13 Aralık 2022 Salı

İhtişamın Mütevazı Ressamı: Bronzino


Rönesans’ın isyankar eğilimi Maniyerizm’in Medici sarayındaki temsilcisi

Bronzino. Gizemli alegorik tabloların, sofistike portrelerin yaratıcısı. İhtişamı

sınırlı bir zarafetle yansıtan, saray portreciliğini çağdaş biçimde yorumlayan

bir Rönesans ustası.


Agnolo Bronzino, Rönesans’ın zaferini ilan ettiği, sanata, siyasete ve hayata

karıştığı 1503 yılında Angelo di Cosimo adıyla Floransa’da dünyaya gelir.

İlerleyen yıllarda saçının ya da teninin rengi sebebiyle Bronzino olarak anılacak

ve kendisi eserlerini bu isimle imzalayacaktır.

Dönemin Floransa’sı sokaklarında ünlü ressamların ve filozofların dolaştığı,

çarşılarında dünyanın dört bir yerinden gelen lüks ve egzotik ürünlerin yer

aldığı, devingen mizaçlı ve enerjik bir şehirdir. Ailesi yeteneğini fark edince ilk

eğitimini almak üzere Raffaellino del Garbo’nun atölyesine verilir. Del Garbo

atölyesi çoğunlukla dini eserler üreten ve Rönesans ilkelerini sıkı sıkıya

uygulayan bir yapı olarak çocuk yaştaki Bronzino’ya mükemmel bir altyapı

kazandırır. Eğitim hayatında asıl mihenk taşı Maniyerizm üstadı Pontormo ile

yolunun kesişmesiyle gerçekleşir. Pontormo ile birlikte Bronzino özgün

üslubunu inşa eder ve Florasa’nın varsıl sanat hamisi Medici ailesinin dikkatini

üzerine çekmeyi başarır.

16. yüzyıl Avrupa’da Mediciler’in geniş kitlelerce tanındığı, Floransa’da da siyasi

ve ekonomik bakımdan güçlendiği bir süreçtir. 1539’da Bronzino, bankacılık

faaliyetleriyle uğraşan ve Floransa’yı kültür ve sanat merkezi haline getiren bu

ailenin resmi ressamı olarak görevlendirilir. Aynı tarihte sanatçı, Floransa

büyük dükü I. Cosimo de Medici’nin, İspanya Valisi’nin kızı Eleonora di

Toledo’yla gerçekleşecek düğün organizasyonunun dekorasyonunu üstlenir.

Rönesans insanının çok yönlü dehasının bir temsilcisi olarak üzerine aldığı

görevi özenle yürütür. Bu çalışmalar sırasında hem I. Cosimo de Medici’yle hem

de Eleonora di Toledo’yla ilişkileri sağlamlaşır ve iş ilişkisi aynı zamanda

dostluğa dönüşür.


Bronzino bu dönemde kutsal kitap sahnelerinin yanında portreciliğiyle de adından söz

ettirmeye başlar. Portreleri duru bir netlik ve katışıksız bir mükemmellik

idealini yansıtır. Özellikle Toledo di Eleonora için yaptığı portreler, yeni bir

temsil geleneği yaratma konusunda çığır açar.

Toledo’lu Eleonora’nın oğlu Giovanni ile birlikte resmedildiği tabloda

duygulardan azade edilmiş iki hanedan mensubunu görürüz. Anne ve çocuk

arasındaki şefkatin yerini, izleyiciyi de saran resmiyet almıştır. Asalet simgesi

beyaz tenleri sedef kadar donuk, giysileri Floransa’nın en ihtişamlı ailesine

yakışır zenginliktedir. Düşesin elbisesindeki brokar kumaşın ağırlığı ve sertliği,

ellerin üstüne gelen bölümdeki ipekli kumaşın narinliği, işlemelerdeki özeni

hissetmemek olanaksızdır. Duruşundaki kusursuzluğu sağlamak için sert bir

korse giymiştir. Bilindiği gibi vücudu ikonik bir forma sokan korselerin

Avrupa’daki yükselişi tam da 16. yüzyıldır. Cenaze kostümü de dahil olmak üzere

bu korselerin erken kullanıcılarından biri Eleonora’dır. 


Düşesin elbisesinde

dikkati çeken stilize nar motifi onun anneliğine bilinçli olarak yapılan bir atıf olarak karşımıza çıkar.

Eleonora Doğu’dan gelen kumaşlara olduğu kadar, şöhreti Avrupa’ya yayılmış

İtalyan dokumalarını da tercih ediyordu ve işleme ustalarının en iyileriyle

çalışıyordu. 23 yaşındaki düşesin mücevherleri de Medici kimliğini ve

Eleonora’nın anneliğini, dolayısıyla Medici hanedanının kalıcılığını vurgulamak

üzere seçilmişti. Boynundaki büyük ve biçimli inciler Eleonora’nın güzelliğinin

yanında erdemli bir kadın olduğunu vurguluyor. Elbisenin omuzlarındaki altın

işlemeler ve saçlarını topladığı file de incilerle bezenmiş. İspanyol tarzında

fileyle geride toplanmış saçları inci küpelerini görünür kılıyor. Düşesin

mücevherleri incilerden ibaret değil, boynundaki inciler büyük bir elmasla

sonlanıyor. Belinde de elmas ve yakutlarla süslü bir kemer takıyor. Eleonora’nın

mücevherleri, Medici sarayının kuyumcusu ve heykeltraşı Benvenuto Cellini’nin

tasarımıdır. Düşesin giysi ve mücevher tercihleri bilinçli bir mesaj içerirken,

Bronzino’nun portre için seçtiği malzeme de aynı amaca hizmet eder.

Sanatçının fonda kullandığı mavi, lapis lazuliden elde edilen bir pigmenttir.

Rönesans boyunca pahalı olması sebebiyle çoğu zaman sadece Meryem Ana’nın

elbiselerinde kullanılan maviden ressam, katı bir zarafet içindeki Eleonora için

alışılmadık bir fon oluşturmayı seçmiştir. Figürü çarpıcı biçimde öne çıkaran fon, düşesin

başının etrafında bir aydınlık alan oluşturur. Dinsel resimlerdeki haleleri

anımsatan bu uygulama izleyiciye figürlerin erişilmezliğini bir kere daha

anımsatır.



İspanyol kökleriyle gurur duyan Eleonora, siyasi evliliklerin normal olduğu bir

devirde, kaderin cilvesiyle aşk evliliği yapmış şanslı bir kadın figürü olarak

karşımızda durur. Kritik dönemlerde kocasının görevlerini üstlenmiş, 11 çocuk

doğurarak Medici tahtını güvenceye kavuşmasını sağlamıştır. Düğün

merasiminden itibaren tıpkı eşi gibi İtalyan sanatçılarla sağlam ilişkiler kuran entelektüel bir karakterdi.

Bronzino, düşesin bugün dünyanın farklı noktalarında sergilenen birçok

portresini yaptı. Günümüzde Prag’ta yer alan Eleonora di Toledo tablosunda,

düşes kırmızı ve İspanyol tarzı bir elbiseyle görülür. Elbisenin omuz kısmındaki

incili detaylar Medici hanedanına bir gönderme ve düşesin istikrarlı tarzının bir

tekrarıdır. Ressam bu defa parmağındaki yüzüklerle ve elinin pozisyonuyla

Eleonora’nın tarihi rolüne dikkat çeker.



Not:  Vogue Türkiye Ekim 2021 sayısı için kaleme aldığım Bronzino'lu yazı. 

2 Aralık 2022 Cuma

İtalyan Lireti'nin Barok Çağı: Bernini

 

Başlığa bakıp, dudak bükenler, Bernini’ye paha biçemeyenler, Rönesans’tan çok kalbi Barok için atanlar toplanın İtalyan Merkez Bankası’na gönül koymaya gidiyoruz. Her ülkenin özgün parasının olduğu Euro’nun tekelleşmesiyle ortamın sevimsizleşmediği eski günlerden bir hatıranın peşindeyiz. 50000’lik İtalyan Liret’inin üzerindeki Bernini’ye çevrilen spotları yakmanın, ışığın aydınlığında biraz geçmişi kurcalamanın tam zamanı. Para yüzünden hep mutsuz mu olalım? Biraz da parayla saadeti konuşalım!


Geçtiğimiz günlerde mini dizi arayışları içerisinde dolaşırken, biraz 80'ler İtalya'sı görürüm umuduyla SanPa'yı (San Patrignano: Kurtarıcının Günahları) izledim. Neticede beklediğim İtalya'yı göremedim. SanPa bir belgesel olarak San Padrignano komününde Vincenzo Muccioli tarafından kurulan uyuşturucu bağımlılarına yönelik bir rehabilitasyon merkezinde geçen olayların gerçek hikayeleri ve görüntülerinden oluşuyor. İtiraf edeyim başından da kalkamadım, böyle şeyler daima ilgimi çeker. Neyse efendim belgeselin bir bölümünde San Patrignano'nun finanse edilmesi ve uyuşturucu piyasasında dönen büyük paralardan söz edilirken, banknotların üzerinde bir dizi sanatçı portresi dikkatimi çekti. Mübalağayı seven bünyem için ulvi bir kavrayış, "Elf gözlerin neler görüyor Legolas? " repliği gibi bir andı. 

İşte ekrandan bana göz kırpan, Mart 1984'te basılan paralardan bir tanesi yukarıda görülen 50000 Liret'lik banknot. Paranın ön yüzünde Barok dönemde ekol yararmış heykeltıraş ve mimar #gianlorenzobernini 'nin portresi ve Roma'daki sayısız eserinden biri olan Triton Çeşmesi yer alıyor.  Arka yüzde yine sanatçının imzasını taşıyan Scala Regia /Vatikan ve Konstantin'in Rüyası temalı atlı heykel bulunuyor. 

Bernini, 19. yüzyılın katı Klasizmi içinde, özellikle heykeltıraş olarak yerden yere vurulmuş olsa da artık herkes onun Barok heykelde öncü bir isim olduğunu ve bir ekol yarattığını kabul ediyor. Ünlü bir akademisyenin kendisi için " Shakespeare için drama neyse, Bernini için de heykel o ..." gibi bir cümle sarf etmişliği bile var. Bugün Roma'da listelerde tik atılmış yerleri üstünkörü gezerken adına en çok rastlayacağınız isim Bernini. Sanki bütün zamanların en üretken sanatçısı gibi gelse de kocaman bir atölyesi ve kendisinin yetiştirdiği onlarca yetenekli heykeltıraşı olduğunu unutmamak gerek. Atölyesi bir fabrika gibi çalışıyordu ve Bernini sipariş alma politikalarını mükemmel yöneten bir diplomatik kişilikti. Bugün hala bu atölye sistemiyle çalışan, hatta imzalarını bile asistanlarına attıran sanatçılar olduğunu da belirteyim


Yaşamı boyunca birçok papa, kardinalin ve hatta sınırları aşıp  XIV. Louis 'nin hizmetinde çalışmış bir sanatçıdan söz ediyorum. Yeteneği övülüp,  değeri ödenmiş bir usta. Hayattayken çok zengin oldu ve birçok meslektaşının aksine parayı doğru yönetmeyi başardı. Bir banknota en basılası en Barok sanatçı desem abartmış olmam. Bernini'nin diğer bir özelliği çalışmaktan yılmayan, sabırlı karakteri. Adeta heykektıraş ve mimar olmak için yaratılmış bir mizaç. Ani bir felç nedeniyle öldüğü gün bile atölyesinde bulunan bir işkolik aynı zamanda. 

Parasal mevzularda muazzam bir istikrar göstermesine karşın aşk hayatı pek parlak değil. Büyük aşkı Costanza tarafından aldatılmasıyla büyük bir buhran yaşıyor ve kötücül bir intikamın peşine düşüyor. Detaylara bakınca Costanza evli bir kadındır ancak Bernini Constanza'nın evli olmasına değil de kendisini eklek kardeşiyle aldatmasına sinirlenmiştir. Bir adam tutar ve sevgilisinin yüzünü usturayla kestirir. 

Her devirde olduğu gibi araya giren nüfuzlu kişiler bu sefer de Bernini için yasalarla oynayıverir. Nüfuzlu kişilerin Roma'daki Nirvana'sı olan papa Bernini'yi bir kadın yüzünden hapse atmasını beklemiyorsunuz ya!)

Bilindiği gibi Vatikan'da yasaların kadınları kolladığı pek vaki değildir. 

 Kısacası Bernini bu korkunç olayı gayet olağan biçimde atlatır, hiç ceza almadan hayatına devam eder. Skandal bayrağını bu defa kardeşi Luigi devralır. İkinci fotoda gördüğünüz Konstantin'in Rüyası heykeli yapılırken atölye çalışanlarından genç bir erkeğe tecavüz eder. Ailecek yine yakayı kurtarırlar. 


Konstantin'in Rüyası konusunda bahsi geçen Konstantin, I.Konstantin, şehrimizi (NovaRoma/ İstanbul ) kuran asabi ve vizyon sahibi komutan . Zamanın derinliklerindeki butün büyük komutanlar gibi Konstantin de gücünü ilahi bir kaynaktan alıyordu. İç karışıklıktan bıkan Konstantin, güneşin tepede olduğu bir gün gökyüzünde bir haç (Chi-Rho) görür. Bu haçın altında" bununla zafere ulasacaksın" yazmaktadır. Bundan daha açık bir ilahi mesaj olamaz herhalde! Büyük Maxentius'un ordularıyla iktidar için savaştığı sırada gelen bu mesajla olaylar gelişir. Tez zamanda lejyonlara, komutana gelen kutsal mesaj aktarılır. Göklerden gelen vahyin gücüyle Konstantin'in lejyonları, kendisi gibi kahraman olan ama ilahi kudreti bulunmayan Maxentius'un lejyonlarını alt eder. 

Öte yandan tarihte Konstantin'in İsa'nın ögretisini takip ettigine dair en ufak bir kanıt yoktur. 

Bernini heykelinde tam Konstantin'in ilahi mesajla yüzyüze geldiği o kutsal anı dondurur. Kutsal ışıkla çarpılan atın ve binicisinin gözleri kamaşmış, aniden esen rüzgarla her iki figürü de geriye doğru dalgalandırmıştır. Fakat bütün bu kudretli atmosfer heykelin 1669'daki soğuk kış günü ilk görücüye çıktığında yeterli olmaz. Bernini mekanı ve ışığı kullanmak uğruna (heykelin yerini de kendisi seçmişti) gerçekçilikten ödün vermiştir. Bir kere bu anın olmazsa olmazı haç hiç izleyicinin görüş alanına girmemesi sorunu vardı. İkonografik bulmacadaki bu yokluk, heykeli belirsizliğe sürüklüyordu. İmanlı Romalılar bu adamın kim olduğunu anlamakta güçlük çekiyordu. Dahası gün ışığının o çarpıcı efektinden yararlanmak uğruna heykel dört yönden görülebilme özelliğini kaybedip, bir duvar dibine mahkum edilmişti. Neredeyse kabartmadan hallice duruyordu. Dedikodu kazanları öyle bir kaynıyordu ki Bernini'nin statiği ayarlayamadığı için böyle bir tezgah kurduğu bile söylendi. Heykeldeki diğer problem Konstantin'in oldukça genç olmasıydı. Sakallı ve olgun bir diriliğe sahip olması gereken komutan toy bir oğlan olarak temsil edilmişti. Üstelik eyer ve dizgin gibi nesnelerden yoksun bir biniciydi. Ata gelince boynu ve kuyruğu gereksizce uzatılmış, kulakları da tuhaf bir biçimde yapılmıştı. Fakat Bernini ne yaptığını biliyordu. Tarihsel gerçekliğe sadık kalmaması tamamen yaratmak istediği o büyüleyici etki içindi. 






Heykel bugün Vatikan'da papalık sarayı ile San Pietro Bazilikası'nı bağlayan merdivenler olan Scala Regia'da bulunuyor. Scala Regia'ya salt bir merdiven demek haksızlık olur. Zira tasarımı Bernini'ye aittir ve Barok ihtişamını bütün gücüyle yansıtan bir yapıdır. Gel gelelim sıradan fanilerin bu merdivenleri aşması yasak olduğundan, dünya gözüyle Scala Regia ve Bernini'nin Konstantin'ini görmek pek kolay değildir. San Pietro'nun bir köşesinden kısıtlı bir karşılaşma deneyimi yaşayabilirsiniz. Tabii ki papalıkta hususi tanıdıklarınız varsa o zaman başka...
Bundan dolayı olsa gerek sanat tarihi de bu heykele, Bernini'nin diğer eserleri kadar odaklanmamıştır. Belki atlı süvari temasının çok kullanılması da bu ilgisizliğin bir başka sebebidir. 
    Sanatçının baş eserleri arasında gösterilen heykelin, diğer birçok eserinin aksine tamamen Bernini'nin elinden çıktığı düşünülmektedir. Geçmişe yönelik kayıtlarda başka hiçbir heykeltıraşın, Konstantin için ödeme almamış olması bu kanıyı güçlendirir. E madem konu paradan açıldı Bernini bu heykel için 7000 Roma Scudo'su ödeme aldığını da eklemek gerekir.

Veda Busesi

 Para tehlikeli bir şey olsa da kültürel kodları içeren dolaşımdaki en önemli meta. 
İtalyan Lireti birçok para birimi gibi kendini Euro'nun kollarına teslim ederek tarih sahnesinden çekildi. Günümüzde İtalya'yı gezen birinin cüzdanında bir Bernini, Caravaggio, Leonardo olsa fena mı olurdu? 
Paranın arka yüzündeki mitolojik karakterli Triton Çeşmesi'nden söz etmeyeceğim. Tarihin az bilinen Bernini'si
Konstantin'in Vizyonu bu yazı için yeterli bence. Bu meydanda bir süre sonra 100000 Liretlik Caravaggio ile dönemeyeceğimin garantisi yok tabi.
 "İtalyan Merkez Bankası geçmişini silemezsin!" diyerek bu yazıyı noktalamak, pardon ünlemlemek istiyorum! 

19 Kasım 2022 Cumartesi

Dünya Felsefe Gününde Schiller'in Önünde Buluşalım mı?

 #dünyafelsefegünü 'ne Gendarmenmarkt'ı Stendhal sendromu yüzünden kendimden geçerek gezdiğim bir anı getirdim. Berlin'de sanat zehirlenmesi yaşadığım ve kafam bi dünya olduğu için #Berlin ' e yine, yeni, yeniden gitmeliyim düşündürüyor beni bu kareler. Şimdilik eldeki fotoğraflarla günün anlam ve önemine Schiller, Berlin ve Naziler sarmalında bir yolculuk için beni takip edin. 


Schiller Anıtı , Almanya'nın medar-ı iftiharı filozof, şair ve yazar Friedrich Schiller'in 100. doğum günü onuruna yapılmış. Schiller aynı zamanda çok önemli bir oyun yazarı olduğu için Jandarma Pazarı Meydanı'nda eski Kraliyet Tiyatrosu’nun önüne kondurmuşlar anıtı. Aydınlanma Çağı'na damgasını vuran isimlerden biri olan Schiller. Berlin'in bu güzide meydanına tepeden bakması düşüncesi, kendisinin doğumunun 100. yılı münasebetiyle gerçekleşiyor.  Konunun gündeme gelmesi her şeye göz diken, bütün Akdeniz antik sitelerini sistemli bir şekilde tabiri caizse iç eden Kaiser Wilhelm sayesinde oluyor. Malumunuz kendisi sanata, felsefeye ve tarihe pek meraklı. İşte Friedrich Schiller'in doğum günü kutlamalarını da bizzat Kaiser Wilhelm finanse ediyor. Anıt için Friedrich Schiller'in 100. doğun günü olan 10 Kasım 1859 tarihinde meydana bir temel atılıyor. Daha sonra da anıt için bir proje yarışması açılıyor. Yarışmaya katılan projeler arasından ünlü heykeltıraş Reinhold Begas'ın tasarımı seçiliyor. İki yıl içinde heykel grubunun meydanı süslemesi öngörülmüşken Fransa-Prusya Savaşı patlak verince süre uzuyor. Hatta o kadar uzuyor ki açılış Schiller'in 112. yaşına nasip oluyor. Begas'ın imzasını taşıyan heykel grubu büyük bir beğeniyle karşılanıyor ve meydan Schillerplatz olarak isimlendiriliyor. 







Anıtın tasarımını yakından incelersek ilk anda çeşme olacakken direkten dönmüş gibi. Küp formlu kaidenin dört yüzünde yer alan aslan başlarından su akmıyor. Ancak her aslanın önüne yarım daire bir kurna yerleştirilmiş.  Sanatçının bir bildiği olsa da onu şimdilik biz bilemiyoruz. 

Kaidenin dört köşesi dört alegorik figürle desteklenmiş.  Elinde arp olan bir kadın figürüyle temsil edilen " lirik şiir"; kızgın ifadeli olan "trajedi" ; elinde tablet olan "tarih" ; elindeki parşömeniyle düşüncelere dalan "felsefe"nin kişileştirilmiş hali. Felsefe 'nin elindeki parşömende Yunanca "Kendini bil" yazıyor . 

Buradan Schiller'in meziyetlerini öğreniyoruz. Antik çağ düşünürleri ve yazarlarıyla kıyaslanıyor. Apollon'un liri, Sokrates'in “Kendini bil”i asla tesadüf değil. Dikkatinizi çekerim tarihi temsil eden figürün elinde aydınlanma düşüncesinde yine Alman ekolünün belirleyici isimleri Lessing, Kant ve Göethe’nin adları okunmakta. Schiller kaidenin zirvesinde, ayakta, başına yerleştirilen defne çelengiyle meydana "en çok beni görmelisiniz" tavrıyla bakıyor. Filozof ve alegorilerinin bu mağrur tavrı 1930’lu yıllara kadar meydanı süslüyor. 

1930'larda anıt Naziler tarafından kültürel ve ahlaki değerlere uygun bulunmadığından  sökülüp depoya atılıyor. Böylece Begas’ın Schiller’i “ideolojiye ters” mottosuyla Nasyonal Sosyalistler’in gazabıyla sürgüne giden veya yok olanlar listesine kaydedilen binlerce eser arasına yazılıyor. Bu tarihten sonra meydana bir daha Schillerplatz da denmiyor. SS’ler buraya Gendarmenmarkt diyor ve bu ad halen kullanımda.

Aradan yıllar, yıllar geçiyor. Berlin ikiye bölünüyor. Schiller ve Alegoriler’in süslediği anıt hatıralarda bir fotoğrafa dönüşmüşken. Berlinler’in aşkla yeniden buluşması söz konusu oluyor. Tam bu zamana doğru 1988’de anıtın eski yerine konması da her iki Berlin’in yaptığı kültürel bir proje kapsamında gerçekleşiyor. Nihayetinde anıt meydana kesin dönüş yapıyor.

Küçük bir ekleme anıtın bronz bir kopyası da Berlin 'deki Schiller Parkı'nda yer alıyor. Nazi 'ler onu depoya atmayı unutunca , heykel de savaş gazisi oluyor. Onun restorasyonu da 80'lerin sonuna havale ediliyor. 


Veda Busesi 

Reinhold Begas, Schillerplatz’daki heykel grubundaki ustalığını ispat edince Berlin ve çevresinde birçok meydan heykelini işi kendisine verilmiştir. Bugün Berlin’de elinin değmediği meydan ve müze bulamazsınız neredeyse. Berlin'e gidince bu bilgi lazım olur ve beni hatırlarsınız. Son olarak herkes kadehini felsefe için kaldırsın ya da bugünün anısına Schiller'in Insanin Estetik Terbiyesi Üzerine'sini okuyabilirsiniz. Ikinciyi yaparsanız bana biraz sitem edersiniz ama bugün de unutulmaz olur. Ne dersiniz? O zaman #worldphilosophyday 'imiz kutlu olsun. 



    11 Kasım 2022 Cuma

    Bond'un 60. Yaşını Film İzleyerek Kutluyoruz!

     Vesper martininiz hazırsa kadehleri tokuşturma zamanı, zira  MI6'in yakışıklı ajanı Ekim'de 60. yaşına girdi. Fakat her dem tazelenmeyi başardığı için yaşını tabi ki hiç göstermiyor.  Ian Fleming'in roman serisinden ilk uyarlanan film Dr. No 5 Ekim 1962'de İngiltere'de gösterime girdi ve olaylar gelişti. Karizması asla çizilemeyen James Bond sinemada birbirinden hoş, hadi itiraf edelim bazıları fazlasıyla dayanılmaz aktörlerce canlandırıldı. Öte yandan yaşı yetmese de birçok Bond fanı için tek gerçek 007 Sean Connery olarak kaldı. Gerçek şu ki ben onlardan değilim, benim jenerasyonum için Bond kaçınılmaz biçimde Rus görünümlü İngiliz Daniel Craig. Hem de No Die No Time'ın galasında giydiği fuşya smokine rağmen. Bu meyanda geçmiş Bondlar'ın kendisinin boyu bosu ve aksiyon sahneleri için yaptığı kırıcı eleştirilere de pek aldırmadığımı fark ettiğinizi ummaktayım. 


     Bond öyle bir fenomen ki kendisini canlandıran bütün aktörleri zirveye taşıdı ve hatta birbirine de düşman etti. Yaşlanıp, emekliliği gelen Bondlar tahtı genç bir 007'ye bırakma fikrine biraz bozuluyordu geçmiş yıllarda sanırım. Çalkalanmış fakat karıştırılmamış martinisi, dağları devirip kendisine zeval gelmeyen Aston Martin'i, Baretta 418'in soğukluğuna tezat olarak sergilediği sıcaklığı, sanattan spora olağanüstü entelektüel birikimi, bütün kadınları ve hatta bazen erkekleri de yoldan çıkaran cazibesiyle bütün zamanlar boyunca erkek izleyicinin en çok kendiyle özdeşleştirdiği karakterlerden birinden söz ediyoruz. Onu canlandıran aktörlerin de favorisi olması kaçınılmaz tabii ki. Ama biliyorsunuz ki hayatta her şeyin bir bedeli olduğu gibi Bond olmanın da bir bedeli var. Şan, şöhret, para, pul tamam da zaman değişti, tabi Bond da değişti. Sosyal medyanın gözü önünde  sınırları çizilmiş bir yaşam tarzı ve ölçüleri belirlenmiş bir fiziğiyle göz doldurması şart kraliçenin( ağzımız alışmasa da kralın )hizmetkarı ajanın. Sponsorluk bağlantıları ve göz önünde yaşam sorunsalını en ciddi yaşayan da kuşkusuz Daniel Craig oldu. Kendisine yapılan bütün "devam et" baskısına rağmen artık Bond olmaktan emekliliğini istedi. Emekli Bondlar'ın, Bond olarak kalma mücadelesini akıntının tersine kürek çekerek tamamladı. Birçok Bond hayranı yıkılsa da aşk için ölerek, 007'nin de duyguları olabilme ihtimalini hatırlatarak izleyiciye veda etti. 




    Eh biraz başa dönüp, maziye bir bakıvermenin zamanıdır. En başta dediğim gibi ilk Bond Sean Connery'di ve bu rol için peruk bile takmayı kabul etmişti. Hatta bir süre sonra derin bir soluk alarak 007'yi bir kenara atma cesareti gösterebildi. Yapımcılar anında yeni bir aktör buldu hem de bir berberde. Yapımcı Albert R. Broccoli berberde yan koltuğunda oturan George Lazenby'nin karizmasını MI6'e girmek için yeterli buldu ve onu bir deneme çekimine davet etti. Hepi topu bir çikolata reklamında oynayan genç aktör için muazzam bir kariyer planı olmalı. Ben olsam kalbim Broccoli'nin elinde kalırdı. Böylece havalı bir manken olan Lazenby 1969'da Bond'u canlandıran ikinci aktör olarak kayıtlara geçti. Kraliçenin Hizmetinde adını taşıyan film büyük övgüyle karşılandı. Ne var ki Lazenby konusunda yırtıcı sinema çevresi ikiye bölünmüştü. Negatif grup replikleri telaffuzuna ve hareketlerine kadar oyuncuyu eleştiriyordu; alt tarfı smokinin yakıştığı, yakışıklı bir herifti işte! Fakat yapımcılar ve izleyici memnundu İkinci filmi için müzakereler başladı. Ama o da ne Lazenby kendi istediği gibi bir Bond kurgulamak istiyordu. Klişelerden ve klasik beklentilerden uzak, özgün bir Bond olmaz mıydı? Bu isyankar düşünceler şiddetle reddedilince taze aktör Lazenby resti çekti ve bundan sonraki kariyeri hep sancılı devam etti. Reddedilmeyi kabullenemeyen yapımcılar onun kibirli ve set ekibiyle uzlaşmaz olduğunu, dahası Bond'un devam filmlerinde oynamak için yalvardığını söylemekten geri durmadılar. İlerleyen yıllarda Sean Connery, Lazenby'nin kibirli falan olmadığını tam aksi Broccoli'nin karanlık karakterli olduğunu söyleyecekti. 



    Bu biyografik ve bir miktar magazinel detayların ardından beyaz perdenin üçüncü Bond'una dönecek olursak Roger Moore'u görürüz. Albert R. Broccoli 1972'de sağlam bir kariyeri ve tanınmış bir yüzü olan Moore'a 007 olmasını teklif etti. Rolü alabilmesi için kilo vermesi ve saçlarını kestirmesi gerekiyordu ki bu Moore'un biraz kalbini kırmıştı. Ancak Bond olmak milyonlar kazanmaktı ve bu ufacık kalp kırıklığını bir nebze olsun hafifletebilirdi. Böylece kendisi 12 yıl boyunca 7 Bond filminde oynadı. Bond'a hayat veren en yaşlı aktör olmayı da bu sürede başarmış oluyordu. Son filmi çekip, artık MI6'ten emekli olduğunu açıkladığında 58 yaşındaydı. Moore için yaratılmış Bond 70'ler ruhuna hitap eden bir hava taşıyordu. Küstah ve mizahi yönü kuvvetli olan bir playboy olması yetmezmiş gibi her durumda kendini kurtaracak bir aparata sahipti. Birçok izleyici karakterdeki revizyonun Moore'un yorumu ve kişiliğinin  yansıması olduğunu sanmıştı. Oysa durum senaryonun istediğinden fazlası değildi. 


     Yeni Bond, daha önce el altından teklif yapılan Timothy Dalton oldu. Aslında yapımcıların artık Dalton için yeterli hevesi kalmamıştı ama Pierce Brosnan çok meşguldü. 1987 yapımı Gün Işığında Süikast ile Dalton ilk kez Bond olarak perdede yerini aldı. Bu film Moore'lu son iki filmden daha çok gişe hasılatı elde etti. 1989'da Öldürme Yetkisi'yle Dalton ikinci kez Bond olarak kameraların karşısına geçti. Fakat film lisanslama sorunları ve gişede çakıştığı Cehennem Silahı II, Hayalet Avcıları II, Indiana Jones (oo ilk Bond'da buradaymış), Batman gibi filmler nedeniyle beklenen etkiyi yaratamadı. Yine de gişede battı diyemeyiz sadece bomba gibi patlamadı o kadar. Dalton'ın Bond yorumu oldukça ciddi bulundu. Yönetmen bile eline silah alınca ciddi bir katile dönüşme potansiyeli olduğunun altını çizdi. Moore'un mizahi tipi yerini ciddi bir casusa bırakmıştı. İzleyiciler Bond'un değişen mizacından oldukça mutluydu. 3. film için anlaşması olmasına rağmen Dalton yasal sorunlar nedeniyle bir daha Bond olamadı. Bazı dijital mecralarda öldüğü için Bond olamadı yazsa da aldırmayın Dalton yaşıyor ve sağlıklı. 


    Bütün bunların ardından 1990'ların Bond'u Pierce Brosnan olarak ilan edildi 2002'i ye kadar 4 fillmde rol aldı. Bu arada eleştiriler "Bond'un eski masumiyetini yitirdiği" konusunda birleşti. Yine de filmler izleyiciyi yakalamayı başardı. Tam Brosnan 5. filmde oynamak için istekli olduğunu açıkladığı sırada, yaşı hakkında spekülasyonlar başladı. 2003'te aktör 50. yaşını kutlamaktaydı ve Bond'un artık eskisinden çok daha hareketli sahnelerde yer almasını bekleyen bir izleyici yetişmişti(Galiba bu biziz). Brosnan'ın hevesi 2005 Ekim'inde kursağında bırakıldı. Yeni aktörün açıklanış biçimi öncekilerden farklıydı. Brosnan düpedüz kovulmuştu. O da bunu her fırsatta doğruladı ve kalbinin kırıldığını yinelemekten çekinmedi. 

    Bu yazının yazıldığı anlarda halen en yeni Bond uvnanını elinde bulunduran Daniel Craig'in 007 olması fiziksel özellikleri nedeniyle tartışma yaratmıştı. Bariz biçimde sarışın ve 1.78 uzunluğunda bir Bond, izleyiciyi biraz hayal kırıklığına sevk etmişti.  Mevzu o kadar büyüdü ki Craig'in oynayacağı filmin boykot edilmesi için kampanyalar bile yapıldı. Bu noktada imdada yine herkesin en kıymetlisi, en kıdemli James Bond olarak Sean Connery devreye girer ve Craig'in rolün altından başarıyla kalkacağını, fiziksel görünümünün de 007 karizmasıyla örtüştüğünü vurgulamaktan çekinmedi. 
    Craig'in oynadığı Casino Royal 2006'da o zamana dek en çok hasılat yapan Bond filmi unvanını alınca  sarışın Bond için rüzgar tersine döndü. Performansı çoşkuyla alkışlandı. 007 olarak perdede göründüğü üçüncü film olan Skyfall bütün zamanların en hasılatlı Bond'u oldu. Skyfall'ın gişesi bütün filmler arasında da kendisini 28. sıraya oturtmuştur. 


    Craig 2012'deki Yaz Olimpiyatları açılış töreninde Kraliçe Elizabeth'e eşlik eden çekici ajan olarak film dışında da Bond'luk kariyerine devam etti. Aktör serinin şimdilik son filmi olan Ölmek İçin Zaman Yok ile Eylül 2021'de 5. ve son kez Bond karakteriyle beyaz camı aydınlattı. Amma da abarttın demeyin benim jenerasyonumun aklına Bond deyince Craig'in gelmesi kadar olağan bir şey yok. Benim en ayıla bayıla izlediğim Bond filmi yukarıda linkini bulacağınız, yazmalara doyamadığım Skyfall. Gelgelelim No Time No Die'da aşk için ölen James Bond teması, Sassi di Matera'nın ürpertici güzelliği ve tabi ki açılışta yüreğime tam isabet alan oku atmasıyla Dalida'nın sesinden Dans La Ville Endormie adlı şarkıyla beni benden almayı başardı doğrusu. 


    Daniel Craig'in MI6 kariyeri bittiğinden 007'nin kim olacağı tahminleri ortalığı kasıp kavuruyor. Kadın mı olacak, siyahi mi derken, Bond'un yaş günü kutlamaları dünyayı sardı sarmaladı. Açıkçası hem biz, hem dünya kutlayacak bir şeyler de arıyoruz belki bir taraftan. İşte bu kutlamaların bir ayağında artık birer kült haline gelmiş filmler gösterildi, Christies gibi müzayede şirketleri bu kutsal tarihin anısına açık arttırmalar düzenledi.  Gelirler de yardım kuruluşlarına aktarıldı.  Bir açıdan aşk için ölen son Bond cenneti garantilemiş oldu böylece.



    Tabii ki birilerinin de Türkiye'deki 007 fanlarını kollaması gerekiyordu ki beklenen hamle Beykız Kundura'dan geldi Beykoz Kundura da Türkiye'deki Bondçuları düşünerek , o muhteşem sinemasında birkaç seans Bond gösterdi. 📍60'lar Bond'u Sean Connorey , ben onun serisinden From Russia With Love'ı severim. Hem konu güzeldir hem de Rus taklidi yapsa da muazzam güzelliğiyle herkese kafa tutan Istanbul 'u izlemek gibisi yoktur. Hal böyleyken ben bu defa From Russia With Love'in devam filmi olan Goldfinger 'ı izledim Beykoz'da.

      Takvimim ona uygundu. Bond'u bizim jenerasyonumuzun Bond'una göre daha az aksiyonlu bulduk tabi bir kere daha, ve daha az çekici. 
    Alp manzaraları falan fazlasıyla güzeldi. İnsan tv'de bazı detayları göremiyor normal olarak.
    Senaryoda bir devamlılık sorunu da vardı. Klasikler yine de güzeldir. İlla ki her şeyi kendi çağının ruhuyla değerlendirmek gerekir.
    Diğer yandan  60'larda çekilen filmin günümuz imkanlarıyla aşık atmasını beklemiyorum. Sadece aynı donemdeki Türk filmlerinin çağımızdan bakınca tu kaka bulunması da doğru gelmiyor bana. Yeniden Kundura'nın petrol yeşili kadife salonuna dönersek,Shirley Bassey'nin sesiyle film kapandı biz de Bond'un 60. yaşını kutlamaya Kundura'nın restoranına geçiş yaptık Biz derken tüm sinema salonu.
    Bütün Bondlar için kırmızının en kadehte güzel duranını kaldırdık. Vesper Martini en çok 007'ye yakışıyor, farkındayız yani. 
    Son bir ekleme Beykoz Kundura'da bira içerek film izlenebiliyor. Restoranda servis mükemmel, şaraplar buz gibi fakat yemeklerin biraz daha lezzetli olmasını beklerdim. Aralık ayına kadar Bond gösterimleri devam edecek. Bence kaçırmayın, klasikleri sinemada izlemek gibisi yok. Hele de Kundura'nın nostaljik havasında yapraklar dökülmüşken...

    İyi ki doğdun Bond!
    Nice 60 yaşlara...
    Bu dileği gerçekleştirebileceğine hiç şüphem yok! 

    31 Ekim 2022 Pazartesi

    Bir Avuç Zeytin, Bir Avuç Karia Güneşi: Milas

     Yaz kalbi Ege'de atar. Şıpıdak terlikler beyaz boyalı, çatısız evlere tırmanır, hasır şapkalar tekneden uçar, güneş gözlükleri kaybedilir. Bavulu Ege'de açanların favorisi mavisi badana sektörüne ilham veren Bodrum'dan gayrısı değildir. O kadar ki Balıkçı'nın Bodrum'u bendini çiğneyip aşmış, Milas'ın bir takım mahallelerini de gayriresmi bir gayretle kendi haritasına katmıştır. Bugün anlı şanlı internet sitelerinde, 132 mahallesiyle Muğla'nın ilçesi konumundaki Milas "Bodrum'a bağlı" olarak tanımlanır. İşte bu yazı bütün yanlışlara nanik yapmak amacıyla, Milas'ı Bodrum'a entegre etmeye meyilli dosta düşmana ve bilumum seyahat ulemasına yazılmıştır. 

    Fotoğraf:Milas Belediyesi

    Milas planı yaparken uçak fevkalade bir seçenek. Fakat bölgeyi kafa nereye biz oraya tavrıyla gezmek için araç şart. Öncelikle mevzu yaz, konu bronzlaşmak ve şarkıdaki gibi yer yer yozlaşmaksa merkezi es geçmeniz yararınıza olacak. Milas merkezden plajlara, koylara gitmek aracınızla en az 30-40 dakika sürüyor ki termometrenin kırmızı çizgisi an be an kızarırken bu uzaklık bünyeyi feverana sürükleyebilir. O halde ilçenin en güneyinden, Bodrum sınırından Milas'a başlayabilirsiniz. 

    Havaalanından daha güneye inerseniz, kendini bayağı bayağı Bodrumlu zanneden Boğaziçi ile tanışabilirsiniz. Burası gizli balıkçıları ve flamingoların konakladığı tuzlasıyla meşhur bir dönemin pitoresk balıkçı köyü.  Şimdilerde yazlık evlerle dolup taşan birçok siteye ev sahipliği yapan Boğaziçi konumu itibariyle her yere uzak. Mazı'ya da gitseniz, Bodrum'a da inseniz, Güllük'e de uğrasanız en az 40 dakika araba kullanmanız gerekiyor. Flamingo zamanı gidip sonra da meşhur balıkçılarda mola vermek için tercih edebileceğiniz günübirlik kaçamak alanı diyebilirim. Flamingolar da ocak ayında bölgede oluyor.

    Güllük: Avareliğin Tadı
    Güllük bölgenin neredeyse en güney semti. 80'lerden evvel kimsesiz bir balıkçı kasabasıyken, komşu ilçenin heyula gibi genişlemesi, liman hacminin artması ve hava alanının kurulmasıyla yazlıkçıların ve dolayısıyla küçük otellerle dolup taşan bir yerdesiniz. Böyle anlatınca tatsız bir tablo çizdiysem de Güllük öyle tatsız bir yer değil. Hala sahil boyunca dizili taş evler, halk plajında güneşlenecek sakin bir alan bulabileceğiniz bir Egeli. Fakat öyle ıssız, terk edilmiş falan değil. Bilhassa akşamüstleri restoranlarda iğne atsanız yere düşmüyor. Pita Pizza ve Eski Depo gibi bizim favorimiz olan restoranlar, Güllük ahalisinin de favorisi. Eğer sahilde başta bu iki mekan olmak üzere herhangi bir yerde akşam yemeği planı yapıyorsanız mutlaka yerinizi erkenden ayırtmalı ve yanınıza en güçlü sinek kovucuyu almalısınız. Sinek kovucu da restoran seçimi kadar önemli, yoksa kulaklarımı acı acı çınlatırsınız ki bunu hiç istemem! 


    Güllük'ten biraz daha güneye inerseniz, kendini bayağı bayağı Bodrumlu zanneden Boğaziçi ile tanışabilirsiniz. Burası gizli balıkçıları ve flamingoların konakladığı tuzlasıyla meşhur. Yazlık evlerle dolup taşan birçok siteye ev sahipliği yapan Boğaziçi konumu itibariyle her yere uzak. Mazı'ya da gitseniz, Bodrum'a da inseniz, Güllük'e de uğrasanız en az 40 dakika araba kullanmanız gerekiyor. Flamingo zamanı gidip sonra da meşhur balıkçılarda mola vermek için tercih edebileceğiniz günübirlik kaçamak alanı diyebilirim. Flamingolar da ocak ayında bölgede oluyor. 

    Evlerin yamaca doğru sıralandığı Güllük'te Batılı turistler ve uzun yıllardır buraya gelip giden büyük şehirliler genel nüfusu oluşturuyor. Son yıllarda Ege'yi ve Akdeniz'i işgal eden Euro bölgesi misafirleri ve Orta Doğu zenginleri için hala cazip değil. Henüz az keşfedilmiş anılardaki Bodrum, Marmaris havası yaşanıyor diyebilirim. Kıyıya tur tekneleri hengamesiz yanaşırken ve Pita'nın kadehlerine ay ışığı düşerken, yan masadan Paul Eluard'ın Özgürlük şiiri üzerine dönen kalabalık bir sohbet kulağınıza çalınıyorsa, etrafa iyice bakın büyük ihtimalle Güllük'tesiniz. 

    Karia'nın Keramos'u Ören 
    Milas'ın denize bakınca çakıl taşlarını elmasvari gösteren sahillerinden biri de Ören. Yazlıklardan havalanan çocuk kahkalarına tezat olsun diye tanrı buraya güneşin denizde binbir renkle parçalanarak batması romantizmini vermiş. Okulların açılmadığı erken yazda buradaysınız Milas'ın girişine "İşte Huzur" tabelası asmak işten bile değilmiş; yani ben esnafın yalancısıyım. Ağustos sıcağı beynimizi bronzlaştırırken huzur burada ancak bir sokak adı olabilir. İşte böylesi bir kalabalıkla tanışıyoruz mikroskop billurluğunda denizi olan Ören'le. Dönem filmlerindeki plaj atmosferine, Ege şivesi karışıyor. Ağırlıklı olarak Denizli'den gelen yazlıkçılar etrafı kuşatmış, hasır şemsiyeler altında şezlong bulmak yine de zor değil. Hafta içi olmasının verdiği şans belki de. Milas'tan 40 kilometre uzaklıkta olan Ören'e de viraj mağduru yollardan ulaşılıyor. Havaalanından uzaklık 1 saatten fazla. Burayı yaz günü "Bodrum seyahatine ekleyin" diyen gezici time sormak isterim "neden?" diye. Bırakın Ören'in tadını da Ören'e gelenler çıkarsın. Günübirlik onca yolu gelmek hem zahmetli, hem de Bodrum'da da birçok güzel koy var. 
    Ören'de ev kiralayabilir, pansiyon ve butik otel seçeneklerini inceleyebilirsiniz. Öyle büyük, her şey dahilli otellere bu mevkide rastlanmıyor. Boşuna aramayın. Eğer yüksek sezonda yola düşmüşseniz konaklayacağınız yeri mutlaka en az 1 ay evvelden ayarlayın. Seçenek az, tatilci çok olunca böyle oluyor. Ören'de deniz muazzam, Elizabeth Taylor'ın gözleri kadar mavi, büyüteçle bakıyormuşcasına berrak. O kadar yoldan gelince muhakkak denize girmelisiniz. Dahası akşamüstü plajda yer şezlongların yerini alan masalara kurulup güneşin denizde kaybolan renklerine kadeh kaldırıp, Ege otları ve balıklı sofraya dalabilirsiniz. 
    Fotoğraf: Milas Belediyesi


    Fotoğraf: Milas Belediyesi


    Öyle kendini dinleyen, mavi mavi masmavi bir belde de Yeşilçam filmi tadında bir tatil hayal ediyorsanız buna karşı çıkamam ama biraz kalp çarpıntısına hayır demeyenleri Alatepe'ye doğru yola çıkmaya davet ediyorum. Yamaç paraşütüne hazırsanız sarp kayalıklardan Gökova Körfezi'ne ve Ören'in manzarasına karşı uçabilirsiniz. 
    Antik dönemdeki ismi Keramos olan Ören, Muğla ve Aydın'ı kapsayan 820 kilometrelik yürüyüş rotası Karia Yolu'nun da bir parçası. Burada rehberli yürüyüşlere katılıp antik Karia'nın zenginliğiyle doğanın zenginliği içinde kaybolabilirsiniz. Tabi ki yazın bu fikir pek cazip gelmeyebilir ama sıcaklığın mont-bere ikilisini pek görmediği bir bölge burası. Akdeniz'e bir karış uzakta olmanın coğrafi avantajlarını kullanmak lazım. 

    Fotoğraf: Milas Belediyesi

    Ören'den Milas'a dönerken ya da Milas'tan Ören'e giderken kahverengi tabelalarda Beçin Kalesi 'ni görebilirsiniz. Yerleşimi erken çağlara kadar uzanan kalenin bugünkü hali Bizans'tan yadigar. Arkeolojik kazıları son sürat süren kale medrese, cami, han, zaviye, tekke gibi birçok yapıdan oluşan büyük bir kompleks. Yaz ve kış dönemi açılış-kapanış saatlerini arayıp öğrenmenizi öneriyorum. Bazen küçük yerlerde mesai, resmi saatlerle örtüşmüyor ve boşuna onca yol gidilmiş oluyor. 

    Kapıkırı Köyü'nde Antik Herakleia'ya Yolculuk

    Milas'da olmak demek, tarihin ve doğanın birlikte soluk aldığı Karia'da olmak demek aynı zamanda. Küçük Asya'nın güneybatısında kalan bölge binlerce yıl evvel Karia olarak isimlendiriliyordu. Karialılar yaşadıkları bölgenin kaçınılmaz sonucu olarak denizcilik konusunda ustalaştılar. Bununla beraber tarımsal üretim açısından da becerikli olduklarını biliyoruz. Zeytin, zeytinyağı, bal, üzüm, şarap, kuru incir gibi ürünleri bölgenin en önemli ihraç malları arasında yer alıyordu. Karia hakkında bu minicik girişi yaptıktan sonra rotamızı Bafa'ya daha doğrusu Herakleia'ya çevirebiliriz. Herakleia günümüzün Kapıkırı Köyü'yle  iç içe geçmiş durumda. Köyü patika patika gezmeden, yazma satan teyzelerle iki satır laf etmeden, göle bakan restoranlardan birinde yılan balığı yemeden antik Herakleia'yı anlamak olanaksız. Çünkü köyün DNA'sında her duvarında, her yalağında, her pencere sövesinde zamanın ötesinden bir iz gelip güneş gözlüğünüzün camına tık tık yapıyor. 
    Fonda Beşparmak Dağları'nın tanrısal cüssesi, önünüzde bir zamanlar deniz olduğunu hatırlatan Bafa Gölü varken, Kapıkırı Köyü'nün henüz yeterince turistik olmamış mizacını seveceğinizi düşünüyorum. Bir de adını Herakles'ten (Herkül) alan Herakleia Antik Kenti'nin kalıntılarını keşfedince Bafa aklınızda başka türlü kalacak mutlaka. 



    Kapıkırı Köyü'nü gezinirken, köyün içinden gölün farklı patikalarına ve değişik yollarına sapmaktan imtina etmeyin. Herakleia'yla ilk tanışma karada başlıyor. 2 bin yıl önce Ege 'ye açılan bir körfez olan göle açılan antik liman kalıntıları Kapıkırı'nın her kilometrekaresinde karşınıza çıkacak. Mozaikler, kemerli kapılar, zamana ve iklime direnen mekanlardan izler Kapıkırı'nın her yerinde. Daha sonra Bafa ya da antik Latmos'un kıyısına inip, tır tır tır öten bir motora atlayıp adacıkları üzerindeki tarihi keşfedebilirsiniz. Göldeki adalardan biri coğrafya derslerinde öğrendiğimiz bilgilerle tanımlayabileceğimiz, dört yanı denizle çevrili sahici bir ada. Diğeri bir kıstakla anakaraya bağlı ve üzerinde kale kalıntılarıyla tartışmasız iddialı bir güzellik içinde. Beyaz kumlu bir plajın arkasında kale kalıntıları olan ve deniz gibi uçsuz bucaksız görünen bir gölden söz ediyorsak iddialı ifadeler kullanmak kaçınılmaz gördüğünüz gibi. 

    Mylasa, Uzunyuva Sütunu, Müze ve Bazı Tarihsel Yanılgılar

    Milas ilk bakışta pek çaktırmasa da kendisine içkin bir antik yerleşim olan Mylasa'yı bağrında taşıyor. Antik Mylasa'nın ismi ilçenin resmi adı olarak hala kullanımda, ondan kalan birçok kalıntı da cadde ve sokaklarda gözlemlenebiliyor. Mylasa tahmin edebileceğiniz üzre bir Karia kentiydi. Delos birliğinin üye kentlerinden biri olan Mylasa, Perslerin ve Bizans'ın hakimiyetinde kaldı. 
    Bugünlerde yanına yapılan müze binasıyla gündemden düşmeyen Gümüşkesen Anıtı, Baltalı Kapı, Roma döneminden kalma mezarlar ve su kemerleri şehrin tarihi koordinatlarının sokaklara saçılmış hali. Gümüşkesen Anıtı'nın etrafı inşaat kafasıyla paketlendiği, daha doğrusu şantiye sahasında kaldığı için görülemiyor olmasına ne desem bilemiyorum. Sadece görülemiyor olması değil, etrafına yapılan binalar da ayrı bir problem. Milas'ın gözden ırak kalmış, bir ölçüde kuytuda olmasının bir sonucu bu maalesef.  Milas'ın en güzel koylarında tekneyle keyif yapan kaç kişi Gümüşkesen'i merak etmiştir, değil mi? 




    Hekatomnos Anıt Mezarı ve Uzunyuva sütunu günümüzde içinde etnografya müzesinin de olduğu geniş bir kompleksin parçası. Hekatomnos, Karia'nın kurucu satrapı ve mezarının keşfi 2010 gibi yakın bir zamana tekabül ediyor. Hal böyle olunca çalışmalar sürdüğü için arkeolojik alanda fotoğraf çekilemiyor. Zaten mezar yapısı kaçak bir kazıya da sahne olmuş, bu sebeple etrafı kapatılmış, üzeri de çatıyla örtülmüş. Çatıyla kapatma meselesi akademik çevrelerde halen tartışılıyor. Mezar yapısının platformuna uzanan merdivenler dışında alan henüz pek ziyaretçi beklentilerini karşılamıyor. 
    Uzunyuva'daki korinth nizamındaki sütun M.Ö. 1. yüzyıldan beri Hisarbaşı Tepesi'ni süslüyor. 2000 yıldan fazla bir zamandır leyleklerin ev olarak kullandığı sütunun adı da bu kullanımdan kaynaklanmakta. Uzunyuva'nın uzunu sütun, yuvanın sahibi de leylekler anlayacağınız. Sütun, Mylasa kentinin önde gelenlerinden Euthydemos'un torunu Menandros'un talimatıyla yaprılmış bir onur sütunudur. Sütunun üzerinde ilk yapıldığında Menandros'un heykeli ve bir yazıt yer aldığı bilinmektedir. Heykel zamanın hangi noktasında kayboldu bunu bilemiyoruz fakat sütunun yazıtı eski konağın sahibi tarafından sildirilmiştir. Bu yazıtın silinmiş olması tarihte birçok arkeoloğu sütünla ilgili yanlış yorumlara sürüklemiş ve sütunun burada yer alan antik bir tapınakla ilişkili olduğu varsayımlar ortaya atılmıştır. Ev sahibini sütun üstündeki yazıtı sildirmeye iten motivasyon neydi merak etmiyor değilim doğrusu. 

    Veda Busesi

    Milas'lı yazıların ilki, cırcır böceği korosunun, zeytinliklerle süslü sahillerinin, göz kamaştıran antik kentinin güzelliğiyle IASOS 'tan gelmişti. Geç olmadan Euromoslu ve Labrandalı yazıları da kaleme almalıyım. Belki Herakleia'yı da ayrı bir başlıkta upuzun anlatırım. Şimdilik bu yazı doğal sınırlara ulaştığından sözlerime son vermem gerektiğini hissediyorum. Milas'ı yol haritanızda işaretlemeyi unutmayın. Milas'ı sevmemek zaten olmaz da bir köftesi, bir tavada ciğeri var benden duymuş olmayın, insanı ne yollardan döndürür, ne rejimler bozdurur öyle böyle değil! Ortama tıka basa doyma önerisini de bıraktığıma göre, huzur içinde yazımı kapatabilirim artık.