Tasarımıyla kentleri markalaştıran yapılar vardır. Sanatın gücünün teknoloji ve tasarımla buluşmasının yarattığı, deha kadar cesaretiyle de peşine düşülen yapılar. Son yıllarda tasarımıyla kentlerin sembolü olan müzeler, artık kültür yapısı olmanın çok ötesindeler...
Sanatın
devrimci tavrının mimariyle buluşması kentleri belleklerde unutulmaz kılar. Mimarlık
bu gizemi biraz olsun aralamanın en somut aracı olarak apaçık karşımızda durur.
Sıradan bir kulübeden görkemli saraylara kadar her yapı, içinden çıktığı çağın
ruhundan izler taşır. Teknoloji, gelenek, kültür, ihtiyaç ve ekonomi mimari
eserin karakterine işlenir. Ayasofya’nın kubbesinden Brunelleschi’nin dehasına,
Mimar Sinan’ın mekan anlayışından Corbisier’e uzanan coşkulu bir serüven
mimarlığın öyküsü. Malzemenin ve
tasarımın sınırlarını zorlayan günümüz mimarlığı halen yarattığı muazzam eserlerle
heyecan dolu anlatımına hızla devam ediyor. Strüktür, fonksiyon ve kültürü
yansıtan son yılların en gözde yapılarıysa müzeler. Dünyanın dört bir yanından
sadece koleksiyonlarıyla değil, bulundukları şehre ayrıcalık kazandıran bu
müzelere yakından bakmanın tam zamanı.
Guggenheim Bilbao “Bilbao Etkisi”
İspanya’nın
kuzeyinde, Bask bölgesi sınırları içinde kalan Bilbao esasen büyük sanayi
kuruluşlarıyla gerçek bir endüstri şehri olarak tanımlanıyordu. Takvimler
1997’yi gösterdiğinde ABD’li Guggenheim Vakfı, New York ve Venedik’in ardından
üçüncü müzesini Bilbao’da açınca şehir bir anda sanatseverlerin radarına girdi.
Müzenin çağdaş sanat koleksiyonu göz önüne alındığında bu mutlaka beklenen bir
sonuçtu ama müze çarpıcı mimarisiyle yalnızca sanatseverleri değil, yeni
keşifler peşinde koşan seyahat tutkunlarını da büyüleyen bir fenomen haline geldi.
Nervion Nehri kıyısında, 16 bin farklı bileşenle çelik iskeletli müze,
yenilikçi tavrıyla mimarlık tarihinde yaşarken efsaneleşen Frank Gehry’nin
imzasını taşıyor. Titanyumla kaplı
Guggenheim Bilbao, Gehry’nin sınırları zorlayan tavrının ve teknolojik
arayışlarının zirvesi olarak kabul ediliyor. Başucundaki La Salve Köprüsü ve kentsel
dokunun olağan bir uzantısı gibi tasarlanan müze Bilbao’nun kültürel ve
ekonomik dönüşümünde o kadar etkili olmuş ki dünya genelinde bu durum “Bilbao
etkisi” olarak adlandırılmış.
Titanyumla
kaplı, kıvrımlı cephesinin yarattığı ışık oyunlarıyla kilometrelerce uzaktan
fark edilen yapının girişini de dünyaca ünlü sanatçıların eserleri süslüyor. Üzeri çiçeklerle kaplı devasa boyutlardaki
Yavru Köpek heykeli Amerikalı heykeltıraş Jeff Koons’un eseri. Çelik bir yapı
üzerine tasarlanan heykel cam güzeli, petunya, begonya gibi çiçekleriyle yaşam
enerjisini müzeye taşıyor. Fransız Louis Bourgeois’in “Anne” temasıyla ele aldığı çelik, bakır ve mermer
malzemenin bütünleştiği 9 m yükseklikteki örümcek heykeli ve Anish Kapoor’un paslanmaz
çelik kürelerle tasarladığı çalışması müzenin fantastik görüntüsünü daha da öne
çıkaran eserler.
Sıra Dışı Bir Meksikalı: Soumaya
Müzesi
Meksika’nın
başkenti Meksiko gerçek bir müzeler şehri. Şehrin mimari belleğine yakın
zamanda katılan Soumaya Müzesi’yse ezber bozan görüntüsüyle bu müzeler arasında
apayrı bir yere sahip. Carlos Slim Vakfı tarafından finanse edilen müze, 66
binden fazla eseri izleyiciyle buluşturuyor. 1994 yılından bu yana faaliyet
gösteren müze, asıl şöhretini 2011 yılında Plaza Carso’daki yapıya taşındıktan
sonra kazandı. Meksikalı mimar Fernando Romero tarafından tasarlanan yapı, 16
bin altıgen alüminyum levhayla kaplı cephesi ve çelik sütunlarla desteklenen
organik formuyla kısa sürede şehrin simgelerinden biri haline geldi. Her biri ayna etkisi yapan 16 bin çelik
aynayla mücevher gibi parıldayan Soumaya Müzesi, ışıkla olan ilişkisiyle tam
bir ilüzyon yaratıyor. Işığın yüzeyde dağılmasıyla, müzenin görünümü günün
saatlerine ve atmosfer olaylarına göre değişiklik gösteriyor. Müzenin bulunduğu
meydandaki ofis ve ticaret binaları da yine Fernando Romero’nun imzasını
taşıyor.
Müzeyi Meksika’ya armağan eden, Mekasikalı iş
insanı ve koleksiyoner Carlos Slim.
Yapının adı da Carlos Slim’in 1999’da hayata veda eden eşi Soumaya
Slim’in anısını yaşatmak üzere seçilmiş. Kar amacı gütmeyen müze, Meksiko’nun
alışılagelen yapılarının arasında organik formu ve bitmeyen ışıltısıyla
neredeyse bir heykel gibi yükseliyor.
Soumaya
Müzesi çevresine ilham veren ikonik dış cephesi dışında sanat tarihinin
etkileyici isimleriyle dolup taşan koleksiyonuyla da sanatseverlerin çekim
alanında. Rönesans’ın büyük ustası Leonardo Da Vinci, Sandro Botticelli,
Artemisia Gentileschi, El Greco, Tintoretto, Esteban Murillo, Henri Matisse,
Auguste Rodin, Pablo Picasso, Salvador Dali müzenin daimi koleksiyonun ünlü
isimlerinden bazıları. Soumaya, Fransız heykeltıraş Auguste Rodin’in
heykellerinden oluşan geniş bir koleksiyona da sahip.
Kristal Bir Meydan Okuma: Royal
Ontario Müzesi
Toronto’da
1914’te kurulan Royal Ontario Müzesi (ROM), sanat, doğa tarihi ve dünya kültürüne
uzanan koleksiyonuyla hep ilgi odağı olmayı başardı. Amerika’nın en iyi 10
kültür kurumu arasında bulunan ve Kanada’nın en kapsamlı müzesi 40 galeri ve
sergi alanıyla, yaklaşık 13 milyon sanat eseri, kültürel obje ve doğa tarihi
örneklerinden oluşan bir koleksiyona ev sahipliği yapıyor.
Müzenin
ilk yapımı, Toronto’da 20. yüzyılın ilk çeyreğinde kurumsal binaların çoğunda
imzası bulunan Frank Darling ve John A. Pearson’ın tasarımıydı. Günümüzde batı
kanadını oluşturan bu bölüm, klasik mimari üsluplardan Romanesk’in eklektik
anlayışla yeniden yorumlanması üzerine kurulan, kütlesel bir forma sahipti. Müzenin
koleksiyonu ve araştırma alanlarındaki misyonu arttıkça, kapasitesinin
arttırılması için çözümler arandı. Queen’s Park’a bakan doğu kanadı için bu
defa yine Torontolu mimarlar olan Alfred H. Champman ve James Oxley’in
tasarımıyla ilk büyük genişletme projesine başlandı. 1933’te tamamlanan bu yeni
mekanda neo-Bizans stilini yansıtan cephe ile Art Deco’nun bir sentezi
yaratılmaya çalışılmıştı. Bu dönemde eklenen cam mozaik tavanlı rotondada altın
yaldızlı uygulama tamamen Bizans esintileri taşıyordu ve yapının ilk tasarımından
tamamen farklıydı.
Takvimler 2002’yi
gösterirken, ROM’da asıl çarpıcı değişim için girişimler başladı. Büyük değişimler
ve yenileme hedefiyle yola çıkılmıştı ve projeye ROM’un Rönesans’ı adı verildi.
Açılan uluslararası yarışmada Daniel Libeskind’in tasarımı ipi göğüslemeyi
başardı. Müzenin sergi salonlarında ve galerilerinde büyük bir yenileme
gerçekleşti. Ama projenin asıl sürprizi, asıl yapıya eklemlenen ve dev kristal
yapıydı. Queen’s Park Caddesi’ne bilinmeyen bir dünyadan fırlatılmış gibi duran
bu nefes kesici kristalle müze büyük ölçekte bir sansasyon yaratmayı başardı.
Lee-Chin Kristali olarak anılan yapı cam ve çeliğin bileşiminden meydana gelen
ve farklı işlevleri olan beş bölümden oluşuyor. Kristalin iskeletinde 3500 ton
çelik, 38 ton cıvata kullanılmış ve yaklaşık 38000 metreküp beton dökülmüştür.
Günümüzde Kanada’nın en
çok ziyaret edilen müzesi olan ROM, koleksiyonu kadar Libeskind’in mimari
dehasını yansıtan kristaliyle de ilgi odağı. ROM’un Rönesasans’ı projesi
tamamlandığında 270 milyon Kanada dolarına mal olmuştu. Maliyetin 30 milyon
Kanada dolarlık kısmını müzenin sembolü haline gelen kristale adı verilen,
milyarder iş insanı Michael Lee-Chin tarafından bağışlandı.
Futuristik
Formun Cazibesi: Niterói Çağdaş Sanat Müzesi
Rio de Jenario’dan deyince insanın aklına, rengarenk karnavallar, sonsuz
eğlence, Kopakabana gibi plajlar ve tabi ki futbol geliyor. Rio de Jenario
farklı kültürlerin buluştuğu büyük bir eyalet olarak Brezilya’da ayrı bir yere
sahip. Rio de Jenario sınırları içinde kalan Niterói ülkenin varlıklı kesiminin
yaşadığı, huzurlu bir şehir. Billur gibi plajlarla çevrili şehrin sembolüyse
1996 yılında inşası tamamlanan Niterói Çağdaş Sanat Müzesi. Guanabara Körfezi’nde, romantik bir kumsalın
bitimindeki kayalık alan üzerinde yükselen müzenin tasarımı, modern mimarinin
önemli temsilcilerinden biri olan Oscar Niemeyer’a ait.
50 metre çapında ve neredeyse 2
bin metrekare alanıyla dairesel gövde ilk bakışta yer çekiminden bağımsız bir
görüntü çiziyor. Kaya parçasının üzerinde yarattığı güçlü formuyla manzarayla
bütünleşip farklı bir müze algısı yaşatıyor. Dairesel formuyla, deniz ve
adalarla çevrili manzaraya konmuş bir uzay gemisi gibi görünen müze Niemeyer’in
hayal gücünün sınırlarında dolaşan eserlerinin başında geliyor.
Bir kumsalın ucunda, uçan daire biçiminde bir müzeye girmek bile
yeterince heyecanlıyken, girişte yer alan 98 metrelik yakut kırmızısı, kıvrım
kıvrım bir rampadan yürümek gerçekten
farklı bir çağa yol almak gibi hissettiriyor. Dört kattan oluşan müze binası
denizin ve gökyüzünün doğal güzelliğinin de sergilemeye dahil olmasıyla
sonuçlanan bir ziyaret vaat ediyor. Müzede Guanabara Körfezi’ni avuçlarınıza
bırakan bir bar ve restoran da mevcut.
Niterói Çağdaş Sanat Müzesi’nin mimarisine gizem katan bir diğer unsur
binanın ayağını çepeçevre kuşatan havuz. 817 metrekare genişliğindeki bu su
aynası hem yapının denizle olan ilişkisini vurguluyor, hem de yarattığı
yanılsamayla hafiflik hissi yaratıyor.
Brezilya çağdaş sanatının seçkin örneklerini koleksiyonunda barındıran müze
,açıldığı günden bu yana dünyanın mimari harikalarından biri olarak kabul
ediliyor.
Louvre Müzesi: Klasikten Geleceğe
Paris’in cazibesinin vazgeçilmez parçası hiç şüphesiz Sen Nehri’nin
kenarında süzülen Louvre Müzesi. Fransa’nın ilk devlet müzesi olma özelliğini
elinde bulunduran Louvre’un yapılış öyküsü 12. yüzyıla dek uzanıyor. Fransız
İhtilali’yle sarayın kaderini tümden değiştiriyor ve Louvre bütün zamanların en
popüler müzelerinden biri haline geliyor. Erken dönemlerden 21. yüzyıla kadar
sanat tarihinin her döneminden eserler içeren koleksiyonuyla hep gündemde
kalmayı başaran müzenin mimari gelişimi ise ayrı bir tartışma konusu.
Yapıldığı andan zamanımıza kadar Louvre’da o kadar çok yenileme ve
genişletme çalışması olmuş ki özellikle klasik dönemin farklı üsluplarını
yapıda izlemek mümkün. Fakat Louvre’un görünümündeki asıl kökten değişiklik 1989
yılında avluya eklenen cam ve metalden yapılan ikonik piramitle beraber
gerçekleşiyor.
Modernizmi saf bir estetik olarak yorumlayan Çin kökenli Amerikalı mimar
Ieoh Ming Pei’nin
müzenin girişindeki karmaşayı çözmek için büyük tartışmalara yol açan bir
tasarıma gider. Giriş çıkışla ilgili bölümü yerin altına alır ve müzenin farklı
bölümlerinin bağlandığı merkez bir nokta haline getirir. Ve bu giriş atriumunun
üzerine bir büyük, üç küçük cam piramit kondurur. Louvre’un tam kalbine,
Napoléon avlusuna yerleştirilen 20,6
metre yükseklikteki cam piramit gün ışığının iç mekana nüfuz etmesine imkan
verir. Öte yandan tarihi yapının bağrında olanca haşmetiyle yükselen piramit
yapının klasik çizgileriyle tamamen zıt bir görüntü çizer. Louvre’un piramidi
yoğun eleştirilere maruz kalır. Öyle ki bazıları bunu skandal olarak addeder.
Fakat izleyici Louvre yapılan 20. yüzyıl dokunuşunu görmek için uzun kuyruklar
oluşturur. Cam piramit, müzenin paha biçilemeyen La Gioconda, Milo Venüsü, Samotrake Nikesi gibi eserleri kadar şöhrete
kavuşur. Çok satan romanlara ve filmlere konu olur. Ieoh Ming Pei’nin piramidi
kendi mitsel evreninde bugün de merak uyandırmaya devam ediyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder