13 Temmuz 2012 Cuma

Titanik Sualtı Kültür Mirası Listesinde


Titanların sonu…

Dev transatlantiklerin en üstün araçlar sayıldığı çağın en muazzam gemisiydi Titanik . Aslında bu yüzen ilah, üç kardeşten biri olarak tasarlanmıştı: Olimpik (RMS Olympic), Titanik (RMS Titanic), Gigantik (RMS Gigantic)*. Üç isim de bilinçli bir tercihi yansıtıyordu; Akdeniz mitoslarının kusursuz öğeleri transatlantiklerde vücut bulacaktı.


                                 Resim:http://www.titanicuniverse.com/
                                          Titanik Southampton'dan ayrılmadan önce

 Titanik adını, Akdeniz mitolojisinin acımasız ve dehşet verici görünümleriyle nam salan Titanlar’ından almıştı. Babasını öldürüp, evlatlarını yutarak iktidarı ele geçiren görkemli Kronos en ünlü Titan’dı. Kronos’u ve kardeşi diğer Titanlar’ı alt eden ise oğlu Zeus olmuştu. Zeus başta babası olmak üzere Titanlar’ı toprağın altında hapsetti. İktidarı Olimposlu üçüncü kuşağa kaptırsa da bu tanrıların, zarafeti ve ölçüleriyle o güne kadar hayali bile çok uzak olan bir geminin adı olması şaşılacak bir şey değildi.

Resim: Düşen Titan, Thomas Banks (1735-1805), Kraliyet Sanat Akademisi, Londra

Antik Çağ’ın görkemli tanrı neslinin adını taşıyan bu dev transatlantik görenlerin bütün beklentilerini karşılıyordu. 269 m uzunluğuyla baş döndürüyor, 3547 yolcu kapasitesiyle rekor kırıyor, üstelik dekorasyonu ve teknolojik donanımıyla sarsılmaz bir güven sunuyordu. 

                                  Resim:http://thecanadianencyclopedia.com/articles/titanic
                        İlk seferini yapacak olan Titanik'in White Star Line tarafından verilen ilanı.

Titanik'in Sonu…

14 Nisan 1912’de Titanik, Kuzey Atlantik’in öldürücü soğukluktaki sularında kayboldu.  Teknoloji, ihtişam, konfor, güç ve prestij bileşimi olarak 26 ayda yapılan gemi birkaç saat içinde tarihin en trajik sembollerinden biri oluvermişti. 

Resim: http://www.popartuk.com/education/titanic-tragedy-gn0658-poster.asp
                           White Star Line'ın bütün inkarına karşılık New York Times geminin akıbetini ilk yazan gazete oldu

Yola çıkışından batışına kadar olan süre için binlerce senaryo yazıldı. Kurtulan kazazedelerin 162 tanesi New York ve Londra’da ciddi biçimde sorgulandı. Ne yazık ki yolcuların felaketle ilgili verdiği ifadeler de birbirini tutmuyordu. Kimilerine göre Titanik buz dağının verdiği hasarla su almış, önce yükselmiş ve sonra da ortadan ikiye ayrılmıştı. Diğer bir grup ise geminin bir bütün olarak battığında ısrarcıydı.  1985 yılına kadar geminin bütün olarak battığı kabul gördü. Yine de bu trajedinin kendi mitoslarını yaratmaya başlamasına engel olamadı...

Gemisiyle kaybolan kaptan…

Saatte 40 km hızla seyreden gemiye gün içinde beş buz uyarı mesajı gelmişti. Yani Titanik sanılanın aksine süratli değildi. Hatta bazı kazanları yakılmamıştı bile.  Kaptan Edward J. Smith çağı için bulunmaz tecrübede bir deniz adamıydı.

Resim http://www.modestoradiomuseum.org/titanic.html
                                          Titanik'in Kaptanı Edward John Smith 
Büyük kardeş gemi Olimpik’in de ilk seferi Smith’in yönetimiyle gerçekleşmişti. Dünyanın en büyük gemisiyle yapacağı bu ilk seferden sonra emekli olmayı planlıyordu.  Aslında Smith zamanın gemicilik kurallarını harfiyen uygulamıştı. Mevsim itibariyle eriyen buzulların su üzerinde fazla olacağını hesaba katarak rotasını oldukça güneye kaydırmıştı.  Ayrıca buz sahasında gemiyi yavaşlatmamak da 1900’lerin başında deniz kurallarından biriydi. Amaç bu tehlikeli alanı mümkün olduğunca çabucak geçmekti.  Dolayısıyla geminin seyri ‘normal’ kaptanın planı ‘tutarlı’ görünmekteydi.

Titanik yapım aşamasında

Titanik’de yok yok ama…

Titanik’deki diğer bir acıklı hikaye filikalarla ilgili olandır. Gerçekten de yolcu kapasitesine göre filika sayısı komiktir.  Gemideki herkesin hayatta kalabilmesi için toplamda 51 filikaya ihtiyaç vardır ama sadece 16 filika ile yola çıkılmıştır.  Bu bizim içinde bulunduğumuz zaman diliminden ciddi bir ihmal gibi görünüyor olsa da Titanik’te dönemin yasalarına göre olması gerekenden 4 filika fazla olduğunu belirtmekte fayda var.
Bir sürü olumsuzluğun yanında Titanik’te alarm sistemi yok! 10000 ampul ile aydınlatılan gemide, anons sistemi olmadığı gibi, çan benzeri el yordamıyla kullanılabilecek araçlar da bulunmuyor.** Yani gemi personeli bütün yolculara tek tek haber vermek zorunda.

Kusursuz batık…

Gerisini zaten biliyoruz. Gemi kimilerine göre teknik kusurlardan, kimilerine göre çarpma sonrası yanlış strateji uygulanmasından, kimilerine göre de bağlı bulunduğu White Star Line şirketinin para hırsı nedeniyle sulara gömüldü. 

Resim: 1943 tarihli Titanik filminin afişi

Batışı öylesine spekülatif bir hal aldı ki 1514 kişiye mezar olan Titanik, 20. yüzyılın popüler kültürü içinde sarsılmaz bir yere sahip oldu.  Defalarca yüksek bütçelerle filme alındı ve her seferinde bu filmlerin galasına katılacak bir ‘Titanikzede’ bulundu.

Atlantik’te geçen bir asır…

2012 ise Titanik için başka bir anlam ifade ediyor. Batışının yüzüncü yılında basında kazanın trajik boyutu, yolcuların hazin sonu ve geminin her şeyin önüne geçen görkemi uzun uzun anlatıldı.  Belgesel filmler güncellenerek yeniden gösterildi. James Cameron 1997 tarihli meşhur filmini sualtı görüntüleri ile zenginleştirip 3D olarak sundu.

                           Resim:http://www.photoontour.com/Misc_HTML/news/page/131.htm
                                                     Atlantik Okyanusu'nun süslediği Titanik

Ama en önemli adım UNESCO’dan geldi. Birleşmiş Milletler’in kültür alanında faaliyet gösteren birimi UNESCO’nun 2001 yılından bu yana yaşam varlığının önemli zenginliği olarak su altı mirasını korumaya yönelik bir sözleşmesi var.  Titanik, 15 Nisan 2012’den itibaren yani batışının 100. yılında 2001 tarihli Sualtı Kültürel Mirasını Koruma Sözleşmesi kapsamına alındı.  Sözleşme yalnızca 100 yılı aşkın bir zamandır sualtında kalan gemileri kapsıyor.

                           Resim: http://en.citizendium.org/wiki/File:Robert-ballard-titanic.jpg
                                                 Titanik'e ilk inen kaşif Robert Ballard

Kanada açıklarında 4 km derinlikte yatan Titanik,1985 yılında kaşif Robert Ballard tarafından bulundu.  Ballard’ın açtığı yol meraklılar ve işin gerçeği daha çok yağmacılar için enkazı hedef haline getirdi. UNESCO’nun verilerine göre 1985’den itibaren Titanik’e 800’e yakın dalış yapıldı. Bu dalışların sıradan ekipman ve herhangi bir dalgıcın kendi başına üstesinden gelemeyeceği bir serüven olduğu düşünülürse Titanik’in batık olarak taşıdığı değer anlaşılabilir. Zaten suyun dibine inen hiç kimse de eli boş dönmedi. Bugüne kadar enkazdan 5000’den fazla parça karaya çıkartıldı; karşılığında enkaza her nevi atık ve çöpleri kaldı. Bütün bu olanlar göz önüne alındığında batığa uluslararası bir koruma sağlanmasının ne kadar önemli olduğu anlaşılabilir. 
'Sualtında duracağına karaya çıkartalım' diyenler olabilir. Ancak sualtı batıkları suyun içinde ne kadar kalırlarsa o kadar uzun ömürlü oluyor. Bunlar karaya çıkartıldığında sualtındaki ortama yakın bir çevre yaratmak gerekiyor. Aksi halde kısa sürede çürüyüp gidiyor. Dolayısıyla Titanik'i bozmadan bulunduğu derinlikten çıkartıp sergileme şansı maalesef yok. Dev enkaz battığı yerde, bütünlüğü bozulmadan denizin izin verdiği zamana kadar varlığını sürdürecek.


Amerika’da müzayede, İrlanda ve Kanada’da anma…

Ve tüm zamanların en ünlü batığından çıkartılanlar, Titanik’in batışının yüzüncü yılı nedeniyle Amerika'da müzayedeye çıkarıldı. Müzayede de satılacak eşyalar arasında neler yok ki; geminin teknik aksamından parçalar, porselenler, mücevherler, orijinal yolcu bileti, yemek menüsü, gözlük gibi kişisel eşyalar, yemek takımları ve daha bir sürü şey. 

Resim:http://news.monstersandcritics.com/usa/features/article_1684252.php/Titanic-Auction-Pictures?page=5
 Titanik'in bağlı olduğu White Star Line şirketinin logosunu taşıyan fincan ve tabak 

Bütün bu sayılanlar rekor fiyata alıcı bulurken Titanik’in son yaşam belirtilerinden biri olan ‘Bir buzdağına çarptık’ yazılı telgraf ile kazazedeleri kurtaran, Carpathia gemisinin kaptanın tuttuğu not defteri bir yemek menüsü kadar etmemiş. Koleksiyonerler beni hep şaşırtmıştır zaten! Müzayededen çıkan sonuçta da görüldüğü gibi 100 yılda insan hayatının ederi pek değişmemiş.
Amerika’da müzayedeler düzenlenip, milyon dolarlar havada uçarken, İrlanda ve Kanada’da ölen 1514 kişi için anma etkinlikleri düzenlendi. Kiliselerde, gemilerde ve mezarlıklarda toplanan insanlar Titanik'le sulara gömülenleri selamladı...





Meraklısına öneriler: Titanik'le ilgili basılı yayın çok fazla var. Fotoğraf kalitesi açısından Boyut Yayın Grubu'nun kitabı tatmin edici olabilir. 'Ben filmde ağlamaya doyamadım' diyenlere gerçek kazazedelerin anılarının da yer aldığı CNN Türk'te 100. yıl münasebetiyle yayınlanan belgeseli öneriyorum. Teknik açıdan daha fazla bilgi edinmek isteyenlere National Geographic ve History Channel'ın Titanik belgesellerini tavsiye ederim. UNESCO'nun Sualtı Kültürel Mirasını Koruma Sözleşmesi hakkında detaylı bilgi için UNESCO'nun sitesine uğrayabilirsiniz.




*Gigantik (RMS Gigantic) adlı üçüncü geminin , Titanik’ten hemen sonra yapılması planlanmış. Fakat Titanik’in batması nedeniyle yapımı başlayan gemiye Britanik (RMSH Britannic) adı verilmiştir.  
**Titanik'te yalnızca gözcülere ait çan bulunuyordu.

1 Temmuz 2012 Pazar

Antik Çağ’dan Günümüze: Beyaz ten…Bronz ten…Derken…

Dalgalı denize atar atmaz onları
Gittiler engine doğru uzun zaman.
Ak köpükler çıkıyordu tanrısal uzuvdan:
Bir kız türeyiverdi, bu ak köpükten.
Önce kutsal Kythera'ya uğradı bu kız,
Oradan da denizle çevrili Kıbrıs'a gitti
Orada karaya çıktı güzeller güzeli tanrıça,
Yürüdükçe yeşil çimenler fışkırıyordu
Narin ayaklarının bastığı yerden.
Aphrodite dediler ona tanrılar ve insanlar,
Bir köpükten doğmuş olduğu için.” Hesiodos / Theogonia


Filippo PARODI / Aphrodite (Venüs)/ 1680
Böyle anlatıyor ünlü ozan Hesiodos, aşk ve güzellik tanrıçası Aphrodite’in doğuşunu. Herkes böyle doğuştan Aphrodite gibi  ‘mükemmel’ olamadığından çareler aramış insanlar, en çok da kadınlar daha güzel olmak için.

Altın renkli ve yanmamış tenleriyle Mısır’ın soyluları…

 İlk olarak  ‘şeytan alameti’ olarak görülmüşse de güzellik sanatı, Antik Mısır’da ilk olarak din adamlarıyla meşrulaştırılır. Önceleri rahipler sınıfı sır gibi saklar yüzlerine ve bedenlerine uyguladıkları formülleri. Sonra soylular sınıfı bu formüllerin peşine düşmüş 'Para bizde, asalet bizde, güzellik de bizim olmalı' diyerek herhalde. 
Rahiplerin derdi en kutsala beğendirmek olsa da kendilerini; nihayetinde sır falan kalmaz, öğrenilir güzelliğin formülleri. Rahipler ve onların çevresindeki bu varsıl kesim bir anlamda dinin bir göstergesi olarak geniş kitlelerden daha görkemli olmaya başlar. 
Ve MÖ 2500 civarında cilt renginin beyaza çalması önemli bir farkın göstergesi haline gelir. Bu önemli ayrımda güneşten yanan ten, sokakta çalışan adamın alametiyken; akça pakça güneş görmeyen ten evde oturan, bir anlamda çalışmaya ihtiyacı olmayan insanın, özellikle kadının alameti olur.  M Ö 2500’lerde başlayan bu sınıflandırma neredeyse hiçbir taviz vermeden 20. yüzyıla kadar anlamını yitirmez. 


III. Tutmosis Kabartması / Mısır Sanat Müzesi Luksor
Mısırlılar bu dönemde uzun ve meşakkatli bir temizlenme sürecinden sonra vücutlarını sarı bir aşıboyasıyla renklendirirler. Adeta altın birer heykele dönüşen bedenlerde, yüz ve gövdede ki damarlar mavi renk ile belirgin hale getirilir.  
Cildin dış etkilerle renklenmesi, kendini sorgusuz sualsiz ele veren bir sosyal konum ifadesi olarak kısa sürede kanıksanır. Altın sarısı ve yanmamış ten Antik Mısır’da en geçerli kartvizit olarak kendini gösterir. (Tabii kast edilen bir Mısır  insanının  olabileceği kadar beyazlıktır.)

Yunan kadının beyazlama çabaları…

Bir erkek demokrasisi olarak Antik Yunan’da da güzel olma çabası en başta dehşetle kınanır. Bunda güzeller güzeli Aphrodite’in ‘Pandemos’ * sıfatının ve güzelliği de tekelinde bulunduran tehlikelerin tehlikelisi Pandora’nın da etkisi olması muhtemeldir. 
Kısacası Yunan kadını kocasıyla baş başa kalmadığı her an, dönemin heykellerinden bile solgundur. Her türlü süslenme girişimi Helenistik döneme kadar fahişelik ile bir tutulur. 
Helenistik dönem ise Yunan kadını bembeyaz olmayı kafaya koyar; böylece kadınlar arasında üstübeç (psimuthion)** ya da alçı, tebeşir benzeri maddeleri kullanma modası başlar. Bu beyazlığı destekleyen maddelerin sürekli kullanımı sonucunda ortaya çıkan cilt kusurları, dişlerin kararması ve hatta dökülmesi, sinir sistemini bozması gibi etkiler de Pandora’nın sinsiliğine ve Aphrodite’in hafif meşrep doğasına bağlanmış olmalıdır.  


Üç Güzeller / M.Ö. 2. yüzyıl / Roma Kopyası Yunan Heykeli / Louvre  M. 
Bu arada erkeklerde de mermervari beyazlıkta tenler at başı gider. 
Hele bir de bahsettiğimiz erkek, bir kadına aşıksa, bembeyaz, solmuş bir tene sahip olması kesinlikle tavsiye edilir.
 Aşık bir erkek solgun beyaz teniyle göz dolduracağından bu bir moda değil, neredeyse bir gerekliliktir. 

 Ortaçağ'ın yasağı...Rönesans'ın vazgeçilmezi...

Yeni dinle birlikte güzellikle ilgili birçok şey direk şeytan işareti olarak algılanır. Ortaçağ’a gelindiğinde değil üstübeç, banyo bile yasaklanır! Yasak olmasına yasaktır ama gizliden gizliye bazı alışkanlıklar az da olsa devam eder. Bu dönemde beyazlamak uğruna üstübeçle sağlıksızlaşan, cildi günden güne katranla kaplanan kadın ise olsa olsa şeytanın biçimlenmiş halidir!
Rönesans’ta beden bir sanat eseri gibi algılanır. Güzellik kesin, matematiksel formüllere bağlanır. Mükemmel bir beden, yedi, dokuz ve üç kanonuna aykırı olmamalıdır. İşte burada kadına ait üç beyaz devreye girer. Bu üç beyazdan en önemlisi güneş görmemiş tendir. 


S. BOTTICELLI/ Athena ve Kentaur /1482 / Galleria Degli Uffizi
Beyaz ten Rönesans’ta en olmazsa olmaz güzellik ölçüsü olarak yerini sağlamlaştırır. Gerekirse vücudun görünen her yeri üstübeç gibi beyazlatıcı maddelerle kaplanır. Cildin beyazlatılması umuduyla envai çeşit bitki ve kimyasal karışımla ovulur. Erkekler de bu dönemde cildi beyazlatan ürünler kullanmaya başlar. Ancak erkek kullanımında, sınıfsal ayrıma vurgu yapmak ön plandadır. Geniş kenarlı şapkalar bu dönemde ciddi bir atılım yapar. Şapkanın aksesuar olması yanında güneşe karşı verdiği mücadele de keşfedilmiş olmalıdır.   

Maskeyle korunan beyaz ten...

Barok dönemde güneşten korunmak esastır. Beyazlık halen asaletin vazgeçilmezidir. Şapkalar ve hatta gündüz gezilerinde takılan maskelerle güneş ışıklarına geçit verilmez. 
18. yüzyılın sonuna doğru kozmetik ve diğer beyazlatıcı uygulamalardan uzaklaşılır ama beyazlık tamamen terk edilmez. Yalnızca doğal beyazlık daha geçerli kılınır.  


J.H.FUSELI / Genç kadın portresi / 1781 
 Romantizmin etkisiyle yüzyılın ortalarından itibaren ‘hastalıklı solgunluk’ dönemi başlar. İnsanlar veremliler gibi sağlıksız görünmeyi yeni güzellik anlayışı olarak benimser. Ressamlar bu hastalıklı görünen kadınları zevkle betimlerken, şairler güzelliklerini yüceltir.
19. yüzyıla gelindiğinde dönemin yenilikçi etkileriyle idealize güzellik ölçütlerinden neredeyse tümüyle vazgeçilir. Fakat halen aristokrat kesim güneşten korunmak ve çeşitli karışımları cilde uygulamak suretiyle beyaz kalmakta ısrarcıdır! 

P.P. PRUD'HON/ İmpratoriçe Josephine /1805 / Louvre M. 

Hatta Napoléon’un gözdesi Josèphine’in solgunluğundan dehşete kapılıp ona Allık sürün Madam. Cesede benziyorsunuz!’demişliği bile vardır.
        
Beyazlığın terk edilişi  ve bronzluğun zaferi...

20. yüzyılın ilk çeyreğinde üstübeç yasaklanır. İş hayatında ve toplum içinde konumu değişmeye başlayan kadın, değişen dünya ile denize girmeye, açık havada spor yapmaya başlar. Böylece güneşten kaçmamayı da öğrenir.


Avusturalya kadın yüzme takımı/ 1919
Hep anlatılan bir hikayeye göre:  Coco Chanel bir arkadaşının sayfiye evinde havuz başında uyuyakalmış ve uyandığında güneşten yandığı için de bronz ten Paris’te moda olmuştur. 
Coco’nun işini şansa bırakmayacak bir mizacı olduğunu düşündüğümden, bunun bir tesadüfi hareket olmadığına eminim . Her şeyden önce Coco dünyanın değiştiğini ve kadının da bu dünyada yerini alması gerektiğinin bilincindeydi.
Ayrıca bronzlaşmayı desteklemesinde büyük olasılıkla Fransız Rivierası’nda açtığı ikinci mağazasının gelirleri ile ilgili ciddi planlarının da etkisi vardı. Planı kaçınılmaz biçimde başarılı oldu. Bir anlamda  Paris’teki müşterilerini yazlık alana çekmenin cezbedici yolu güneş banyosundan geçiyordu da diyebiliriz.   



Bir film yıldızı /Brigitte Bardot, Kirk Douglas / 1953 / Cannes 
Böylece güneşte yanmak kısa sürede popüler hal aldı. 
Tarihin en uzun süre moda olan akımı beyaz ten, güneşin kavuruculuğuna teslim edildi.  Ortaya çıkan karamelize renkler başta kadınlar olmak üzere herkesi cezbetmeye yetiyordu.
 Özellikle varsıl kesim arasında güneşin altında başka bir şey yapmadan uzanmak yine bir sınıf göstergesi olarak öne çıktı. 
Artık beyaz ten terk edilmiş ancak kösnüllüğün başka bir ifadesi olarak kapitalizm bronz teni keşfetmişti. Porselen beyazlık, bronz tene dönüşmüş, renk değişse de içerik aynı bırakılmıştı.
 Bu keşifte malum ayrım o kadar belirgindi ki çalışan kişinin güneş yanığı hor görülmeye devam etti. Aslında ülkemizde 'amele yanığı' olarak nitelediğimiz durum da bu hor görmenin bir parçası olarak kabul edilebilir.



Cannes Film Festivali için hazırlanmış Ambre Solaire spotu / 1950
Bronzlaşmanın bir moda halini almasının akabinde güneşin zararlı etkileri de keşfedilir. Güneşin, cildin kendi doğasından kaynaklanan yaşlanmayı hızlandıran ve süreci kısaltan bir düşman olarak belirlenmesi bronzlaşma modasını tıpkı üstübeç de olduğu gibi durduramaz. Ancak gelişen teknoloji devreye girer. 1936’da Ambre Solaire, güneş altında bol vakit geçirme fırsatı olan refah düzeyi yüksek Fransızlar’ın imdadına yetişir. Yine de güneşlenme konusunda tam bir aydınlanma yaşanamaz. Bu arada tek parça mayolar bikiniye dönüşür. Zaman içinde çıplaklar kampı fikriyle bütün beden güneşe sunulur.
Güneşin zararlı etkileri büyük kitlelerce asla tam anlaşılamaz. 
Elbette güneşin altında geçirilen zamanın insanın pozitif duygularıyla da ilgisi vardır. Bu mutluluğun, bedenin güneş altında kaldığı süre boyunca endorfin salgılamasıyla ilişkisi olduğu sanılmaktadır. 
Ayrıca sanılanın aksine güneş vücutta D vitamini üretmez. Ancak güneşin morötesi B (UVB) ışınları vücuttaki D vitaminini aktif hale getirir. Yine de bu morötesi ışınlara çok güvenmemek lazım...
Yaşadığımız güneş yanıklarını , deri yaşlanmasının artmasını, kırışıkların derinleşmesini, güneş çarpmasını, cilt kanserini,…morötesi ışınlara borçluyuz. 
Morötesi A (UVA) ışınların ise 20 yıl öncesine kadar daha masum olduğu düşünülüyormuş ama o kadar da masum değilmiş. Bütün enlemlerin aldığı Morötesi A ışınları alt deriye kadar yıl boyu etki edebilmesiyle, cildin bağışıklık sistemine çomak sokan, güneş alerjilerinin nedeni ve yine cilt kanserinin nedenlerinden biri olarak görülmekte.
Bu arada dünya üzerindeki birçok insanın aksine insan derisinin hafızası mükemmel çalışıyor. Deri, yaşadığı iyi ve kötü hiçbir şeyi unutmuyor. Güneş yanığı da bunlardan biri. Ve sıklıkla buna maruz kaldığında kendini savunamaz hale gelebiliyor. 
Uzmanlar sadece güneşli yaz günlerinde değil, yılın her günü, havanın her durumunda cildi korumanın esas olduğunda hemfikir. Cildi hem korumak hem de dirençli hale getirmek için birçok yöntem var ama bunlar içinde yaşadığımız mevsimde her gün başka bir gazetenin malzemesi olduğundan ben aktarmayacağım.   
Ülkemizde güneşten korunmak çok yaygın bir durum değildir. 
Öyle ki ören yerlerinde eldivenli, şemsiyeli, şapkalı, yüzleri, boyunları kapalı Uzak Doğulu gezginleri gördüğümüzde çoğumuz garipseriz.
 Biz şort, askılı bluz ve dört tarafı açık sandaletimizle püfür püfür gezerken bu birbirinden ayırt edemediğimiz milletlerin insanları kendilerine eziyet ederler bizim gözümüzde. 
Güneş lekelerini ciddi problemler olarak gören ve cilt sağlığına öncelik tanıyan Japon, Çin ya da diğer herhangi bir Uzak Doğulu’nın gözünden bakıldığında ise biz toplu intihar grubuyuz herhalde. Ayrıca Uzak Doğu'da birçok insan için halen beyaz tenin bir soyluluk ifadesi olduğunu da belirtmekte fayda var. Bir taşla iki kuş vuruyorlar yani. 


 


*Aphrodite Pandemos: Baştançıkarıcı tanrıça, orta malı, Aphrodite’in hafif meşrep yönüne vurgu yapan niteliği.

**Üstübeç: Kurşun karbonat içeriği olan ve zehirli olması nedeniyle harici kullanılan pigment.