Ahmed Arif Beethoven için “Açlıktan ölen müzik peygamberi” ifadesini kullanır. Mucize isteyenlere işitmeden duymayı göstermiştir işte. Notalarının ilahi ışıktan süzüldüğü fikriyle birçok takipçisinin hüzünlere kapılması da bundandır belki. Ve 2020’de 250 yaşına girdi Beethoven. Eğer dünya virüslenmeseydi ilahi nağmeleriyle hepimizi kutsayacaktı. Aslında 2020, UNESCO tarafından Beethoven Yılı ilan edilmişti...
Buz
gibi bir kış günü, Köln’den Bonn’a doğru yola çıkıyorum. Aniden gelişen, bana
ait olmayan bir plan. Bonn Almanya’nın yazlık başkenti olarak biliniyor. Aslına
bakarsanız 30 yıl evveline kadar Almanya’nın başkenti olan bir şehirdeyiz.
Yazlık denmesinin sebebi, küçük ve sakin bir şehir olmasından kaynaklanıyor. Bu
bakımdan oldukça şaşırtıcı olan, 20. yüzyılın büyük bölümünü başkent unvanıyla
geçiren şehrin öyle ciddi bir hava estirmemesi.
Bonn hakkında bildiklerim daha çok Beethoven’la kesişiyor. Beethoven’ın doğduğu ve çocukluğunun geçtiği ev burada. Bunu biliyorum. Fakat şehri adımlarken Beethoven’sız bir adım atamadığımı fark ediyorum. Graffitiler’den, sokak tabelalarına kadar her yerde müziğin peygamberi karşınıza çıkıyor. Bonn bunu o kadar doğal bir biçimde yapıyor ki, şehrin Beethoven’la ilişkisinin gezginleri cezbetme düşüncesiyle değil, sahici bir tavır olduğunu sezinliyorsunuz. Beethoven’dan ve başka büyük bestecilerden adını alan caddelerden geçip, 5. Senfoni’nin sesini takip ederek, büyük bir kiliseye giriyorum. Sivri kemerler müzikle birlikte daha sivri, mumlar daha kasvetli görünüyor derken. Bonngasse 20 numaraya varıyorum. Bu adres 16 Aralık 1770’te, Bonn, Köln Elektörlüğü’nün başkentinde doğan Beethoven’ın evine ait.
Sokaktaki diğer evlerle bitişik nizam bulunan yapı, yağmurun da etkisiyle bana biraz hüzünlü geliyor. Giriş bölümünden bilet alıyorum. Müzeyle ilgili broşürlere bakarken, İngilizce olanı alıyorum. Bir taraftan yanımdaki arkadaşımla konuşuyorum. Bu esnada gişe görevlisi olan ama emekli öğretmen görüntüsü çizen hanımefendi, hafifçe gülümseyip Almanca bir şeyler söylüyor. Yanımdaki arkadaşıma dönüp bakıyorum. Muhtemelen yasakları sıralıyor diye düşünürken, gişedeki kadın bana Türkçe yazılmış bir müze rehberi uzatıyor. İngilizce ve Almanca olan kadar çok nitelikli olmasa da bu duruma bayılıyorum. İlk defa Avrupa’da böyle bir uygulama görmenin şaşkınlığıyla “fotoğraf çekmek yasaktır” cümlesinin Almancasını bilmiyor olmanın hafifliği birbirine karışıyor.
Beethoven Evi arka tarafta bir avluya açılıyor. Aslında müze daha önce birbirinden ayrı olan iki müstakil binanın birlikteliğinden oluşturulmuş. Sarı renkli bina Ludwig van Beethoven doğduğu sırada, Beethoven ailesinin yaşadığı ev. Bugün müze olan ve Beethoven’e ait dünyadaki en geniş koleksiyonu saklayan yer aynı zamanda bu sarı bina. Arkada bulunan Beyaz Ev, “Dijital Beethoven Evi” olarak 2004 yılında hayata geçirilmiş. Dijital Koleksiyonlar Stüdyosunda, Beethoven’in yaşamına ve eserlerini teknoloji aracılığıyla mercek altına alıyorsunuz. Müzenin son bölümü Müzik Vizualisyon Salonu adı verilen, Beethoven müziğini audiovizüel olarak yeniden yorumlandığı bir alan. Burada günün belli saatlerinde performanslar gerçekleşiyor. Katılmak istediğinizi bilet alırken belirtirseniz, size saat veriliyor.
Beethoven
müzisyen bir aileden geliyor. Köln
Prensi’nin hizmetinde, saray orkestrası şefliğine getirilen büyükbaba Ludwig’in
yağlı boya tablosu müzede izleyiciye sunulan eserlerden biri. Müzede sergilenen
tablolardan biri Bonn Sarayı’ndaki bir balo sahnesini betimliyor. Bu balo
sahnesi Beethoven’ı himaye eden, ilk parasını kazanmasına vesile olan prensleri
ve saray orkestrasını yansıtıyor. Aydınlanma Çağı fikirlerinin hüküm sürdüğü
bir devrin ortasında, henüz 12 yaşında olan Beethoven, bu tabloda gösterilen
orkestranın önce organisti, ardından viyolacısı olacaktı.
Beethoven’ın evi, kış mevsiminin güneşsizliği ve fonda durmaksızın çalan Beethoven eserleriyle, 18. yüzyıl atmosferini kendiliğinden sağlayan bir mekan. Kısa sürede Beethoven’ın Bonn yıllarında kullandığı J. Stainer tarzı viyolası, gençlik arkadaşlarıyla yazışmaları, güzel anları daha da güzelleştirmek için gönderilmiş kutlama kartları, piyano sonatlarının erken tarihli baskıları gibi nesneleri görmenin normal olduğunu düşünmeye başlıyorsunuz. Evin çağdışı havası an be içime nüfuz ederken, Beethoven’a sunulan hatıra defteri bilmediğim bir zamanın kıyısına uzandığımı bana yeniden hatırlatıyor. Beethoven 1792’de Haydn’dan ders almak üzere doğduğu şehirden ayrılıyor. Bu Bonn’dan ilk ayrılığı değil ama son ayrılığı oluyor. Siyasi karışıklıklar nedeniyle Beethoven bir daha çok istese de Bonn’a dönemiyor. İşte bu defter tam o zamana ait. İzleyiciye sunulan sayfada, arkadaşı Ferdinand von Waldstein’in şu cümleleri okunuyor: […] bitmeyen çalışkanlığınızla Mozart’ın ruhunu Haydn’ın ellerinden kazanacaksınız. Günümüzde, “Waldstein Sonatı” adıyla anılan op.53, Beethoven tarafından bu satırların sahibine ithaf edilmiştir.
Müze
Beethoven’ın bütün hayatına açılan bir kapı adeta. Doğduğu odadan başlayarak,
Bonn yıllarını, ailesini geçindirmek için küçük yaşta hayata atılmasını her
şeyi kare kare izliyorsunuz. Öte yandan
Beethoven Evi, sanatçının Viyana
yıllarından eşyalar da içeriyor. Yazı masası, kalbini kaptırdığı büyük aşkının
büstü, kendisinin kaleme aldığı vasiyetnamesi, ölümünden sonra alınan ölüm
maskesi. Yoksulluk, sağırlık, hatta evsizlik, Beethoven’ın hayatı kocaman bir
direniş aslında. Tarihin dehlizlerinde
Beethoven gibi adamlar olmasaydı, dünya bu kadar yaşanılası bir yer olmazdı.
Müzeden ayrılmadan, müzenin mağazasına uğramayı ihmal etmiyorum. Beethoven imzalı kalemler ve daha çok kullanabileceğim eşyalar seçiyorum. Daha sonra paketi açtığımda içinden Beethoven’ın soyağacını gösteren tablonun baskısı da çıkıyor. Duygusal anlarda olmadık şeyler alabiliyorum demek ki diye düşünüyorum. Bonn benim için Beethoven’la özdeşleşiyor. Müzeden ayrılıp 200 yılı devirmiş bir pastanede mola veriyorum. Beethoven’ın adı verilmiş pastalar vitrini süslüyor. Hayat Bonn’da Beethoven’la devam ediyor.
İyi ki doğdun Beethoven!
500. Yaşında dünyanın daha mutlu olması dileğiyle…