24 Mart 2023 Cuma

Tasarımıyla Fark Yaratan Müzeler


Tasarımıyla kentleri markalaştıran yapılar vardır. Sanatın gücünün teknoloji ve tasarımla buluşmasının yarattığı, deha kadar cesaretiyle de peşine düşülen yapılar. Son yıllarda tasarımıyla kentlerin sembolü olan müzeler, artık kültür yapısı olmanın çok ötesindeler...

Sanatın devrimci tavrının mimariyle buluşması kentleri belleklerde unutulmaz kılar. Mimarlık bu gizemi biraz olsun aralamanın en somut aracı olarak apaçık karşımızda durur. Sıradan bir kulübeden görkemli saraylara kadar her yapı, içinden çıktığı çağın ruhundan izler taşır. Teknoloji, gelenek, kültür, ihtiyaç ve ekonomi mimari eserin karakterine işlenir. Ayasofya’nın kubbesinden Brunelleschi’nin dehasına, Mimar Sinan’ın mekan anlayışından Corbisier’e uzanan coşkulu bir serüven mimarlığın öyküsü.  Malzemenin ve tasarımın sınırlarını zorlayan günümüz mimarlığı halen yarattığı muazzam eserlerle heyecan dolu anlatımına hızla devam ediyor. Strüktür, fonksiyon ve kültürü yansıtan son yılların en gözde yapılarıysa müzeler. Dünyanın dört bir yanından sadece koleksiyonlarıyla değil, bulundukları şehre ayrıcalık kazandıran bu müzelere yakından bakmanın tam zamanı.

Guggenheim Bilbao “Bilbao Etkisi”

İspanya’nın kuzeyinde, Bask bölgesi sınırları içinde kalan Bilbao esasen büyük sanayi kuruluşlarıyla gerçek bir endüstri şehri olarak tanımlanıyordu. Takvimler 1997’yi gösterdiğinde ABD’li Guggenheim Vakfı, New York ve Venedik’in ardından üçüncü müzesini Bilbao’da açınca şehir bir anda sanatseverlerin radarına girdi. Müzenin çağdaş sanat koleksiyonu göz önüne alındığında bu mutlaka beklenen bir sonuçtu ama müze çarpıcı mimarisiyle yalnızca sanatseverleri değil, yeni keşifler peşinde koşan seyahat tutkunlarını da büyüleyen bir fenomen haline geldi. Nervion Nehri kıyısında, 16 bin farklı bileşenle çelik iskeletli müze, yenilikçi tavrıyla mimarlık tarihinde yaşarken efsaneleşen Frank Gehry’nin imzasını taşıyor.  Titanyumla kaplı Guggenheim Bilbao, Gehry’nin sınırları zorlayan tavrının ve teknolojik arayışlarının zirvesi olarak kabul ediliyor.  Başucundaki La Salve Köprüsü ve kentsel dokunun olağan bir uzantısı gibi tasarlanan müze Bilbao’nun kültürel ve ekonomik dönüşümünde o kadar etkili olmuş ki dünya genelinde bu durum “Bilbao etkisi” olarak adlandırılmış.



Titanyumla kaplı, kıvrımlı cephesinin yarattığı ışık oyunlarıyla kilometrelerce uzaktan fark edilen yapının girişini de dünyaca ünlü sanatçıların eserleri süslüyor.  Üzeri çiçeklerle kaplı devasa boyutlardaki Yavru Köpek heykeli Amerikalı heykeltıraş Jeff Koons’un eseri. Çelik bir yapı üzerine tasarlanan heykel cam güzeli, petunya, begonya gibi çiçekleriyle yaşam enerjisini müzeye taşıyor. Fransız Louis Bourgeois’in “Anne”  temasıyla ele aldığı çelik, bakır ve mermer malzemenin bütünleştiği 9 m yükseklikteki örümcek heykeli ve Anish Kapoor’un paslanmaz çelik kürelerle tasarladığı çalışması müzenin fantastik görüntüsünü daha da öne çıkaran eserler.

Sıra Dışı Bir Meksikalı: Soumaya Müzesi

Meksika’nın başkenti Meksiko gerçek bir müzeler şehri. Şehrin mimari belleğine yakın zamanda katılan Soumaya Müzesi’yse ezber bozan görüntüsüyle bu müzeler arasında apayrı bir yere sahip. Carlos Slim Vakfı tarafından finanse edilen müze, 66 binden fazla eseri izleyiciyle buluşturuyor. 1994 yılından bu yana faaliyet gösteren müze, asıl şöhretini 2011 yılında Plaza Carso’daki yapıya taşındıktan sonra kazandı. Meksikalı mimar Fernando Romero tarafından tasarlanan yapı, 16 bin altıgen alüminyum levhayla kaplı cephesi ve çelik sütunlarla desteklenen organik formuyla kısa sürede şehrin simgelerinden biri haline geldi.  Her biri ayna etkisi yapan 16 bin çelik aynayla mücevher gibi parıldayan Soumaya Müzesi, ışıkla olan ilişkisiyle tam bir ilüzyon yaratıyor. Işığın yüzeyde dağılmasıyla, müzenin görünümü günün saatlerine ve atmosfer olaylarına göre değişiklik gösteriyor. Müzenin bulunduğu meydandaki ofis ve ticaret binaları da yine Fernando Romero’nun imzasını taşıyor.


 Müzeyi Meksika’ya armağan eden, Mekasikalı iş insanı ve koleksiyoner Carlos Slim.  Yapının adı da Carlos Slim’in 1999’da hayata veda eden eşi Soumaya Slim’in anısını yaşatmak üzere seçilmiş. Kar amacı gütmeyen müze, Meksiko’nun alışılagelen yapılarının arasında organik formu ve bitmeyen ışıltısıyla neredeyse bir heykel gibi yükseliyor.

Soumaya Müzesi çevresine ilham veren ikonik dış cephesi dışında sanat tarihinin etkileyici isimleriyle dolup taşan koleksiyonuyla da sanatseverlerin çekim alanında. Rönesans’ın büyük ustası Leonardo Da Vinci, Sandro Botticelli, Artemisia Gentileschi, El Greco, Tintoretto, Esteban Murillo, Henri Matisse, Auguste Rodin, Pablo Picasso, Salvador Dali müzenin daimi koleksiyonun ünlü isimlerinden bazıları. Soumaya, Fransız heykeltıraş Auguste Rodin’in heykellerinden oluşan geniş bir koleksiyona da sahip.

Kristal Bir Meydan Okuma: Royal Ontario Müzesi

Toronto’da 1914’te kurulan Royal Ontario Müzesi (ROM), sanat, doğa tarihi ve dünya kültürüne uzanan koleksiyonuyla hep ilgi odağı olmayı başardı. Amerika’nın en iyi 10 kültür kurumu arasında bulunan ve Kanada’nın en kapsamlı müzesi 40 galeri ve sergi alanıyla, yaklaşık 13 milyon sanat eseri, kültürel obje ve doğa tarihi örneklerinden oluşan bir koleksiyona ev sahipliği yapıyor.


Müzenin ilk yapımı, Toronto’da 20. yüzyılın ilk çeyreğinde kurumsal binaların çoğunda imzası bulunan Frank Darling ve John A. Pearson’ın tasarımıydı. Günümüzde batı kanadını oluşturan bu bölüm, klasik mimari üsluplardan Romanesk’in eklektik anlayışla yeniden yorumlanması üzerine kurulan, kütlesel bir forma sahipti. Müzenin koleksiyonu ve araştırma alanlarındaki misyonu arttıkça, kapasitesinin arttırılması için çözümler arandı. Queen’s Park’a bakan doğu kanadı için bu defa yine Torontolu mimarlar olan Alfred H. Champman ve James Oxley’in tasarımıyla ilk büyük genişletme projesine başlandı. 1933’te tamamlanan bu yeni mekanda neo-Bizans stilini yansıtan cephe ile Art Deco’nun bir sentezi yaratılmaya çalışılmıştı. Bu dönemde eklenen cam mozaik tavanlı rotondada altın yaldızlı uygulama tamamen Bizans esintileri taşıyordu ve yapının ilk tasarımından tamamen farklıydı.

Takvimler 2002’yi gösterirken, ROM’da asıl çarpıcı değişim için girişimler başladı. Büyük değişimler ve yenileme hedefiyle yola çıkılmıştı ve projeye ROM’un Rönesans’ı adı verildi. Açılan uluslararası yarışmada Daniel Libeskind’in tasarımı ipi göğüslemeyi başardı. Müzenin sergi salonlarında ve galerilerinde büyük bir yenileme gerçekleşti. Ama projenin asıl sürprizi, asıl yapıya eklemlenen ve dev kristal yapıydı. Queen’s Park Caddesi’ne bilinmeyen bir dünyadan fırlatılmış gibi duran bu nefes kesici kristalle müze büyük ölçekte bir sansasyon yaratmayı başardı. Lee-Chin Kristali olarak anılan yapı cam ve çeliğin bileşiminden meydana gelen ve farklı işlevleri olan beş bölümden oluşuyor. Kristalin iskeletinde 3500 ton çelik, 38 ton cıvata kullanılmış ve yaklaşık 38000 metreküp beton dökülmüştür.

Günümüzde Kanada’nın en çok ziyaret edilen müzesi olan ROM, koleksiyonu kadar Libeskind’in mimari dehasını yansıtan kristaliyle de ilgi odağı. ROM’un Rönesasans’ı projesi tamamlandığında 270 milyon Kanada dolarına mal olmuştu. Maliyetin 30 milyon Kanada dolarlık kısmını müzenin sembolü haline gelen kristale adı verilen, milyarder iş insanı Michael Lee-Chin tarafından bağışlandı.

Futuristik Formun Cazibesi: Niterói Çağdaş Sanat Müzesi

Rio de Jenario’dan deyince insanın aklına, rengarenk karnavallar, sonsuz eğlence, Kopakabana gibi plajlar ve tabi ki futbol geliyor. Rio de Jenario farklı kültürlerin buluştuğu büyük bir eyalet olarak Brezilya’da ayrı bir yere sahip. Rio de Jenario sınırları içinde kalan Niterói ülkenin varlıklı kesiminin yaşadığı, huzurlu bir şehir. Billur gibi plajlarla çevrili şehrin sembolüyse 1996 yılında inşası tamamlanan Niterói Çağdaş Sanat Müzesi. Guanabara Körfezi’nde, romantik bir kumsalın bitimindeki kayalık alan üzerinde yükselen müzenin tasarımı, modern mimarinin önemli temsilcilerinden biri olan Oscar Niemeyer’a ait.


 50 metre çapında ve neredeyse 2 bin metrekare alanıyla dairesel gövde ilk bakışta yer çekiminden bağımsız bir görüntü çiziyor. Kaya parçasının üzerinde yarattığı güçlü formuyla manzarayla bütünleşip farklı bir müze algısı yaşatıyor. Dairesel formuyla, deniz ve adalarla çevrili manzaraya konmuş bir uzay gemisi gibi görünen müze Niemeyer’in hayal gücünün sınırlarında dolaşan eserlerinin başında geliyor.

Bir kumsalın ucunda, uçan daire biçiminde bir müzeye girmek bile yeterince heyecanlıyken, girişte yer alan 98 metrelik yakut kırmızısı, kıvrım kıvrım bir  rampadan yürümek gerçekten farklı bir çağa yol almak gibi hissettiriyor. Dört kattan oluşan müze binası denizin ve gökyüzünün doğal güzelliğinin de sergilemeye dahil olmasıyla sonuçlanan bir ziyaret vaat ediyor. Müzede Guanabara Körfezi’ni avuçlarınıza bırakan bir bar ve restoran da mevcut.

Niterói Çağdaş Sanat Müzesi’nin mimarisine gizem katan bir diğer unsur binanın ayağını çepeçevre kuşatan havuz. 817 metrekare genişliğindeki bu su aynası hem yapının denizle olan ilişkisini vurguluyor, hem de yarattığı yanılsamayla hafiflik hissi yaratıyor.

Brezilya çağdaş sanatının seçkin örneklerini koleksiyonunda barındıran müze ,açıldığı günden bu yana dünyanın mimari harikalarından biri olarak kabul ediliyor.

Louvre Müzesi: Klasikten Geleceğe

Paris’in cazibesinin vazgeçilmez parçası hiç şüphesiz Sen Nehri’nin kenarında süzülen Louvre Müzesi. Fransa’nın ilk devlet müzesi olma özelliğini elinde bulunduran Louvre’un yapılış öyküsü 12. yüzyıla dek uzanıyor. Fransız İhtilali’yle sarayın kaderini tümden değiştiriyor ve Louvre bütün zamanların en popüler müzelerinden biri haline geliyor. Erken dönemlerden 21. yüzyıla kadar sanat tarihinin her döneminden eserler içeren koleksiyonuyla hep gündemde kalmayı başaran müzenin mimari gelişimi ise ayrı bir tartışma konusu.

Yapıldığı andan zamanımıza kadar Louvre’da o kadar çok yenileme ve genişletme çalışması olmuş ki özellikle klasik dönemin farklı üsluplarını yapıda izlemek mümkün. Fakat Louvre’un görünümündeki asıl kökten değişiklik 1989 yılında avluya eklenen cam ve metalden yapılan ikonik piramitle beraber gerçekleşiyor.


Modernizmi saf bir estetik olarak yorumlayan Çin kökenli Amerikalı mimar  Ieoh Ming Pei’nin müzenin girişindeki karmaşayı çözmek için büyük tartışmalara yol açan bir tasarıma gider. Giriş çıkışla ilgili bölümü yerin altına alır ve müzenin farklı bölümlerinin bağlandığı merkez bir nokta haline getirir. Ve bu giriş atriumunun üzerine bir büyük, üç küçük cam piramit kondurur. Louvre’un tam kalbine, Napoléon avlusuna yerleştirilen  20,6 metre yükseklikteki cam piramit gün ışığının iç mekana nüfuz etmesine imkan verir. Öte yandan tarihi yapının bağrında olanca haşmetiyle yükselen piramit yapının klasik çizgileriyle tamamen zıt bir görüntü çizer. Louvre’un piramidi yoğun eleştirilere maruz kalır. Öyle ki bazıları bunu skandal olarak addeder. Fakat izleyici Louvre yapılan 20. yüzyıl  dokunuşunu görmek için uzun kuyruklar oluşturur. Cam piramit, müzenin paha biçilemeyen  La Gioconda, Milo Venüsü, Samotrake Nikesi gibi eserleri kadar şöhrete kavuşur. Çok satan romanlara ve filmlere konu olur. Ieoh Ming Pei’nin piramidi kendi mitsel evreninde bugün de merak uyandırmaya devam ediyor.




Not:  Vogue Türkiye Ağustos 2021 sayısı için kaleme aldığım tasarımıyla öne çıkan müzeler konulu yazı. 



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder