Çanakkale etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Çanakkale etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

18 Mart 2021 Perşembe

Kahramanlar Şehri Çanakkale

 

İki kıyıyı birleştiren, kahramanlık destanlarının gerçeğe dönüştüğü, her adımda duygu durumunu değiştiren, dünyanın nadir güzelliklerine sahip şehirlerinden biri Çanakkale.  Bütün zamanların en şöhretli anlatısı Troya’nın ve I. Dünya Savaşı’nın seyrini değiştiren şanlı zaferin  geçtiği Çanakkale binlerce yıllık birikimiyle konuklarını gerçek bir zaman yolculuğuna davet ediyor.


Boğaz’ın mavi suları, sert bir rüzgarla titreşirken, martılar sabahın ilk rızkını kapmak üzere feribotun etrafında kanat çırpıyor. İstanbul dışında “ karşıya geçmek”  fiilinin gerçek olduğu ,Ege’nin Karadeniz’e açılan kilidi Çanakkale’de olmanın heyecanı bambaşka. Kalbinden deniz geçen şehirde herkesin sımsıcak selamlaştığı bir feribot yolculuğuyla Kilitbahir İskelesi’ne ulaşıyorum. Kıyıya yaklaşırken, zümrüt yeşili ağaçların arasına yazılan iki mısra dikkatimi çekiyor:  “Dur yolcu! Bilmeden gelip bastığın / Bu toprak, bir devrin battığı yerdir.”  


Gelibolu Yarımadası, güneşin ilk ışıkları ve toprağın uyanışını yansıtan bahar renkleriyle içten bir karşılama sunuyor. Antik Çağ’da “güzel şehir “ anlamına gelen Gallipolis adıyla anılan Gelibolu, denizle iç içe zümrüt yeşili bir yarımada. Doğal ve sakin güzelliğiyle bu yarımada  Çanakkale Muharebeleri’nin izlerini taşıyor. Gelibolu, Çanakkale Tarihi Alan Başkanlığı’nın çalışmalarıyla sürekli gelişen bir açık hava müzesi görünümünde. Zafere giden süreci her solukta yaşayan Gelibolu’yu hissetmek, mücadelenin nabzını tutmak için en az iki günlük bir vakit gerekiyor. Tarihi alanı tanımak için başlangıç noktam Rumeli ve Mecidiye Tabyası oluyor. Burada, 18 Mart 1915’te Boğaz’ı geçip İstanbul’a ulaşmayı hedefleyen müttefik donanmasına karşı kahramanca mücadele eden Seyit Onbaşı ve bütün Mehmetçiklerimizin anısına yapılmış bir anıt yer alıyor.  Askerliğe “Ağır Topçu Neferi” olarak başlayan Seyit Onbaşı, topun mermi kaldıran vinci bozulunca,215 kiloluk top mermisini sırtına alarak namluya sürmüş, ateşlediği top sayesinde İngiliz zırhlısını batırmış. Mücadelenin en ateşli anlarından birinde bu kadar  insanüstü bir çaba gösteren Seyit Onbaşı efsaneleşmiş bir savaş kahramanı. Böyle bir yiğitlik timsali yaşanan Rumeli Mecidiye Tabyası Gelibolu’nun ziyaretçi  akınına uğrayan bölgelerinden biri. Yarımadada, gerçek bir kahramanlık destanın içinde yol aldığımı bilerek önce Havuzlar Şehitliği ve Anıtı’na ardından Soğanlıdere Vadisi’ne yöneliyorum. Vadi düşman saldırılarına karşı korunaklı bir konumda olması sebebiyle Seddülbahir Cephesi’nin önemli lojistik merkezlerinden biri olarak kullanılmış. Askerlere sağlık hizmetlerinin de verildiği bu bölgenin ardından Alçıtepe Şehitliği ve Alçıtepe Bakı Terası’na hareket ediyorum. Güney Cephesi’ni bütünüyle gören bir alanda konumlandırılan Bakı Terası, ziyaretçilerine 25 Nisan 1915 tarihli çıkarma noktalarını izlemeyi olanaklı kılıyor. Alçıtepe köyünden sahile inen yol üzerinde bulunan Redoubt ve Skew Bridge Mezarlıkları yer alır. Her iki mezar alanı da Birleşik Krallık, Avustralya,  Yeni Zelanda, Hint ordusundan askerlerle, kimliği belli olmayan askerlerin gömüldüğü yerlerdir. Morto Koyu üst mevkisinde bulunan Seddülbahir Fransız Askeri Mezarlığı, Cezayir, Fas ve Senegal’den gelen askerlerin gömüldüğü olduğu alandır. Morto Koyu’na bakan yamaç üzerinde yer alan anıt, Gelibolu Yarımadası’ndaki tek Fransız mezar anıtı olma özelliğini taşıyor. Savaşın acı yüzünün ardındaki dostluk ve vefa Gelibolu’da insanın gözlerini yaşartıyor.   




Çanakkale stratejik konumuyla bütün zamanlar boyunca gözde bir şehir olduğundan her iki yakası da kalelerle tahkim edilmiş durumda. Anadolu yakasının girişinde 1659 yılında inşa edilen Seddülbahir Kalesi bunlardan biri. Hatice Turhan Sultan tarafından yaptırılan kale yüzlerce yıl denizden gelecek saldırılara göğüs germiş, Çanakkale Muharebeleri’nde de 12 topla savunmaya katkı sağlarmış bir yapı.  Çanakkale Cephesi’nin ilk şehitlerinin yattığı Seddülbahir Kalesi’ne ardından Eskihisarlık Burnu’nda yükselen Şehitler Abidesi’ne uğruyorum. Çanakkale Muharebeleri’nin geçtiği Gelibolu etkileyici bir atmosferiyle yüreğime dokunuyor. Yarımada’da tabiat, geçmişi, savaşın izlerini saygıyla bir dantel örtü gibi kuşatıyor. Arıburnu Sahili’nde Anzak Koyu’nu seyrederken, Gelibolu’nun yeşil örtüsünün derinliklerindeki gizlerini benimle paylaştığını hissediyorum. 



Eceabat’ın kuzeyinde bulunan Bigalı Köyü’nün çınarlı kahvesinde kısa bir mola veriyorum. Bigalı, Nisan 1915’te 19. Tümen’e ve Tümen Komutanı Yarbay Mustafa Kemal’e karargah olmuş bir köy. Günümüzde Mustafa Kemal Atatürk’ü konuk eden ev müze olarak ziyaret edilebiliyor. Conkbayırı’na doğru ilerlerken 57. Piyade Alayı Şehitliği karşıma çıkıyor.  Yarbay Mustafa Kemal’in uhdesinde çarpışan 57. Piyade Alayı, çıkarmanın ilk gününde Arıburnu’na doğru harekete geçen  Anzak askerlerini geri püskürten Türk kuvvetlerinden biri. Cesaret ve kahramanlıkla örülü bu topraklarda yoluma devam edip Conkbayırı’na ulaşıyorum. Yarımadanın zirvesi olan Conkbayırı’ndan bütün Gelibolu önüme seriliyor. Anafartalar Grup Komutanı Yarbay Mustafa Kemal’in heykeliyle ufka dalıyorum. İçimi sonsuz bir minnet ve şükran duygusu yayılıyor. 

Kendi halinde köyleri, çalışkan köylüleri, keçi sürüleriyle kaplı otlakları ve denizin bir görünüp bir yok olduğu maviliğiyle Gelibolu kendini hafızama kazıyor. Küçük Anafartalar Köyü tabelasını geçip, Büyük Kemikli Burnu’na geliyorum. Rüzgarın ve dalgaların tasarımını üstlendiği bu doğal oluşum fantastik görüntüsüyle şaşırtıyor. Denizin kokusu içime işlemişken rotamı yine deniz belirliyor. Eceabat’ın şirin köyü Kilitbahir’de soluklanıp, Boğaz’ın en dar yerinde inşa edilen yonca planlı kaleyi ziyaret ediyorum. Yapılışı 15. Yüzyıla kadar uzanan Kilitbahir Kalesi, Çanakkale Savaşları ve Gelibolu Tarihi Alan Başkanlığı’nın çalışmalarıyla yaşayan bir tarih müzesi olarak ziyaretçilerini ağırlıyor. 

Eski adı Maydos olan Eceabat, Osmanlı döneminin en önemli tuğla üretim merkezlerinden biri olarak anılıyor. Maydos’un tuğla ocakları özellikle İstanbul’un tuğla ihtiyacına yönelik ciddi üretimler yapmış. Eceabat bağları, zeytinlikleri, ayçiçeği tarlaları ve tarihiyle benzersiz bir coğrafya. 

Çanakkale Kordon’a geri dönüp, Ayvalık’ın sarımsak taşından 1897 tarihinde yapılan saat kulesinden başlayarak şehri adımlamaya başlıyorum. Kulenin bir tarafı Kordon’a açılırken , diğer tarafı şehrin tarihi sokaklarından Fetvane’ye açılıyor. Fetvane Sokağı taş binaları ve kahve kokusuyla cezp edici bir alan. Sokağın köşesinde yer alan Kent Müzesi 19. yüzyılın başında inşa edilmiş bir yapıda kurulmuş.  Giriş katında güncel sergiler gerçekleştirilen müzenin diğer bölümlerinde şehrin sosyal hayatından,tarihinden, anılarından kurulu sürekli bir sergi alanı bulunuyor. Fetvane Sokağı’ndan uzaklaşıp Yalı Camii ve çevresini inceliyorum. Birkaç sokak sonra o yürek burkan türküdeki Aynalı Çarşı’nın önünde buluyorum kendimi. İki caddeyi birbirine bağlayan çarşı bugün hediyelik eşya dükkanlarıyla dolu. Kulaklarımda o duygulu türküyle Çanakkale Boğazı’nın en dar bölümünde gemileri selamlayan Çimenlik Kalesi’ne yürüyorum. Çimenlik ya da Kale-i Sultaniye bugün savaş kahramanı Nusret Mayın Gemisi’ni de içine alan bir Deniz Müzesi’nin bünyesinde. Kale-i Sultaniye adıyla 1462 tarihinde Fatih Sultan Mehmet Han tarafından yaptırılan Çimenlik Kalesi, dış kale ve iç kaleden oluşmuş geniş bir kompleks. 18 Mart 1915’te İngiliz zırhlısı Queen Elizabeht’in attığı top mermisi, bugün hala isabet ettiği kuzey sur duvarında duruyor. Müze bahçesiyse farklı büyüklükte toplar, tanksavarlar, mayınlar ve  "UB 46” isimli Alman denizaltının kalıntılarına ev sahipliği yapıyor. Çimenlik Kalesi ve içinde bulunduğu müze Çanakkale ‘nin mücadeleci ruhunu hissettiren, özgün bir yapı.  

Çanakkale’de geçmişi Fatih Sultan Mehmet devrine kadar giden bir seramik üretimi söz konusu. Öyle ki seramikçilik şehrin ayrılmaz bir parçası haline gelince şehre adını bile vermiş. Şehrin alameti farikası seramik olunca, Seramik Müzesi’ne uğramak şart oluyor. Tarihi Er Hamamı’nın restore edilmesiyle kurulan müze, Çanakkale seramiğinin tarihsel serüvenini sunan özel bir mekan. 




Çanakkale 1. Dünya Savaşı’nın akışını değiştiren gerçek kahramanların şehri olmasının yanında Antik Çağ’ın kör ozanı Homeros’un epik anlatısında geçen Troya Savaşı’nın da geçtiği yer. Efsaneler çağından zamanımıza kadar şöhretini asla yitirmeyen Troya Savaşı’nın izinde ve Homeros’un rehberliğinde Troya (Troia)  Antik Kenti’ne uzanıyorum. Troya Antik Kenti 1998 yılından bu yana UNESCO Kültür Mirası Listesi’nde.  En erken yerleşimin Tunç Çağı'na dek indiği Troya'da insanlık tarihinden 3000 yılı kesintisiz olarak izlemek mümkün. 2018 yılının Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafından Troya Yılı ilan edilmesinin ardından hizmete giren Troya Müzesi, Troya’nın farklı katmanlarına ait mezar taşları, heykeller ve çeşitli canlandırmalarla   izleyiciyi karşılıyor. Müze  cam bileziklerden sikkelere, lahitlerden sunaklara, gözyaşı şişelerinden yazıtlara uzanan geniş koleksiyonuyla, binlerce yıllık bir öyküyü sakince fısıldıyor.  Animasyonlar, ışık oyunları, üç boyutlu tasarımlar, müzenin farklı bir deneyime dönüşmesini sağlıyor.  Bütün zamanları esinleyen efsanenin doğduğu, Odysseus’un kurnaz bir hileyle, bir tahta atla tarih sahnesinden sildiği, yahut ebediyen var ettiği Troya’nın görkemli ve trajik öyküsünü yaşamak, zamanın dehlizlerinde dolaşmak  için Troya Müzesi kesinlikle doğru adres. 



Çanakkale bereketli toprakları ve konumuyla tarih boyunca göz kamaştıran şehirlerden biri olmuş. Bu sebepten birçok antik yerleşime ev sahipliği yapıyor. Büyük İskender’in komutanlarından Antigonos tarafından kurulan Alexandria Troas bunlardan biri. Anadolu’nun en büyük antik kentlerinden biri olan Alexandria Troas Ezine İlçesinde ve yaklaşık 400 hektar üzerinde yer alıyor. 

Çanakkale’den ayrılmadan bağımsızlık mücadelesini mısralarıyla canlandıran Mehmet Akif Ersoy’un çocukluğunun geçtiği evi ziyaret ediyorum.  “Vatan Şairi” olarak gönüllerde yer eden Mehmet Akif Ersoy’un bir dönem yaşadığı ev Bayramiç ilçesinde müzeye dönüştürülmüş durumda. Dilimde Mehmet Akif Ersoy’un dizeleriyle şairin anılarına dalıp gidiyorum.


Çanakkale azmin ve cesaretin şehri. Ozanlara ilham veren, adına türküler yakılan, Kuzey Ege’nin olanca güzelliğiyle insanın içini tarifsiz duygularla donatan bir şehir. Hayranlık uyandırıcı geçmişi bugünüyle harmanlayan, vedaları yürek burkan bir şehir…

 

*Türkiye Kızılay Derneği'nin aylık dergisi 1868 'in,  Mart  2020 sayısında yayımlanmıştır. 


 



18 Ekim 2020 Pazar

Ekim'de Gel: Bozcaada


Martı çığlıklarının feribot düdüklerine eşlik ettiği sabahlar, çiçekli dalların sardığı taş evler, domates reçelinin tadı ve üzümün buğusu… Bozcaada, sonbaharda bizi çağırıyor. 

 

Geyikli İskelesi’nden kalkan feribot kusursuz bir mavilikte yol alıyor. Denizin nerede bitip gökyüzünün nerede başladığı fark edilmiyor. Kuzey rüzgârının gücünü hissettirdiği, martıların kanat seslerinin gökyüzünde yankılandığı bir yolculuk bu. Bulutsuz maviliğin sonunda, tarihin babası Herodot’un “Tanrı’nın insanları uzun ömürlü olsun diye yarattığı yer” olarak anlattığı Bozcaada beliriyor. Görkemli bir kale, güven veren bir liman, beyaz gölgeleri suda titreşen sandallar ve üzerindeki sabah mahmurluğunu demli çayla gidermeye çalışan adalılar…

Tarihte Tenedos adıyla anılan Bozcaada, defalarca el değiştirmiş. 15. yüzyıldan itibaren Türklerle Rumlar Ege’nin bu turkuaz kıyısında koyun koyuna yaşamış. Bozcaada, yerel dokunun kendine has inceliğini, mutfağın çeşitliliğini, adanın huzur veren ferahlığını yüzyıllar süren bu birlikteliğin muazzam uyumuna borçlu.


Beyaz badanalı evlerin gölgesinde ilerleyip pencerelerden sarkan küpe çiçeklerini izledikçe, insan bütün telaşını denizin öte yanında bıraktığını hissediyor. Geçici bir süre için bile olsa, adalı olmanın ayrıcalığını yaşamak için Rum ve Türk mahallelerini yürüyerek keşfetmek gerekiyor. İyotla kekik kokusunun birbirine karıştığı Arnavut kaldırımlı sokaklardaki gezintinize insanı ters yüz eden, kuzeyden esen rüzgârlar eşlik ediyor. Denizin, incirin, salkım üzümlerin rehberliğinde ada kendini anlatsa da daha derin bir ada hikâyesi için Bozcaada Müzesi ve Yerel Tarih Araştırma Merkezi’ni ziyaret edebilirsiniz. Bir ada evinde faaliyet gösteren müze, Bozcaada’yla ilgili benzersiz bir koleksiyona sahip. Etrafı kuş bakışı izlemek içinse kaleye tırmanabilirsiniz.

Bir adanın yazgısı denize bağlıdır. Bozcaada, onu çevreleyen serin suları ve güçlü rüzgârların estiği koylarıyla tatilcilerin içini ürpertse de, yine de vazgeçilmez. İncecik kumu ve cam gibi deniziyle Ayazma Plajı, adanın kendisi kadar ünlü. Ancak şöhretin bedeli olarak her zaman kalabalık olduğunu belirtmekte fayda var. Ayazma’nın hemen yanı başında yer alan Sulubahçe ise daha çok adanın yerlisinin tercih ettiği, kendi halinde, sade ve sakin bir plaj. Adanın su altı zenginliğini izlemek içinse en iyi seçenek, bölgenin el değmemiş koylarından biri olan ve Akvaryum olarak da bilinen Mermer Koyu.


Bağcılık bu toprağın kadim geleneklerinden biri. Erken dönemlerde bile adada basılan sikkelerde üzüm salkımı görülüyor. Üzüm  tarih boyunca değer verilmiş, adaya kattığı berekete minnet duyulmuş bir ürün. Adanın bereketinden meydana gelen dört çeşit üzüm var: Kuntra ve karalahnadan oluşan kırmızı üzüm ile çavuş ve vasilakiden oluşan beyaz üzüm. 

Kalabalıkların çekilmesiyle birlikte adada hayatın her zamanki ritmine döndüğü ekim ayı, sezon bitmeden son bir kez daha denize girmek isteyenler için de ideal. Üstelik ekim ayı, deniz suyu sıcaklığının da en yüksek olduğu dönem. Bu mevsimde bağ evlerini ziyaret edebileceğiniz gibi, ihtiyar bir çınarın gölgesinde yavaş akan zamanın tadını çıkarabilir, uzun kahvaltılarla başladığınız güne dilediğinizce devam edebilirsiniz. 



Ada Sofrası

Ege’nin bereketinin sofralara taşındığı Bozcaada, otlar, deniz ürünleri ve türlü türlü mezeden oluşan özel bir yemek kültürüne sahip. Rum Mahallesi ya da liman tarafında yer alan restoranlar, lezzetli bir akşam yemeği için keyifli seçenekler sunuyor. Adanın bir diğer meşhur lezzeti ise reçelleri. Muhteşem rayihası ve göz kamaştıran renkleriyle kendi çapında şöhret olan bu reçellerin öne çıkan ikilisi ise domates ve incir.  

Kuru etli menemeniyle Asude Ada, patlıcanlı böreğiyle Lalezar Kahvaltı Salonu, iştah açıcı sunumuyla Patiska Bağ Evi, güne güzel bir kahvaltıyla başlamak için ideal. Adanın meşhur pastanesi Çiçek’in 150 yıllık Rum lezzeti olan damla sakızlı, bademli kurabiyesini ve tarifi yedi kuşak öteden bugüne aktarılan Hacı Tahir badem kurabiyesini de tatmadan dönmeyin.


*AtlasGlobal Hava Yolları'nın uçak içi yayımı,  Glober'ın Ekim 2019 sayısı için kaleme aldığım Bozcaada yazısı.  


30 Mayıs 2018 Çarşamba

Her Daim Özlenecek Şehir: Çanakkale



Marmara’yı Ege’yle birleştiren, cazibesiyle dünyanın en ünlü destanına ilham veren, kahramanlarına müteşekkir olduğumuz, her mevsimin güzeli Çanakkale'yi anlatmaya devam ediyorum...


Kalbinden deniz geçen şehirler,  ozanların şiirinde, seyyahların güncesinde, komutanların gönlünde hep başköşede durur. Nadir bulunan güzellikler böyle yan etkiler yaratabilir (!) Brad Pitt’in Akhilleus olarak hafızalara çakıldığı gişe rekortmeni filmin atının önünden rüya gibi bulutlarla kaplı Boğaz’ı izlerken bu şehrin halet-i ruhiyeyi ters yüz eden semptomları bana da bulaşıyor.  Mitolojiler galaksisinden çıkıp, modern döneme kadar şöhretini bir an bile yitirmeyen Troya Savaşı’nı sembolize eden tahta at, bulutlu Boğaz sabahında fazlasıyla mitsel görünüyor.  Atmosferin etkisinden çıkmadan, konaklayacağım Büyük Truva Oteli’nin restoranında kahvaltı ediyorum.  Ardından tekrar Kordon’u adımlayıp tarihi saat kulesinin dibine varıyorum. Çanakkale’nin merkezini tanımak için yollara düşmüşseniz kesinlikle yürümek, yürümek, yürümek gerekiyor. 





Ayvalık’ın sarımsak taşından 1897 tarihinde yapılan saat kulesini merkeze alıp yönümü ona göre tayin ediyor, adresleri ona göre soruyorum. Farklı şehirlere gittiğim zaman navigasyondan ziyade, yerel halka adres sormayı tercih ediyorum. Bu hem biraz olsun sohbet ortamı yaratıyor, hem de bazen acayip komik anılar yaşamama sebep oluyor. Saat Kulesi ve çevresi capcanlı bir yer. Kulenin bir tarafı Kordon’a açılırken tam aksi istikamette yol alınca Çanakkale’nin tarihi sokaklarından biri olan Fetvane’ye çıkılıyor. Fetvane Sokağı taş binaları ve kahve kokusuyla hipnotize edici bir nokta. Söz konusu kahvenin karşı konulmaz kokusu olunca kendimi Han Kahvesi’nde buluyorum. Mor salkımların rüzgarda salındığı,ağaç gölgelerinde serinleyen, kendiliğinden nostaljik bir kahve.  İl Kültür Müdürlüğü’nden aldığım haritaları kurulduğum masama yayıp, kallavi bir Türk kahvesiyle anın tadını çıkarıyorum.  Aslında kolumdaki kadranda akrep ve yelkovan kovalamaca oynamasa bütün bir günü bu kahveye hibe edebilirim ama zamanım kısıtlı. Han Kahvesi’nden çıkarken girişin sağ tarafında yer alan Kepenek Keramik beni kendine çekiyor. Çömlekçilik ve her tür keramik bu şehrin tarihinin bir parçası. Kepenek Keramik’te Çanakkale’nin tarihinden esinlenilerek hazırlanmış çeşitli idoller, takılar, biblolar bulmak mümkün. Bu küçücük dükkana girer girmez raflardaki her şeye hayran olsam da keramikten üretilen Troya mührü replikasına adeta vuruluyorum.  Troya Antik Kenti buluntuları içindeki ilk yazılı belge olan Luvi dilindeki mühür, M.Ö. 12 yüzyıla tarihleniyor. Kepenek Keramik’te benim beğendiğim mühür madalyon olarak tasarlanmış. Madalyon uygun kordonla birleşip, boynumda yerini alınca, kendimi Toya’nın sahibi gibi hissediyorum. O meşhur lafta dediği gibi “Mühür kimdeyse Süleyman O’dur” değil mi ama? 


Yeniden Fetvane Sokağı’na inip, köşedeki Kent Müzesi’nin kapısını aralıyorum. 1800’lü yılların başından kalma bir yapıda kurulmuş olan müze aynı zamanda bir kültür merkezi olarak düzenlenmiş. Giriş katında güncel sergiler gerçekleştirilen müzenin diğer bölümlerinde şehrin sosyal hayatından,tarihinden, anılarından kurulu sabit bir sergi alanı bulunuyor. Yeniden sokağa çıkıp Yalı Camii’ne, çevresindeki kahvelere, manzaranın en afilisine dalıyorum. Birkaç sokak sonra o meşhur türküdeki yürek burkan Aynalı Çarşı’yla göz göze geliyoruz. İki caddeyi birbirine bağlayan çarşı bugün hediyelik eşya dükkanlarına ev sahipliği yapıyor. Kulaklarımda o duygulu türküyle Çanakkale Boğazı’nın en dar bölümünde gemileri selamlayan Çimenlik Kalesi’ne yürüyorum. Çimenlik ya da Kale-i Sultaniye bugün savaşın akışını değiştiren kahraman Nusret Mayın Gemisi’ni de içine alan bir Deniz Müzesi’nin bünyesinde. 




Deniz kokusunu içime çeke çeke şehir haritasında işaretlediğim, adı Troya Antik Kenti’yle özdeşleşen Manfred Osman Korfmann’ın adını taşıyan kütüphanede soluğu alıyorum. Korfmann Kütüphanesi Surp Kevork Kilisesi’yle sırt sırta vermiş bir yapı. Bir zamanlar kilisenin Sıbyan Mektebi olan kütüphanenin raflarını Korfmann’ın ve başka bağışçıların kitapları süslüyor. Tarihin ve kültürün şehri, o kadar çok rengi saklıyor ki birkaç sokak ötede şehrin sinagogunun zilini çalarken buluyorum kendimi. Kısa bir ziyaretin ardından  hafifçe başlayan yağmur tenime serin bir ürperti serpiyor. Kordon’u takip edip alameti farikası seramik olan şehrin Seramik Müzesi’ne sığınıyorum. Fatih Sultan Mehmet devrine kadar uzanan bir seramik üretimi mevcut bu topraklarda. Seramik öylesine ciddi bir iş ki koca şehre adını bile vermiş zaman içinde. Bugün Seramik Müze’si olan yapı Tarihi Er Hamamı’nın dönüştürülmesiyle ortaya çıkmış.  


Her şehrin hikayesi  vardır ya işte şimdi Çanakkale’nin hikayesinin peşine düşme zamanı. Homeros’un dilinden çıkıp, bugüne dek bir an bile şöhretini yitirmemiş tanrıları, kahramanları ve fanileriyle gizemli bir çağa açılan Priamos’un Troya’sının çağrısına kapılmamak olanaksız. Hele 2018 Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafından,Troya Yılı ilan edilmişken Troya’ya dokunmak ayrı bir haz. Priamos’un hazinelerinden, mağrur ve kahraman Hektor’un, Akhilleus’la mücadelesine bir efsanenin doğduğu toprakları görmek gerçekten heyecan verici.   





Troya Çanakkale’nin en büyük hazinesi ama tek değil. Ezine ilçesinde yaklaşık 400 hektar üzerine kurulu bir Alexandria Troas var ki bu kadar göz önünde olup, namı az bilinir olsun, inanılır şey değil. Günümüzde yeşilin kamuflajıyla büyüklüğünü anlayamayıp,yanından geçip gidebilirsiniz. Ama yapmayın, tabelanın çığlığına kulak verin ve devrinin en parlak ticaret şehrini görün. Anadolu’nun en büyük antik kentlerinden biri olan Alexandria Troas ,Büyük İskender’in komutanlarından Antigonos tarafından kurulur.









 Birkaç yıl sonra yine İskender’in valilerinden Lysimakhos devreye girip şehrin adını İskender’e övgü olarak “Alexandria Troas” yapar. Gün gelir I. Konstantin bu şehri Roma İmparatorluğu’nun başkenti yapmayı bile düşünür.  Fakat başkent olma onuru Konstantinopolis’e (İstanbul) sunulur. Belki de Troas’ın kaderi o gün değişir, tarih küllerini savurdukça savurur.  Alexandria Troas’ı gezmeye, öyküsünü dinlemeye doyamasam da bölgeye çok yakın bir antik taş ocağına gitme fikrine tereddütsüz “evet” diyorum.   Neandria Kestanbol Antik Taş Ocakları’ndaki manzara karşısında nutkum tutuluyor. 2800 yıl önce terk edilmiş bir granit yatağı burası. Biçim verilmiş, yola çıkmaya hazır devasa sütunlar boylu boyunca yatıyor önümde. Zeytin ağaçları altında uzanan granit sütunlar trajik ama bir o kadar görkemli bir sahnenin ezeli ve ebedi oyuncuları gibi geliyor bana.  Buraya ilk defa gelmeme hayıflanıyorum. Çanakkale’ye bir kez daha hayran oluyorum…

17 Mayıs 2018 Perşembe

Gururlu ve Kahraman Gelibolu


Boğaz ipekli bir kumaş gibi titreşiyor. İki yaka arasında kanat çırpan martılar destanların kentinin üzerinde pervasızca süzülüyor. Unutulmuş zamanların unutulmayan savaşı Troya ve 1. Dünya Savaşı’nın seyrini değiştiren zaferin mağrur şehri Çanakkale’yi keşfetmeye Gelibolu’yla devam ediyorum…



O bildik Hollywood filminin baş aktörü olan Troya atının dibinden gecenin sabaha uzanışını izliyorum. Çanakkale Kordon, henüz batmayan ay ışığının altında bir şiirin en çarpıcı dizesi gibi fısıldıyor.  Abartısız, sakin, dalgın bir güzellik var bu şehirde. Denizin esansı güçlü bir rüzgarla saçlarıma dokunurken, az ötede yolcularına seslenen feribotun gümbürtüsünü duyuyorum. Elimde valizim gün doğmadan sahile açılan Büyük Truva Otel’ine yerleşiyorum. Yol yorgunu halim, birkaç saat uykuyu hak ediyor. Boğaz’a karşı uyanıp, otelin manzarasında kahvaltı ediyorum. Feribot iskelesine doğru hızla yürümek gibi niyetlerim olsa da gün ışığında kordonun canlılığı fotoğraf çekmek için aklımı çeliyor.   
Fotoğraf faslına feribotta devam ederken neredeyse herkesin birbirini tanıdığını fark ediyorum. Sıcak, samimi bir ortamda feribot yol alırken, “Karşıya geçme” fiilinin İstanbul dışında bu denli gerçekçi olması hoşuma gidiyor. Tabiatın uyanışına işaret eden renklerle donanmış Gelibolu yarımadası olanca zarafetiyle beni kucaklıyor. Gelibolu, Çanakkale Savaşları ve Gelibolu Tarihi Alan Başkanlığı’nın kurulmasıyla her geçen gün daha da büyüyen bir açık hava müzesi haline gelmiş.  Denize serili bu yeşil yarımadanın her köşesi Çanakkale Muharebeleri’nin izlerini taşıyor. Mücadelenin zafere dönüştüğü Gelibolu’yu layıkıyla tanımak için en azından iki günlük bir zamana ihtiyaç var. Böylece  tarihi alanı keşfetmek üzere, adı Çanakkale Savaşları’yla özdeşleşen  Seyit Onbaşı’yla birlikte anılan Rumeli Mecidiye Tabyası ve Şehitliği’ne varıyorum.  Burada, 18 Mart 1915’te Boğaz’ı geçip İstanbul’a ulaşmayı hedefleyen müttefik donanmasına cesaretle mücadele eden Seyit Onbaşı ve bütün Mehmetçiklerimizin anısına yapılmış bir anıt yer alıyor.  Askerliğe “Ağır Topçu Neferi” olarak başlayan Seyit Onbaşı, topun mermi kaldıran vinci bozulunca,215 kiloluk top mermisini sırtına alarak namluya sürmüş, ateşlediği top sayesinde İngiliz zırhlısını batırmayı başarmasıyla da efsaneleşmiş bir savaş kahramanı. Böyle bir yiğitlik timsali yaşanan Rumeli Mecidiye Tabyası Gelibolu’nun ziyaretçi  akınına uğrayan bölgelerinden biri.  Kahraman Rumeli Mecdiye Tabyası’nın ardından askerlere sağlık hizmetlerinin verildiği Soğanlıdere Vadi’si,  Alçıtepe Şehitliği,  Çanakkale Cephesi’nin ilk şehitlerinin yattığı Seddülbahir Kalesi, Eskihisarlık Burnu’nda yükselen Şehitler Abidesi izlediğim rotayı oluşturuyor. Çanakkale Savaşları’nın sarsıcılığı her adımda yüreğime dokunuyor. Gelibolu tarihi yaşayan ve yaşatan bir coğrafya.  Bölgede yaşananları daha yakından izlemek içinse Çanakkale Destanı Tanıtım Merkezi’ne uğramak gerek.  Burada önce savaş sırasında kullanılan her çeşit eşyanın sergilendiği bir müzeyi inceleyip, ardından muharebenin etkileyici anlarının ileri simülasyon yöntemleriyle canlandırıldığı alana geçmek mümkün.
Gelibolu’da doğa geçmişi örten bir dantel gibi. Toprağın bereketi savaşın izlerini huşu içinde kamufle ediyor. Arıburnu Sahili’nde bulunan Anzak Koyu’nda verdiğim kısa molada aklımdan bunlar geçiyor.






 Yönümü Eceabat’ın kuzeyinde bulunan Bigalı Köyü’ne çeviriyorum.  Bigalı Köyü,  Nisan 1915’te Atatürk’ü misafir etmiş ve 19. Tümen’e karargah olmuş. Günümüzde Atatürk’ü konuk eden ev müze olarak ziyarete açık.  Kendine özgü dokusunda Bigalı meydanından başlayarak içinizi ısıtıyor. Çınar gölgesine kurulu kahvesi, bayraklarla ve Atatürk’ün sözleriyle donatılmış taş evleriyle Bigalı çabucak kalbe dokunuveriyor.



Gelibolu’da yeni günün ilk durağı mücadelesiyle destan yazan Conkbayırı. Conkbayırı’na ilerleyen yolda 57. Piyade Alayı Şehitliği karşıma çıkıyor. Yarbay Mutafa Kemal’in komutasında çarpışan 57. Piyade Alayı, çıkarmanın ilk gününde Arıburnu’na doğru harekete geçen  Anzak askerlerini geri püskürten Türk kuvvetlerinden biri. Gelibolu’da her adım insanı  cesaretin, kahramanlığın anlatısına götürüyor. Yoluma devam edip savaşa yeni bir yön veren Conkbayırı’na varıyorum.  Gelibolu yarımadası bu noktada, tümüyle görünüyor.  Anafartalar Grup Komutanı Yarbay Mustafa Kemal’in heykeliyle ufka dalıyorum. İçimi bir minnet ve şükran duygusu kaplıyor.



Conkabayırı’nın yarattığı tarifsiz duygu durumunun ardından aracın camından muazzam manzaralar, taş evlerin salındığı köyler, çobanlar, sürüler gelip geçiyor. Küçük Anafartalar Köyü’nün ardından Büyük Kemikli Burnu’nda soluklanıyorum. Kayaların denizle buluşması sürrealist bir etki yaratıyor. Kayalar öyle fantastik formlarda ki doğanın heykeltıraşlığına hayran olmamak imkansız.


 Denize bu kadar yaklaşmışken, yeni rotamı yine deniz belirliyor. Eceabat’ın şirin sahil köyü Kilitbahir’e eriştiğimde Boğaz’ın en dar yerine kurulan yonca planlı kaleyi ziyaret ediyorum. Yapılışı 15. Yüzyıla kadar uzanan Kilitbahir Kalesi, Çanakkale Savaşları ve Gelibolu Tarihi Alan Başkanlığı’nın çalışmalarıyla yaşayan bir tarih müzesine dönüştürülmüş. 
Kalenin yanı başında ancak filmlerde görülebilen bir kır kahvesinde oturup “Denizin Kilidi” anlamına gelen Kilitbahir’e, 1. Dünya Savaşı’na kafa tutan Çanakkale’ye, Boğaz’a, martılara tekrar tekrar  bakıyorum.  Masmavi deniz arada bir geçen gemilerle yırtılıyor. Gururlu ve yalın, Çanakkale sen ne güzelsin…


10 Mart 2018 Cumartesi

2018 Troya Yılı! Troya'ya Gitmenin Tam Zamanı

Efsanevi bir aşk, dünyayı değiştiren bir savaş, dillere destan Troya...Ucu bucağı olmayan zamanın, henüz tam aydınlanmamış anında güzeller güzeli Helen'li, romantik Paris'li, yiğit Hektor'lu, bilge Priamos'lu, kahraman Akhilleus'lu, gaddar Agamemnon'lu, kurnaz Odyseus'lu İlyada'nın dile geldiği Troya...Çanakkale'nin düşle gerçeği kavuşturan, mitsel, romantik ve mağrur Troya'sının UNESCO Kültür Mirası Listesi'ne girişinin 20. yılı...Demem o ki masal gibi bir sene var önümüzde:  2018 Troia Yılı !




Troya Yılı münasebetiyle Troya'da olmanın mutluluğuyla... 



Bütün zamanların en şöhretli anlatısı hiç şüphesiz Homeros'un kaotik bir aşk sarmalında fanilerle, ölümsüzleri karşı karşıya getirdiği ve kurnazlığın kışkırtıcı zaferiyle sonuçlanan dizelerle aktardığı efsanevi Troya Savaşı. Zamana Olimposlular hükmederken başlar bütün hikaye. Ölümsüz tanrılar evreni İda'nın tepesinden seyredip, fanilerin yazgısına, mevsimlere, toprağa, iyiliğe ve kötülüğe hükmederken olur ne olursa. Başrolde güzel bir kadın, kalbine söz geçiremeyen bir erkek ve bir de kutsal metinlerin masum görünüşlü memnu meyvesi elma vardır aslında. Üzerinde "en güzele" yazan elmayla başlayan çekişmeyi güzellik ve aşkın tanrıçası Aphrodite kazanır. Paris, şan şöhret, zenginlik değil de aşk ister çünkü. Aphrodite aşk vaadiyle Hera ve Athena'yı saf dışı bırakıp "en güzel" seçilmesiyle ok yaydan çıkıverir. Ok, Paris'in kalbine tam yerinden saplanırken, sonunda Paris'in yurdu Troya tarih sahnesinden silinecektir.       





Fakat dünya dönerken Troya önce düşlerde, sonra sanatın her dalında erişilmez bir sır gibi algılanmaya devam eder. "Kayıp şehirlerin" o dokunulmaz cazibesi adına kazınmıştır bir kere. İşte 19. yüzyılda, arkeoloji canlanmaya, seyahat olanakları nispeten kolaylaşmaya başlayınca birçok maceraperest ve aç gözlü insan Troya'yı keşfetme ve Priamos'un paha biçilemez hazinesini bulma hayaline kapılır. Bunların arasından en azimlisi hiç şüphesiz Henri Scheliemann'dır. Schliemann kendi uydurduğu biyografisinde çocukluğundan itibaren Homeros'un dizelerine vurulmuş, bu uğurda düşmüş kalkmış, itilip kakılmış ve yılmamış bir karakter olarak karşımıza çıkar. Bu çilekeş biyografinin belki elle tutulur tek doğru tarafı Schliemann'ın yılmayan kişiliğidir. Katip olarak atıldığı iş yaşamında zengin bir tüccara dönüşmüş, kısa sürede birden fazla dili öğrenebilmek için yoğun bir mesai harcamıştır. Ticaretten kazandığı parayı ihtirasla sarıldığı "amatör arkeoloji ruhunun" peşinde savurmuş ve karşılığını kat kat almıştır. Ancak önlenemez şöhreti kudretli Troya'yı bulduğunu ilan ettiğinde yakalar. Çanakkale yakınlarındaki antik kalıntıların arasından çıkardığı iki yüz elli altın objenin tümünü "Priamos Hazinesi" olarak ilan eder. Lakin mücevherleri kimselere haber vermeden Atina'ya kaçırması Türk makamlarıyla başını derde sokar. Üstelik amatör arkeoloji ruhunun altın tutkusu, arkeolojik çevrelerde hiç hoş karşılanmaz. Böylece bütün bu sansasyonun üzerine kocaman bir karanlık çöker. Bundan böyle Schliemann masalı iki görüş üzerinde ilerlemeye mahkum olur. Bu görüşlerden ilki Schliemann'ın bir şekilde modern arkeolojinin babası olduğu yönündedir. Ancak baskın görüş arkeoloji aşkının hilekarlığa alet edildiği şeklindedir. Nitekim 1890'da yaşamı sona eren Schliemann'ın yarattığı kaos her geçen gün büyüyerek çağımıza dek ulaşır. Bütün bu tutarsız tablonun yegane sorumlusu da maalesef Schliemann'ın bizzat kendisidir. 



Priamos Hazinesi'nin mücevherlerini takan Sophia Schliemann

Schliemann, bir masal kahramanı olmayı düşledi. Zengin olmayı, hatta sinema çağını yakalamış olsaydı Indiana Jones'un kimliliğini çaldığını bile iddia edebilirdi. Gerçek olan uygarlık tarihine, sanat tarihine yaptığı katkıydı. Ne var ki Troya düşüşüyle başlayan şiirsel tasavvuru, bin yıllar sonra yeniden keşfedilirken apayrı bir gizem perdesiyle donattı. Gizlice Türkiye'den çıkarılan hazine, dünyanın farklı ülkelerinde soluklandı. Ardından Berlin Müzesi'nde koruma altına alındı. II. Dünya Savaşı felaketi yaşanırken de birçok sanat eseri gibi sırra kadem bastı. Berlin Duvarı'nın yıkıldığı sıralarda yarım asırlık sır nasıl olduysa aydınlanıverdi. Kayıp mücevherlerin önemli bir bölümü Moskova'da Puşkin Müzesi'nde ortaya çıktı. Halen mücevherlerin Türkiye'ye iade edilmesi konusu görüşülüyor. Bu arada hazinenin farklı ülkelerde olan parçalarından bir kısmı yoğun çabayla  ana yurduna döndü. 


İşte bütün bu sansasyona sebep olan, öyküsü sanatın her dalını esinleyen Troya Antik Kenti, 1998 yılında UNESCO Kültür Mirası Listesi'ne girer. Dünyanın en şöhretli antik kentinin UNESCO Kültür Mirası Listesi'ne girişinin 20. yılı olması münasebetiyle 2018 Troya yılı ilan edildi! En erken yerleşimin Tunç Çağı'na dek indiği Troya'da insanlık tarihinden 3000 yılı kesintisiz olarak izlemek mümkün. Homeros'un rehberliğinde benzersiz bir uygarlığın peşine düşmenin tam zamanı. Çanakkale'yi şenlik tadında bir yıl bekliyor. 2018'in  yaz aylarında Troya yepyeni müzesine kavuşacak. 



Veda Busesi


Boğaz'ı, efsaneleri, destansı savaşları, tabiatıyla Çanakkale'ye gitmek için Troya şu sıralar en geçerli sebep. Gelecek yazılarda mitleri, mücadelesi,  yaşanılası atmosferi, sokakları ve insanlarıyla Çanakkale'yi anlatmaya devam edeceğim.