğlu Kitabı
Cyrano'nun son sahnesi. Tijen Par, Mücap Ofluoğlu ve Engin Gürmen 

Mücap Ofluoğlu, muhtemelen bu dizeleri İstanbul Şehir Tiyatroları’ndan emekliye ayrılmaya karar verdiği günlerde yazmıştı.  Yıllar sonra İş Bankası Kültür Yayınları’ndan çıkan söyleşi kitabının adı da “Silinmiş Alkışlar İçinde: Mücap Ofluoğlu Kitabı” olacaktı. Bu kitapla rastlaşıp kitabı okumam uzun zaman önceydi. Sayfaların arasında kimler yok ki? Orhan Veli’den Yaşar Kemal’e Rıfat Ilgaz’dan Münir Özkul’a, Abidin Dino’dan Halikarnas Balıkçısı’na… Kolay değil koca bir ömür.  

Bazı belleklerde yerini çoktan yitirmiş bir isimken, geçen baharda Muhsin Ertuğrul Sahnesi önünde toplanan tiyatrocuların arasındaydı :“Bırakmayın bu tiyatroyu…” derken göz yaşlarına boğulan sanatçı olarak yeniden hatırlandı. 11 Aralık 2012’de de aramızdan ayrıldı. Ölümü pek ses getirmedi. Bildik, beylik laflar edildi. Sonra da perde kapandı. Gerçekten silinmiş alkışlar içindeydi…Vaktiyle ne kadar da güzel ifade etmişti!


Peki kimdi Mücap Ofluoğlu?

Kadıköylü olan Mücap Ofluuoğlu’nun babası bir yandan hukuk eğitimi alırken diğer taraftan Kabataş Lisesi’nde Fransızca öğretmeni olarak görev almaya başlıyor.  Kabataş’ta öğrenci olan küçük dayı Fransızcasını ilerletmek üzere özel ders almaya karar verince, “kader ağlarını örüyor” ve annesi ile tanışıyorlar. Uzunca geçen tanışıklık dönemi sonunda 1919 yılında çift “mutlu sona” ulaşıyor ve evleniyor. 1920’nin Kasım’ında Mücap dünyaya geliyor. Fakat evlilik uzun sürmüyor ve 1922’de aile dağılıyor. Savaş sırasında gönüllü hastabakıcılık yapan ve madalya ile ödüllendirilen anne Yegane Hanım cesur ve çalışkan bir kadın. Boşanmadan sonra hali vakti yerinde olan baba evine yerleşmek yerine öğretmenlik sınavlarına giriyor. Sınavdan alnının akıyla çıkmayı başaran Yegane Hanım, öğretmenliğe ve oğluyla birlikte yeni bir hayata başlıyor. Ulusal Kurtuluş Savaşı’nda babasız kalan kız öğrencileri okutan bir kurum olan Darüleytam’da çalışmaya başlıyor. Hatta babasız öğrencileri almaya gittiği bir Anadolu yolculuğunda Atatürk’le de tanışıyor. 



Resim: Silinmiş Alkışlar İçinde: Mücap Ofluoğlu Kitabı

Genç Cumhuriyet'in genç Öğretmeni Yegane Hanım, Şapka İnkılabı sonrasında.



Bu arada küçük Mücap’ın üç teyzesi de 1930’ların Fenerbahçe Kulübü’nde kürek sporu dalında Türkiye’nin ilk kadın sporcuları oluyor. Kaçınılmaz olarak teyzeleriyle gittiği kulüpte Mücap da Fenerbahçe’ye gönül veriyor. Kulübe bağlı olarak futbol ve tenis oynamaya başlamasının yanı sıra divan kurulu üyesi bile oluyor.
Sonra tiyatro aşkı kanına giriyor; fakat sınırlı sayıda öğrenci alan konservatuara sınavlarda başarı gösterse bile alınmıyor. Bu hayal kırıklıkları ile Zonguldak Maden Mühendisliği Mektebi günleri başlıyor. Sahne tozu yerine, Üzülmez Ocağı’nda kömür tozuna bulanan günler birbirini kovalıyor. 4 yıl vatani görev derken, Canlı Hayvan Borsası’nda yeni bir işe kavuşuyor. Ancak oğlunun haline üzülen Yegane Hanım, Muhsin Ertuğrul’a mektup yazıyor. Böylece Mücap Ofluoğlu’nun tiyatro hayali Muhsin Ertuğrul’la beraber Tepebaşı Dram Tiyatrosu’nda gerçeğe dönüşmeye başlıyor. 


                                                                  Muhsin Ertuğrul
                          
Bu arada sanat çevrelerinde sevilen ve güvenilen bir isim haline geliyor.  O kadar ki Sabahattin Ali’den boşalan Marko Paşa’nın yazı işleri müdürü oluveriyor. Mim Uykusuz, Rıfat Ilgaz, Aziz Nesin gibi usta isimlerle geçen mesailer birbirini izliyor. Hatta bu dönemde, tek sefercik izleyiciyle buluşsa bile Aziz Nesin’le birlikte bir sahne gösterisine de imza atıyor. 

                              
Marko Paşa'nın 1947 sayılarından biri...

Elbette eğlenceye de zaman ayırmayı ihmal etmiyor. Diğer yandan, özellikle bu dönemde sanatçıları bir araya toplayacak bir örgütlenme olmadığından ve iletişim araçlarının kısıtlı imkanları nedeniyle, iş bağlantıları için de bu akşam gezmeleri önem kazanıyor. Lambo ve La Bohéme ’li Beyoğlu gecelerinde Adalet Cimcoz’dan Sait Faik’e, Cahit Irgat’tan Mina Urgan’a kadar sanat ve bilim dünyasının birçok nitelikli ismi, aynı masada yan yana kadeh kaldırıyor. 

Orhan Veli’ nin Paris Düşü…                

Bir de tabii Orhan Veli var. Sevilen, sıcak ve samimi kişiliği ile dost sohbetlerinin aranılan ismi. Mücap Ofluoğlu’nun için değerli ve yeri doldurulamaz dostlardan.

 Resim: http://www.turkishculture.org/picture_shower.php?ImageID=2446
                                                       Orhan Veli Kanık
1940’ların sonuna doğru sanat merkezi olarak konumu sarsılsa da Paris, hala sanatın can damarı olarak görülüyor. Bu süreçte birçok sanatçı Paris’e gidip eğitim almak ya da çağdaşlarının neler yaptığını yerinde incelemek gayesinde. Mücap Ofluoğlu’nun dostlarının da birçoğu soluğu Paris’te alıyor. 
İşte 1948’in sıcak bir Haziran gününde ressam Mübin Orhon da Paris’e gidecek bir gemide yol almaya başlıyor. Muhtemelen Mübin, heyecanlı, gelecekten ümitli, eh biraz da kederli el sallıyor. Rıhtımda onu uğurlamaya gelen arkadaşları Mücap Ofluoğlu ve Orhan Veli var. Her ikisi de Paris’i görmek istiyorlar ama işte…Bu arada Mücap Ofluoğlu, şair arkadaşının oldukça kederlendiğini ve cebinden çıkardığı sigara paketine bir şeyler yazdığını görüyor. Bütün halden anlayan adamlar gibi hiçbir şey sormuyor ve ikili Karaköy’de bir meyhaneye kadar tek laf etmeden yürüyor. Birkaç kadehten sonra Orhan Veli az önce yazdığı satırları okumaya başlıyor: 

“Bakakalırım giden geminin ardından
 Atamam kendimi denize, dünya güzel;
 Serde erkeklik var, ağlayamam.” **

Bir süre sonra Mücap Ofluoğlu yeni mevsimde İstanbul’da iş bulamayacağı gerçeğiyle yüz yüze geliyor. Bir takım siyasi suçlamalar ve dedikodu çarkının kaçınılmaz sonucu olarak ne yapacağını kara kara düşünüyor. Orhan Veli arkadaşının çaresizliğine üzülerek İzmir Şehir Tiyatrosu’nun kadrosunda iş bulmasına aracılık ediyor. Dostlarından ve İstanbul’dan ayrılmak zor gelse de Ofluoğlu tutuyor İzmir yolunu…Bir süre burada çalıştıktan sonra yeniden dönüyor İstanbul’a. Tiyatro, dublaj, sinema, radyo sunuculuğu derken geçinme ve var olma sıkıntısı hep hissettiriyor kendini.
Bu koşturmaca içinde 1950 Kasım’ında birkaç gecedir Orhan Veli’nin eksikliği fark ediliyor.  Ortalarda görünmeyen Orhan Veli’yi arkadaşları merak ederken, acı haberi ünlü aktör Feridun Çölgeçen getiriyor. Mücap Ofluoğlu, “uydurma” diyerek yapışıyor Çölgeçen’in yakasına ama ne yazık ki haberin doğru olduğu çok geçmeden ortaya çıkıyor. Orhan Veli'nin , gerçekten de belediyenin kazdığı bir çukura düştüğü; birkaç gün sonra da beyin kanaması nedeniyle vefat ettiği gerçeği Ofluoğlu'nu derinden sarsıyor.  Aşiyan’daki cenaze törenine bütün arkadaşları gibi Mücap Ofluoğlu da katılıyor. 

Mücap Ofluoğlu, tiyatro, dublaj, sinema, aşk... 

Elbette Mücap Bey’in hayatı bu kadarla kalmaz! Küçük Sahne günleri gelir, 6-7 Eylül olayları gelir, biri Şakir Paşa Ailesi’nden alınan üç gelin gelir... “Heykel” olarak başladığı tiyatro hayatında Harpagon olur, Cyrano olur…O da yetmez bir sürü isme yol gösteren usta olur! Filmleri, dizileri, kitapları, şiirleri, gazete yazılarıyla başka türlü bir “emekli” olur! Bir de son eşi Filiz Karabey Ofluoğlu’na romantik bir koca olur ki sormayın (Bu sonuncusu kitabın sonuna kondurulan Mücap Ofluoğlu tarafından eşine yazılmış mektuplardan çıkardığım sonuçtur. Tamamen şahsi fikrimdir )… Daha anlatacak çok şey varsa da geri kalan kitaptan okunmalıdır kanımca…



Meraklısına Not: Türk kültür yaşamının çok önemli isimlerini Mücap Ofluoğlu’nun bakış açısıyla inceleme olanağı sunan bir kitap “Silinmiş Alkışlar İçinde : Mücap Ofluoğlu Kitabı” …  Nuri Dikeç tarafından söyleşisi gerçekleştirilen kitap, İş Bankası Kültür Yayınları’nın Nehir Söyleşi dizisinden. Bulursanız kaçırmayın!


* Aynada / Mücap Ofluoğlu / 1980

**  Ayrılış / Orhan Veli Kanık