7 Aralık 2021 Salı

Karadeniz’in Lezzet Kıyısı: Giresun

 

 Uzakları yakın eden kemençe sesine aşina olunan şehirdir Giresun.  Yağmurun ferahlığını her dem bağrında saklar, toprak kokusu hiç yakanızı bırakmaz.

Yeşilden maviye uzanan renk paletinde, başı bulutlara değen dağlar eşliğinde karşılıyor beni Karadeniz’in sakin kızı Giresun. Bulutlu gök yüzünün yer yer sisle sarmalandığı şehir, efsaneler çağına uzanan geçmişi, toprağın ve denizin bereketinden nasibini alan sofralarıyla Karadeniz’in bütün inceliklerini bir arada sunuyor.  






Giresun Kalesi’ne çıkınca şehir kendini yavaş yavaş anlatmaya başlıyor. Giresun şehir merkezi bir yarımadanın üzerinde kurulu. Kale, bu yarımadaya hakim konumda yer alıyor.  Pontus Kralı 1. Pharnakes’in yaptırdığı düşünülen kale, şehrin binlerce yıllık serüveninin en önemli tanıklarından biri olarak hala ayakta ve hala yaşamın içinde olmasıyla heyecan verici bir yapı. Bir zamanlar şehrin savunmasının vazgeçilmezi olan kale, bugün mavi manzarasıyla güne keyif katmak isteyenlerin uğrak noktası.  Serin havada buğusu hemencecik havada kaybolan bir çayla kaleden Giresun’u seyredenlere katılıyorum. Şehir hareketliliğine, Karadeniz’in hırçın dalgaları karışırken uzakta görünen Giresun Adası sonsuz bir sükunetle kutsanmış gibi duruyor. Günümüzde göçmen kuşların dinlendiği, martı ve karabatak gibi deniz kuşlarının egemenliğinde olan ada efsanelerle örülü gizemli bir geçmişe sahip. Anlatıya göre Herakles’in öfkesinden korkup  Stymphalos Gölü’nü terk etmek zorunda kalan tunç gagalı, dehşet verici kuşlar Areitas Adası’na yerleşir. Iason’un liderliğini üstlendiği Argonautlar, Altın Post’u bulmak uğruna Areitas’a çıktıklarında bu korkunç kuşlar, cesur gemicilere saldırır. Bu saldırı sonucu bir arkadaşlarını kaybeden gemiciler, adayı lanetler ve yeniden görkemli gemilerine atlayıp yeni maceralara yelken açar.  Bu efsanenin geçtiği yer olan Areitas Adası’nın, Giresun Adası olduğu kabul ediliyor. Üstelik adanın mitolojik serüveni bu kadarla da sınırlı değil. Unutulmuş zamanlarda, Anadolu’nun efsanevi kadın savaşçıları Amazonlarla anılan ada, bölgenin mitsel ve esrarengiz alanlarından biri.


Giresun Antik Çağ’dan itibaren bereketli toprakları, denize açılan limanlarıyla arzu edilen bir şehir olmuş. Birçok medeniyet bu topraklarda kök salmış, birçok tacirin bu limanın nimetleriyle gözleri kamaşmış. Şehrin tarih sahnesine çıkışına ilişkin en erken izler MÖ 7. yüzyılı işaret ediyor. Kentin ismi  erken dönemlerden itibaren  kiraz yurdu anlamına gelen “Kerasion” ya da “Kerasus”  olarak adlandırılıyor. Kirazın anavatanı olarak Giresun görülüyor. Romalı komutan Lucullus’un daha önce hiç görmediği kiraz fidelerini Giresun’dan alıp başka kıtalara götürmesiyle başlamış kirazın lezzet yolculuğu.  Yüzyıllarca kiraz ağaçlarıyla süslü Giresun’da şimdi kiraz üretimi biraz daha kısıtlı olsa da kiraz bölgenin damakta iz bırakan meyvelerinden biri. Hatta sadece meyve olarak değil, kiraz tuzlusu kavurması olarak da gerçek bir yöresel lezzet.

Karadeniz’in cömert doğasında, kirazın adını verdiği bu şehrin uzun yıllardır en gözde tarım ürünü fındık. Tadı ve içerdiği yağ oranıyla dünyanın en kaliteli fındıklarından biri olarak gösterilen Giresun fındığı bölge için önemli bir ekonomik değer olmasının yanında mutfak kültürünün ayrılmaz bir parçası. Özellikle tatlıların ve pastaların tadına tat katan fındıklı lezzetlerin başında fındıklı krokant geliyor. Krokant için yarım asırlık geçmişiyle Giresun’un klasik mekanlarından biri haline gelen Şebnem Pastanesi’ne uğruyorum. Şehrin alameti farikası fındığın krokant halinin kıtırlığı, kıvamı, ağızda dağılışı şöhretinin hakkını veriyor.




Şehrin tam kalbinde olmanın avantajıyla yağmura aldırmadan Gazi Caddesi’ne kısa bir yürüyüş yapıyorum. Üniversiteli gençlerini ve alışveriş yapmak isteyenleri buluşturan Gazi Caddesi şehrin en popüler rotası. Caddeden çok uzaklaşmadan tarihi evleriyle nostaljik bir filmin içinde geziniyormuş gibi bir duygu yaratan Zeytinlik Mahallesi’ne yöneliyorum. 19. yüzyılın çok kültürlü ortamında şekillenmiş bir mahalle Zeytinlik. Türk ve Rum sivil mimarlığının kusursuz bir ahenk oluşturduğu yapılar, mazide kalmış bir devrin zarafetini hala taşıyor. Denize açılan sokaklarda yosun kokusuna evlerin bahçesinde yükselen portakal ağaçlarının kokusu karışıyor. Takvimin gerçeği çok uzakta kalmışken Giresun Müzesi bütün heybetiyle önümde beliriyor. 18. yüzyılda bölgedeki Rum-Ortodoks cemaat için yapılan bina Gogora Kilisesi olarak da biliniyor. Şehrin tarihine ışık tutan müze arkeolojik ve etnografik eserleri, tarihi atmosferinde izleyiciyle buluşturuyor.Sanat Sokağı tabelasını takip edip rengarenk kafelerle donatılmış, el işi ürünlerin tezgahları donattığı, bir alanda buluyorum kendimi. Sokağın köşesinde yer alan küçük mantıcıda Giresun’un incecik hamurdan yapılan dillere destan mantısının tadına bakmayı da ihmal etmiyorum. Geleneksel bir tat olan yarımca böreği ve yemyeşil görüntüsüyle şaşırtan ısırganlı mantı damağımda yer ediyor.  Ara sokakların dinginliğinde Giresunlu çalışkan kadınların küçük tezgahlarıyla karşılaşıyorum. Karalahanalar, bal kabakları, sakarcalar, adını ilk defa duyduğum otlar önümde sıralanırken, Giresunlu kadınlar tarifleri de kulağıma fısıldamayı unutmuyor. Ve hemen bu şehre gelen herkesin mutlaka haşlama yemesi gerektiği konusunda uyarıda bulunuyorlar.




Giresun iklimin ve Karadeniz’in çetin koşulları içinde el sanatlarında ustalaşmış bir şehir.  Farklı kültürlerle etkileşim halinde olması özellikle dokumacılık ve ahşap sanatlarında özgün nitelikli ürünler doğmasını sağlamış. Şehrin bütün sakinliğine arada bir dokunaklı nağmeleriyle sızan kemençe de Giresun’un duygu dünyasından doğmuş bir saz. Usta çırak ilişkisi içinde varlığını sürdüren kemençecilik Göreleli ustalarca bugün  aynı heyecanla üretiliyor. Kemençenin kendine has sesinin peşinde Görele’nin yoluna düşüyorum. Kapısını çaldığım 25 yıllık kemençe ustası Ali Kol, mesleğinin inceliklerini anlatırken gözlerindeki parıltı bir an olsun sönmüyor. Atölyesinden ayrılmadan Ali Usta kendi yaptığı ardıç ağacından kemençesiyle bir Giresun türküsü çalıyor.

Görele’den ayrılırken kulağımda kemençenin dokunaklı ezgisini beraberimde götürüyorum.Denizlere çıkan sokaklardan gökyüzüne usulca dokunan doruklara sokulmak şart oluyor. Aksu kıyısında küçük bir kır kahvesi olan Kavak Yelleri’nde  geleneksel kuru yufka ile hazırlanan böreğin başrolde olduğu lezzetli bir kahvaltıyla Kuzalan Şelalesi’ne doğru süzülüyorum. Aksu Deresi’nin yörüngesini takip ederek, kah kıvrılan kah bükülen yolda ahşap evler, taş köprüler , ulu ağaçlar önüme seriliyor. Yükselti arttıkça hava sıcaklığı düşerken, önce kibar kibar yağan kar bir süre sonra bembeyaz bir örtü olarak ortalığı kaplıyor. Kuzalan Şelalesi’ne vardığımda buzun suyla yarattığı muhteşem manzaraya hayran oluyorum. Kuzalan Tabiat Parkı mineral açısından zengin su kaynaklarının yarattığı beyaz travertenleri,   mağaraları, sık ağaçlı yapısı, turkuaz gölleri ve yüzlerce metre yükseklikten dökülen şelalesiyle sürrealist bir tablodan düşmüş gibi duruyor. Kar ve buzun bu manzarayla buluşması ise Kuzalan’ın her mevsim ne denli güzel olabileceğinin bir kanıtı.Kış kuşanmış ulu çam ağaçları, kardan ağırlaşan dallarıyla hafifçe titreşirken “maden suyu” yazan bir çeşmenin önünde mola veriyorum. Dünyada kaç yerde maden suyu akan bir çeşme vardır? diye düşünmekten kendimi alamıyorum.Çam ormanlarının çepeçevre kuşattığı Kümbet Yaylası’na ulaştığımda karın dantel gibi doğayı sarmalaması karşısında çocuksu bir coşkuya teslim oluyorum. Kar ve ormanın tılsımlı bir etki yaratıyor. Sanki burada düşen her kar tanesinin sesi duyulurmuş gibi geliyor. Şehir merkezine birkaç saatlik mesafede yeryüzünün bambaşka bir çehreye bürünmesine hayret ediyorum. Kümbet vaat ettiği katışıksız huzur ve çevresindeki el değmemiş çam ormanlarıyla başka hiçbir yere benzemiyor. Alnı bulutlara uzanan dağlardan sahile doğru inerken Giresun’un sırrı 150 yıllık mayasında saklı sulu somun ekmeğini alıp Tirebolu Doğal Dükkan’da soluğu alıyorum. Taş fırından pişen somunla kiraz tuzlusu kavurması harika birbirine çok yakışıyor. Yöre insanın pratikliği, doğanın lutfu, zamanın birikimi Giresun mutfağında saklı.   Hamsi çıtıratma,  karalahana diblesi, Piraziz Köftesi, ısırgan yağlaşı, kiraz tuzlusu kavurması gibi tarifler Giresun’un asırlar boyu getirdiği geleneğin ve muhteşem doğasının bir yansıması.

Karadeniz hoyratça Tirebolu kıyısını döverken,martılar alışkın oldukları rüzgara karşı kanat çırpıyor. Dudaklarımda Tirebolu çayının buruk tadıyla tevazu sahibi şehre veda ediyorum.


*Tük Hava Yolları'nın uçak içi yayımı  Skylife'ın  Mart 2020 sayısı için kaleme aldığım Giresun yazısı. 


 

2 Aralık 2021 Perşembe

Bir Aşı Savunucusu Olarak Çariçe Katerina!

 Aydınlanma Çağı deyince genel olarak vakur ifadeli portreler, cilt cilt kitaplar, beyaz ve kaçınılmaz olarak Hıristiyan adamlar gelir. Ciddi bakarlar, ciddi yazarlar. Onları anlamak zordur.   Kant, Jean-Jacques Rousseau, Leibniz, Hume,...Liste uzun, arazı engebeli, hedef parlaktır. Aydınlanma sadece filozoflar arasında gerçekleşemeyeceğinden konuya müdahil tarafların siyasi erk alanını oluşturan isimler de ayrı bir kulvar oluştururlar. Aydınlanma düşüncesiyle yanıp tutuşan, gerektiğinde bu ilkeleri bazı küçük felaketler eşliğinde tebaasına dayatmak çekinmeyen bu grup Aydın despotlar adıyla anılır.  Aydınlanmacı despotikler listesi imparatordan geçilmez. Dünyanın bütün bilgisine, hammaddesine , insan gücüne, kültür birikimine hakim olmak isteyen imparatorlar listesinde karşımıza çıkan isimlerden biri Çariçe Katerina'dır.


Katherina 18. yüzyıl siyasetinde fırtınalar koparan bir isim.  Babası Prusya'ya bağlı Anhalt-Zerbst bölgesinin yöneticisi ve Prusya ordusunun generallerinden biri. Soylu aileden gelen birçok akranı gibi evliliği bir pazarlık ve hesap kitap meselesi oluyor. Çariçe I. Elizaveta baskısıyla Holstein-Gottorp Dükü ile evlenmek zorunda kalıyor. Düklerin, düşeslerin ortada cirit attığı zamanlar ama Katerina'nin kocasının en önemli özelliği Çar Büyük Petro'nun torunu olması dolayısıyla tahta en yakın aday olmasıydı. Katherina önce doğum adı olan Sophie Augusta'yı yeterince Rus görünmediği için değiştirdi. İsim değiştirmek yetmeyeceğinden Papa'yı terk ederek Ortodoks'luğa geçiş yaptı. Evliliği bir tek kelimeyle berbattı. Izdırabın 18. yılında Peter, III. Petro namıyla tahta oturdu. Ancak hükümranlığının altıncı ayında çıkan ayaklanmada talihsiz bir biçimde öldürüldü. Böylece Katerina henüz 33 yaşındayken çariçe ilan edildi. Kendini özgür ve gerçekten Rus hissediyor olmalıydı. Doğudan Batıya son derece başarılı bir biçimde yayılmacı politika izledi. Aydınlanma düşüncesiyle yakından ilgilendi. Tarihte aydınlanmacı bir imparatoriçe olarak algılanmak istiyordu. Bu bağlamda bazı siyasi girişimleri başarısız oldu, İngiltere gibi ülkelerde alaya alındı. Öte yandan Fransız aydınlanmacılığının önde gelen isimleri Voltaire ve Diderot ile mektuplaşıyor, kendini bu minvalde geliştirmeye çalışıyordu. Tahta çıktığının ilk iki yılı, tüm zamanını yasa yazarak geçirdi. Yasa çalışmalarını iki yıl boyunca tek başına yaptı. Böylece  Aydınlanma Çağı'nın en önemli kanun yapıcılarından biri oldu. Aşk hayatı hızlıydı; bazı tarihçiler sadece bu özelliğinden dem vurmaktan zevk alır. Sanat ve edebiyat başlıca ilgi alanlarıydı. Halkla kaynaşmak üzere çıktığı yolculuklarda konuşmalarını kendi hazırlardı ve onlara örnek olmaya gayret ederdi. Hermitage Müzesi'nin temelleri Katerina'nın kişisel koleksiyonu sayesinde atıldı. Binanın yapımını da kendisine borçluyuz. Eğitimli bir nesil yetiştirmek gayesini taşıyordu. Bu nedenle de eğitimin modernleşmesi üzerine çalışmalar yaptı. Batı tarzı eğitimle Rus toplumunun değişebileceğine inanıyordu. Her iki cinsin eşit eğitim olanaklarından yararlanması konusunda ısrar etti. Eğitimi devrimsel bir proje olarak ele alıyordu. Bu doğrultuda Moskova Yetimhanesi'ni kurdu. İstenmeyen, yoksul ve evlilik dışı çocukları devlete yararlı bireylere dönüştürmek gayesindeydi. Muhalefet ve destekçileri bu durumun düşük ahlakı özendireceğini savunarak kendisine şiddetle karşı durdu. 1764'te yalnızca kızları kabul eden Smolny Enstitüsü'nü kurdu. Modern zamanlarda üstüne tezler yazılacak bu kurum, alanında bir ilkti. Bütün bunları yaparken kilise kendisine karşı en büyük muhalefetti. Çariçe de ilk fırsatta kiliseye ait toprakları kamulaştırdı.

 İşler böyle toz pembe gitmiyordu tabi. Rusya endüstrileşememişti, ekonomi berbattı. Serfler sefalet içinde hayatta kalmaya çalışıyorlardı. Üstüne bir de salgın hastalıklar alt sınıfları yiyip bitiriyordu. Büyük umutlarla kurulan Moskova Yetimhanesi'den bir elin parmakları kadar çocuk erişkinliğe adım atabilmişti. Çiçek hastalığı hortlayınca Katerina çözüm yolları aradı. Herkese ulaşacak bir korunma yöntemi bulunmasını destekledi işte yakın zamanda Çariçenin çiçek aşısına vereceği desteği yazdığı bir mektup bulundu. 27 Nisan 1787 mektup Kont Zadunaysky'a yazılmış. Mektupta küçük kasabalardaki insanları da koruyacak bir aşıya acil olarak gereksinim duyduğunu belirtiyor. Londra'da ünlü bir müzayede evi aşı ve salgın hastalıkla mücadele ettiğimiz bu günlerde ( 1 Aralık 2021) mektubu ve Katerina'nın Dmitry Levitsky tarafından yapılan portresini açık arttırmayla satıyor. Esasen Rusya mektubun ve portrenin ülke içinde kalmasını rica etmişse de eser sahibinin buna ikna olmadığını anlıyoruz. Katerina bu mektubu yazdığından yaklaşık 20 yıl önce çiçek aşısı olmuştu. Fakat daha kolay ve ekonomik yöntemli bir aşı arayışındaydı. İnsanlar aşının tehlikeli olduğunu düşündüğü için saraya yakın olanları davet edip herkesin önünde aşı yapılmasını sağlıyordu. Halkın aşının güvenli olduğuna inanmasını istiyordu. Rus kilisesi aşıya karşıydı. Tanrıcılık oynamaya ne gerek vardı. Ölen ölecekti bunu tanrı bilirdi...Neticede herkesi ikna edemedi ve hastalık yayıldı. Birçok insan öldü. Dünya değişti, harita değişti, Prusya tarihe karıştı, Çarlık çöktü, Berlin Duvarı yıkıldı ama aşıya karşı direnç yerinde sayıyor. Şimdiki gibi dijital takip zımbırtıları olsaydı Katerina kimsenin gözünün yaşına bakmaz aşıları pata küte yaptırırdı.  Aydınlanmacı despot olduğuna bakmayın, "Aaaa bu Fransız İhtilali de çok oluyor" deyip kitap yaktırmışlığı, yetinmeyip yazarı Sibirya'ya sürgün etmişliği var. Tabi bunlar bir yana mektup şu an başta Rusya olmak üzere tarihsel argümanlarla aşıyı teşvik etmek için oldukça değerli. Müzayede evinin yaptığı basın duyurusunun ardından yüzlerce röportaj teklifi alması, bir kısmını İngiliz snopluğunun verdiği yetkiye dayanarak kibarca reddetmesi bu yüzden. 

Mektubun yaratacağı sükse ile pahasına paha katmak için yanında satışa sunulan Katerina portresi Kievli ressam  Dmitry Levitsky imzasını taşıyor. Saray eşrafına ve çariçeye yakın bir isim. Her hükmeden gibi Katerina'da yaptığı güzel şeylerin halk tarafından duyulmasını istiyordu. Yukarıda bahsi geçen Smolny Enstitüsü çariçenin gurur duyduğu bir girişimdi. Burada eğitim alan genç kızların bir dizi portresini yapmak üzere Levitsky'i görevlendirmişti. 

Katerina, ufak tefek konuşkan bir kadındı.  Evli olduğu süre boyunca  pahalı kumaşlara, yeni kostümlere ve ışıldayan taşlara çok para harcamış. Özellikle saraya ilk geldiği zamanlar önemsiz balolarda bile en az üç kostüm değiştirdiğini söyler. Bunun yanında halkın karşısına çıkacağı zamanlar da en yalın giysileri seçtiğinin altını çizer.  Tahtın sahibi olduktan sonra aşırı gösterişli kıyafetler konusunda yasa çıkartır. Aşırılığa gerek yoktur. Güzellik, narin bir beden ve giysilerin hep zekadan sonra geldiğini savunduğu bilinmektedir.  Açık arttırmaya sunulan tabloda başında bir defne çelengi, onun ardından da yükselen gerçek bir taçla karşımızda durur.  Bu Levitsky'nin çariçe için yaptığı tek tablo değildir. Katherina'yı aynı dönemde adalet tanrıçası Themis rahibesi olarak betimlediği alegorik bir tablo daha vardır. Kanun koyucu imparatoriçe, adalet tanrıçasının hizmetindeki görüntüsünü oldukça beğenmiş olmalı. Dolayısıyla defne çelengi kendisinin aydınlanmacı kimliğinİn, imparatorluk tacı da Rusya'ya olan bağlılığının bir göstergesi olarak imajına dahil edilmiş. Saçları da Yunan tarzı bir topuzla biçimlendirilmiş. Gümüş ve lila arasında gidip gelen brokar bir elbise tercih etmiş. Yakalarında, belinde, muhtemelen göremediğimiz kollarında bitkisel motifli işlemeler yer alıyor. Omuzlarında altın sarısı kenarları ermin kürküyle kaplı bir pelerin kondurulmuş. Ermin kürkü imparatorluk ve asalet sembolü olarak genelde imperyal imajlarda sık rastladığımız değerli bir ürün. Sağ omzundan diyagonal olarak inen mavi kuşak St. Andrew nişanı ve kendisinin bütün portrelerinde karşımıza çıkıyor. Yakutlu mücevher de sağ omuzda St. Andrew nişanının zincirine takılmış bu yüzden çariçe boynuna fazladan bir takı takmayı uygun bulmamış.  St. Andrew nişanı ile taltif edilmek için sanat ve kültür alanında Rusya'ya üst düzey hizmet etmiş olmanız gerekiyor.   Dönemin modası olarak beyaz bir üstübeç sürmüş. Ama kendisi de oldukça beyaz tenli bir kadın. Soyluların beyazlığı önemli, açık havada çalışmadığının bir göstergesi.  Portre bir imparatorluk imajı olarak oldukça yalın ve net bir görüntü sergiliyor. 

Katerina bu portrenin ardından yaklaşık 20 yıl daha tahtta kalıyor. Komaya girdiği ana kadar masa başında çalıştığı tanıklıklarla doğrulanmıştır. Yapmaya çalıştığı reformların tamamında kilise ile karşı karşıya gelmiş ve itibarsızlaştırılma politikası hep devrede olmuş. Ölümüne ilişkin uyduruk bir seks skandalı dedikodusu çıkarılmış. Bazı tarihçiler hatırlamaktan hoşlanmasa da Voltaire 'in Kuzey'in Yıldızı olarak bahsettiği çariçe öldüğünde altın tacı ve sevdiği gümüş brokar kumaştan elbisesiyle gömülmüş. Vasiyetinde beyaz elbise ile gömülmek istediğini belirtse de saray erkanı onun ideal imparatoriçe görüntüsünü muhafaza etmeyi uygun görmüş olmalı. Cenazenin mumyalanıp, altı hafta boyunca sergilendiğini düşünürsek çok da haksız değiller. 

Veda Busesi

Mektup aşı karşıtlarını yumuşatır mı bilinmez. Fakat bütün yerleşik düzene, geleneksel bakış açısına ve inanca karşı bilimi savunan Katerina tarih önünde haklı çıkmıştır. Çariçeyi gündeme taşıyan mektup ve portre gerçekten satılacak mı, yoksa bu aşı kampanyası için 234 yıl öncesinden beklenen bir medet mi bunu da zaman gösterecek. Hala müzayede şirketi resmi bir açıklama yapmadı...