28 Ekim 2021 Perşembe

Mamut Art Project 2021 İçin Son Günler!

 2013 yılından bu yana sanat piyasasına giren genç yetenekleri destekleyen Mamut Art Project'in 2021 edisyonu Yapı Kredi Bomontiada'da başladı. Bu yıl  seçici kurul tarafından 43 sanatçı ve yaklaşık 300 eser belirlendi. 2021 edisyonunun genç yetenekleri arasında kız kardeşim Pınar Bora'nın bulunması organizasyonu benim için daha heyecanlı ve özel hale getirdi. Gözümün önünde yeşeren, her aşamasına şahit olduğum işin izleyiciyle buluştuğunu görmek müthiş bir duygu. İnsan herkes görsün istiyor!



Bomontiada'nın üç ayrı birimine yayılan sergi Ekim ayı sonuna kadar ziyarete açık. Dilerseniz çevrimiçi platformda da sergiyi izleyebilirsiniz. Sanatsal üretimi  yeni isimler bağlamında teşvik eden ve sanatçıyla izleyici arasında doğrudan bir ilişki yaratan organizasyonun seçici jürisi her yıl farklı isimlerden oluşuyor. 2021 edisyonunda Pilot Galeri direktörü Azra Tüzünoğlu, İstanbul Bilgi Üniversitesi Mimarlık Fakültesi Endüstri Ürünleri Tasarımı ve İç Mimarlık Bölüm Başkanı Can Altay, küratör, sanat tarihçisi Necmi Sönmez; sanatçı Hale Tenger ve sanat danışmanı Melis Terzioğlu jüri olarak görev aldı. 

Sergide en dikkat çeken durum gençlerin malzeme ve teknik kullanımında son derece cesur olması. Bu da piyasa koşullarının dayatmalarının dışında bir sergide olduğunuzu hemen hissettiriyor. Öte yandan malzeme ve teknikteki zenginlik ifade biçimini de aynı ölçüde etkiliyor. Kanıksadığımız temsillerin bile kabuğunu kıran çalışmalarla yüz yüze geliyorsunuz. Estetik bakış açımızın pandemiyle evlere kapanan dünyasının derin bir nefes aldığı projenin sürprizlerinden biri "Dreamscapes" başlığı altında sergilenen illüstürasyon sanatçılarının hayali konser afişleri. Yaratıcı fikirleri buluşturan HOOD Base imzası taşıyan Dreamscapes müziğin birleştirici gücünü ve enerjisini yansıtan harika bir seçki. 

43 sanatçının işlerinden ve Dreamscapes'in müzikal ruhundan küçük seçki yaptım. Unutmayın sergi 31 Ekim 2021'e kadar Yapı Kredi Bomontiada'da!



Pınar Bora'nın 20. yüzyılın ikonik olaylarına ve karakterlerine ilişkin çalışması "Bir Hayalim Var" adını taşıyor. Tanıdık yüzler ve olayların fotoğrafları plastik ve metal alaşım yüzeyler üzerine sanatçı tarafından aktarılmış ve ısıyla şekillendirilmiş. Toplumsal bellekte belli imajlar temsil eden ve yerleşik kalıplara oturtulan karakterler çalışmanın ana öğesini oluşturuyor. İki kez Pakistan başbakanı olarak görev yapan ve hayatını bir suikast sonucu kaybeden Benazir Butto, kendi hayat hikayesini kurgulayarak sanat dünyasında iz bırakan Joseph Beuys, yaşamı da ölümü kadar trajik olan Lady Diana, ilk Türk kadın arkeolog Halet Çambel, sosyalist öpücüğün en görkemli hali Leonid Brejnev ve Erich Honecker , ayrımcılığa karşı hayatını ortaya koyan ve "Bir Hayalim Var" adına ilham veren Martin Luther King çalışmada karşımıza çıkan isimlerden yalnızca birkaçı. 20. yüzyıla damgasını vuran önemli kimliklerin eriyen ve değişime açık malzemeyle dönüşmesi, kimliğin gerçek dünyadaki dönüşümü bağlamında sorgulamaya açıyor. 



Bakışları üzerinizde hissediyor musunuz? Deniz Satır Hartikainen, farklı boyutlarda ve yün-akrilik karışımı bir dokuma ile sunduğu işini "Ommetabhobia" olarak isimlendirmiş. Göze temas korkusu yahut göz korkusu olarak açıklanabilecek Ommetabhobia'da sanatçı kendi fobisiyle yüzleşirken, izleyiciyi de sürekli izlenme rahatsızlığıyla yüz yüze getiriyor. 



"Canavar Çağıran Bayraklar" Ahmet Özcan imzasını taşıyor. Mehmet Siyah Kalem ve Hieronymus Bosch gibi hayatı hakkında sınırlı bilgiye sahip olduğumuz isimlerinin karanlık sahnelerinden esinlenen Özcan kendi özgün canavarlarını yaratmış. Canavar, söylenişi ve yüklenişi itibariyle bizi dehşete düşürse de genç sanatçının işindekiler pek bildiğimiz kalıplara uymuyor. Hacim kazandırılmış kağıtlar, kumaş ve elyaf gibi malzemenin kullanıldığı çalışmada canavarlar hiç de korkunç değil. Dört parmaklarıyla hayatımıza karışmaya ve alışılagelmiş bir takım unsurlara karşı gelmeye hazırlar. 













43 sanatçı ve 300'e yakın eser, söylemesi kolay ama tek tek anlatması kolay değil! Hazır sergi devam ediyorken Bomontiada'nın İstanbul'un içinde olup, İstanbul'dan izole hissettiren atmosferine karışmalı, genç sanatçıların ufkuna yelken açıp, evlerde hapsolan ruhlarımızı havalandırmalı...

12 Ekim 2021 Salı

Her Zaman Şaşırtıcı: Kapadokya

 

Gökyüzü ve peribacalarına gönüllü hapsolmuş bir yolculuktur Kapadokya.  Fantastik bir düşün izinde, mucizevi bir coğrafyayı keşfe çıkmak. Anadolu’nun ortasında bir gizemler atlasını karıştırmak.


Kapadokya’nın hikayesi bilinen zamanın çok ötesinde başlar.  Önce Anadolu’nun tam kalbinde Hasan Dağı, Güllüdağ ve Erciyes’in volkanlarıyla yeryüzü kavrulur.  Ardından bu volkanik birikintiler, yağmur ve rüzgarın olanca gücüyle milyonlarca yıl kıvrıla büküle şekilden şekle girer. Böylece coğrafi biçimlerin en fantastik hali olan peribacalarıyla donanır yeryüzü.  Doğanın bitmek tükenmek bilmez bir sabırla şekil verdiği bu benzersiz dünya gün gelir insanlara mesken olur. Tarihi serüveninde Hititler’i, Asurlar’ı, Frigler’i ağırlar bu topraklar. Takvim değişip Hıristiyanlık ortaya çıktığında Kapadokya, inanları saklayan bir sığnağa dönüşür. Hayat akıp giderken peribacalarıyla süslü vadilerin mavi gezegenimizde bir eşinin daha olmadığı ortaya çıkar.


Milyonlarca peri bacası, gizemli yer altı şehirleri, kayaya oyulmuş evleri ve kiliseleriyle fantastik bir seyrüsefer sunan Kapadokya, çağımızda gezgin ruhların keşif tutkusuna yön veren bir rota. Vakti zamanında İtalyan sinemasının dahi çocuğu Pier Paolo Passolini’nin efsaneler çağından kalan bir öyküyü anlattığı Medea’yı çekmek için “yeryüzündeki en mitolojik yer” olarak tanımladığı Göreme’ye gelmiş. Gerçekten de Göreme Açık Hava Müzesi bölgedeki büyüleyici atmosferi yaşamak için en doğru yer. Göreme Açık Hava Müzesi Hıristiyan mimarisinin sıra dışı örnekleri olarak 25’ten fazla kayaya oyulmuş kiliseyi saklıyor koynunda. İnsan emeğinin doğayla bütünleşmesinin ortaya çıkardığı mimari eserlerdeki ahengi izlemek paha biçilemez.  Tokalı Kilise, Yılanlı Kilise ve Karanlık Kilise mutlaka Göreme’de mutlaka görülecekler listesinin zirvesini oluşturuyor.

Tabiatın sihrinin tılsımlı bir ülke yarattığı coğrafyanın en yüksek notası 1350 metreye varan yüksekliğiyle Uçhisar Kalesi. Uçhisar bildiğimiz, aklımıza gelen kalelerden tamamen farklı. Devasa bir kayanın insan gücüyle oyulmasıyla meydana getirilmiş bir mekan. Aslında kaleden ziyade korku filmlerindeki şatolara benzeyen Uçhisar’ın zirvesine tırmanmak gerek. Yukarı çıkmak birazcık yorucu bir aktivite buna kendinizi hazırlayın. Fakat bir kere zirveye ulaştınız mı Nevşehir’den Hasan Dağı’na uzanan peribacası ormanı bütün yorgunluğa değiyor.

Paşabağ’dan Zelve’ye

Mantar formlu peribacalarıyla Paşabağ Vadisi bölgenin rüya gibi adreslerinden biri.  Halk arasında Rahipler Vadisi olarak da adlandırılan vadideki peribacaları asırlar evvel dünyevi hayattan uzaklaşmak isteyen keşişlerin yuvası olmuş. Paşabağ münzevi yaşamın izlerine dokunup, tozuna bulanacağınız, tabiatın sunduğu cömert güzelliklerle aklınızda hep güzel kalacak bir yer.  Paşabağ Vadisi’nin yakınlarındaki Zelve Vadisi, Kapadokya’nın en eski yerleşim alanlarından biri olarak öne çıkıyor.  Zelve Örenyeri üç vadinin birleşiminden oluşuyor ve peribacalarının en yoğun olduğu alan olmasıyla da son derece çarpıcı bir deneyim yaşatıyor. Engebeler, tüneller, kiliseler, manastırlar ve sonsuz gibi görünen peribacalarıyla Zelve’de yeryüzü kendi anlatısına hayat veriyor.

Zelve’nin muhteşem görsel şöleninin ardından binlerce yıldır çömlekçiliğin ve seramikçiliğin merkezi olan Avanos’a uğramak, bir geleneğin günümüzdeki temsilcileriyle tanışmak gerekir. Avanos’ta birçok büyük seramik atölyesi halen üretime devam ediyor. Kilden seramiğin yapım aşamalarını inceleyebileceğiniz bu atölyelerde, dilerseniz seramik yapımına katılabilirsiniz de.  Tamamen elde yapılmış seramikler satın alabileceğiniz Avanos bir yer altı müzesine de ev sahipliği yapıyor. Yerin 20 metre altına, yakın zaman önce inşa edilmiş Güray Müze, Anadolu ‘da seramiğin serüvenini sıra dışı bir müze yapısı altında izleyicisiyle buluşturuyor.  Avanos’un diğer güzelliği Devrent Vadisi.  Bölgedeki her vadi ayrı kayaç türleri içeriyor. Rüzgarı alış biçimleri de değişik olunca ortaya birbirine benzemez peribacalarına sahip vadiler çıkıyor. Devrent Vadisi farklı formlardaki peribacaları açısından çok zengin.  Bu bölgede deveye benzetildiği için vadinin kendisinden daha şöhretli olan bir peri bacası bile var.







Yerin Sekiz Kat Altı

Bütün zamanların gözdesi olmak, uygarlıklara ev sahipliği yapmak Kapadokya’nın yazgısını değiştirdiği gibi imarını da değiştirmiş. Uzun yıllara yayılan yağmalara, saldırılara göğüs germekten bunalan insanlar yerin üstü gibi altına da yaşam alanları inşa etmişler.  Tahminlere göre kentin altında onlarca yeraltı şehri var.  Kayalara oyulmuş bu saklı şehirlerden Derinkuyu gerçek bir cazibe merkezi. 8 katlı olarak tasarlanmış olan Derinkuyu, kiliseler, mahzenler, yemekhaneler ve mezar odalarıyla mimari bir dehanın ürünü olarak kabul ediliyor. Yeraltının gizli meskenlerinden bir diğeri Kaymaklı. İnsanoğlunun var olma çabasını görünür kılan Kaymaklı Yeraltı şehrinin tarihi M.Ö. 3000’lere kadar gidiyor. Günümüzde dört katı ziyarete açık olan Kaymaklı, Kapadokya’nın gizli dünyasının en özgün parçalarından biri.  

Kelimenin gerçek anlamıyla dünyanın altını üstüne getirmiş bir coğrafyada pusulamız Ihlara Vadisi’ni gösteriyor. Yol üzerindeki tabelalar Narlıkuyu Krater Gölü’nü işaret edecek. Tabelalara uyup gölde minik bir mola harika bir seçenek olabilir. Ihlara Vadisi Melendiz Çayı’nın hayat verdiği adeta bir vaha. Kayalara oyulmuş kiliseleri, yemyeşil ağaçları, derinlerden gelen kuş cıvıltılarıyla Ihlara zaman kavramını yok eden bir sihir gibi. 


Üç Güzeller

Bütün bu bölgenin kesişme noktası olan üzüm ve toprak kokusuyla insanı mest eden Ürgüp. Bölgenin simgesi haline gelmiş, Üç Güzeller adı verilen peribacaları tam ilçenin girişinde sizi karşılıyor. Mustafapaşa ya da eski adıyla Sinasos, kentin çok kültürlü geçmişinin izlerini taşıyan tarihi mahalle de Ürgüp’ün hemen yanı başında yer alıyor. Eski Rum evlerinin yarattığı muazzam dokunun hala korunduğu Mustafapaşa’nın sokaklarında zaman durmuş gibi. Zengin taş işçiliğiyle yükselen duvarlar, rengi solsa da hala varlığını sürdüren duvar resimleriyle sokaklar anılarla yüklü sandıkları anımsatıyor.

Ürgüp’te konumu sebebiyle Kapadokya bölgesinde konaklama için ideal bir merkez. Burada konaklama açısından farklı seçenekler bulmak olası. Kayaya oyulmuş dünyaca ünlü otellerden, küçük pansiyonlara kadar birçok alternatif mevcut. Eğer Ürgüp’de tatlı cumartesiye kavuşmuşsak köylü pazarını gezmek, yöresel lezzetlerin kaynağına erişmek şart. Üzüm suyu ve undan yapılan köftür, kabak çekirdeği, dalında kurutulan üzüm, pekmez ve pestil gibi üzüm mamulleri bölgenin kendine has damak zevkini yansıtan ürünler olarak tezgahların baş tacı. Yörenin klasikleşmiş ve kesinlikle tadılması gereken yemeği ise testi kebabı. Ürgüp çevresinde neredeyse bütün restoranlarda yapılan testi kebabını denemeden Kapadokya’dan dönmeyin.



Uçmak Güzeldir

Kapadokya’da mutlaka yolunuz Güvercinlik Vadisi’ne düşer. Hele bir de gün batımına denk gelmişseniz nazar boncukları asılmış ağaçların arasından özgürce süzülen balonları izleyebilirsiniz. Peri bacalarının rengarenk balonların içinden nasıl göründüğünü merak ederseniz ertesi sabah erken uyanmaya kendinizi hazırlayın. Sabah mahmurluğunda denizin olmadığı bir coğrafyada güneşin peribacalarıyla kucaklaşmasının yarattığı mucizeye tanıklık edeceksiniz. Uçmak güzeldir. Hele söz konusu olan periler diyarında uçmaksa daha da güzeldir.







*AnadoluJet'in  uçak içi yayımı, AnadoluJet Magazine'in Kasım 2017 sayısı için kaleme aldığım Kapadokya temalı yazı. 

7 Ekim 2021 Perşembe

Contemporary İstanbul Tersane İstanbul'da!

Bu yıl 16.'sı düzenlenen Contemporary İstanbul kapılarını pandemiye rağmen açtı. Hem de ne açma! Öncelikle artık bir klasik haline gelen mekanı Lütfi Kırdar Kongre Merkezi yerine tarihi bir alana taşınmasıyla gündeme geldi. Tersane-i Amire, yaygın kullanımıyla Haliç Tersanesi, İstanbul'da sanat sezonunu haber veren fuarın yeni ev sahibi oldu. Günler öncesinden Haliç Tersanesi'nin konumu, yaklaşık 20 bin metrekarelik sergileme alanı, tarihi dokusu basının ilgi odağı haline geldi. Tersane-i Amire 1455 yılında Fatih Sultan Mehmet tarafından kurulmuş bir imparatorluk tersanesi. Aynı yerde Bizans çağında daha mütevazı bir tersane bulunurken, İstanbul'un fethiyle imparatorluğun gereksinimleri doğrultusunda büyük bir tersane yapıldı. Osmanlı İmparatorluğu'nun tarihe geçen deniz zaferlerinin kahraman gemilerinin birçoğu bu tersanede inşa edilip, denize sürüldü. Tersanenin yazgısı, imparatorluğun yazgısıyla bir ilerledi, en şaşalı günleri Kaptan-ı Derya Sokullu Mehmet Paşa devrinde yaşandı. 1773'te Mühendishane-i Bahrii Humayun kurulur ki bu kurumu günümüzde kısaca İTÜ olarak anıyoruz. 19. yüzyılın başında Osmanlı'nın ilk buharlı gemisi yine burada vücuda getirildi. Cumhuriyet döneminde tersane yine çalışmaya devam etti. Uzun süredir restorasyonda olan tarihi yapının akıbeti merak ediliyordu. Varlığı neredeyse İstanbul kadar eski olan tersanenin Contemporary İstanbul'la geri dönüşü gerçekten sürpriz oldu. 


5-6 Ekim'de ön izlemesi gerçekleşen fuar 7-10 ekim arasında sanatseverlerle buluşacak. Tarih ve çağdaş sanatın buluşması olarak lanse edilen bu yılki fuar mekan değişikliğinden dolayı farklı bir deneyime dönüşmüş durumda. Haliç'in eşsiz güzelliği tersanenin zamana direnişiyle birleşince İstanbul'un binlerce yıllık zarafetinin hala ve her şeye rağmen varlığını sürdürdüğünü görmek harikaydı. Yetkili merciler bu yeni mekanı katılımcılara ve izleyicilere sunmak için "Venedik gibi" argümanıyla hareket ettiler. Çağdaş sanatı tarihi mekanla iç içe sunma fikrinin reddedilebilir bir tarafı yok. Dünyanın neresinde olursa olsun muazzam bir bileşim. Venedik şahsına münhasır ve kendine özgü bir aurası olan bir şehir tıpkı İstanbul gibi. Fakat böyle bir çağrışım bir takım kıyaslamalara yol açtığı için bir handikap oluşturdu. 
Contemporary İstanbul son yıllarda ciddi eleştirilere tabi tutuluyor. Özellikle dekoratif nitelikli çalışmaların her yıl daha fazla yer aldığı bir gerçek. İçinde bulunduğumuz zaman sanatçının ve sanat eserinin, sosyal medya ve basında görünürlüğüne değer veriyor. Dünyadaki bütün büyük organizasyonlar çeşitli verileri kullanarak bu görünürlük bağlamında eserleri sıralıyor.  Son birkaç yıldır birçok çalışmanın fotoğraf çekmeyle doğrudan ilişki içinde olduğunu hatırlayalım. Dolayısıyla çağdaş sanat fuarları ve dünyadaki birçok müze artık eserlerle fotoğraf çekme konusunda yargılayıcı değil, teşvik edici. Zira neyin ne kadar paylaşıldığını tespit eden kuruluşlar bile mevcut! Diğer taraftan estetik bir fenomen olarak, izleyiciyi zorlamadan anlaşılır olma düşüncesi de sanatçıyı ve galeriyi etkileyen bir başka odak noktası. Bu alanda yapılmış akademik çalışmalarda da çağdaş sanat izleyicisinin eğitim seviyesi yüksek olmasına karşılık, sanat alanında bilgi eksikliğini itiraf ettiğini ortaya çıkarıyor.
Peki çağdaş galeriler, fuarlar bu bilgi eksikliğini azaltmak için ne yapıyor?
Daha anlaşılır olacak diye üretilen dekoratif işleri saymazsak hiç bir şey!
Elbette bu bütün galeriler ve sanatçılar için geçerli değil. Hepimizin elinde görülecek galeriler ve eseler listesi mevcut. Çalışanlar bu yıl galeri ve sanatçı tarif etmekten fazla mesai yaptı diyebiliriz. 
Sebebine gelince dünyanın bütün yerleşik sanat fuarları gibi Cİ'da da müdavim galeriler katılımcı olur ve bu galerilerin yerleri bile değişmez. Daha çok prestij meselesi olarak algılanan bu şablon, izleyici için bu yıl biraz kafa karışıklığı yarattı.  En azından ön izleme seyircisi için durum böyleydi. Contemporary İstanbul'un izleyicisi standarttır. Çoğunlukla aynı kitle ziyaret ettiği için mekan ve mekana ilişkin mecburi değişiklikler sanıldığından daha belirleyici bir hal aldı. 



57 galeri ve çeşitli kurumların katıldığı Contemporary İstanbul'da dünyaca ünlü sanatçıların işlerini tersanenin açık alanında, İstanbul semasında dalgalanırken izlemek mümkün.  Amerikalı sanatçı Rachel Hayes'in büyük ölçekli mekanlara uygun olarak tasarladığı renkli kumaşlardan oluşan tasarımlarından en yenisini İstanbul için tasarlamış gibi görünüyor. Mekandan yola çıkıp çalışmasını gerçekleştiren Hayes'in enstelasyonları bugüne kadar Oklahoma'dan Gürcistan'a kadar dünyanın birçok noktasında hayata renk kattı. Hayes'in çalışması, Contemporary  İstanbul 2021 edisyonunun  mekana uyum ve etkileşim açısından etkileyici örneklerden biri.
Öte yandan, tersanenin sahilinde izleyiciye sunulan, 25 sanatçının bayrak tasarımlarını içeren ve denizde sürdürülebilirlik temasıyla şekillenen Gelecek İçin Bayraklar projesi, sanatın yaratıcı gücüyle yapıcı bir hareket yaratmayı amaçlıyor. Bayraklardan satın alarak ülkemiz denizlerinin korunması adına çalışan sivil toplum kuruluşu Turmepa'ya katkı sağlamak
hedefleniyor.  






İlhan Koman'ın 100. yaşı olması dolayısıyla Tosyalı Holding'in girişimleriyle gerçekleşen İlhan Koman sergisi de fuarda merakla beklediklerim arasındaydı. Koman'ın İsveç'te hem atölyesi hem de evi olan meşhur teknesi Hulda'nın geleceği duyurulmuştu. Hulda gelmediği gibi, Koman'ın yalnızca 4 heykeli sergileniyordu. Maalesef aydınlatma, etiket gibi olağan uygulamalar bile çok özensizdi. 100. yaş kutlama sergisi şeklinde duyuru yapınca, beklentiler yükseliyor ister istemez. 



Burhan Doğançay ve Ekrem Yalçındağ seçkisi, José Parlá, Seçkin Pirim, Şükran Moral, Ali Elmacı gibi sanatçıların çalışmaları fuarın yoğun ilgi gören alanlarını oluşturuyordu. Haliç sahilinde Contemporary İstanbul 2018'de sergilenen Ahmet Güneştekin'e ait Ölümsüzlük Odası isimli çalışmayı görmek gerçekten sürpriz oldu. Etrafında dönen bütün tartışmalar bir yana, transferi oldukça güç olan çalışma ilk sergilendiği zamana göre oldukça sakin karşılandı. Contemporary İstanbul'un tekrara dayalı sergilemeden artık vazgeçme zamanı geldi. Sanat üretiminin son derece yoğun olduğu bir dönemde sürekli aynı işleri sergilemenin bu organizasyona ne gibi bir katkısı var anlamış değilim...


Veda Busesi

Contemporary İstanbul, İstanbul için sanat sezonun başlangıcını müjdeler. Bütün sanat etkinlikleri bu fuarla eşzamanlı başlamak isterler. Yaz boyu dinlenen sanat piyasası için sonbahar yılın en faal zamanıdır. Cİ bu açıdan ciddi bir heyecan yaratır. Organizasyonun kendini tekrar eden sergilemelerden ve dekoratif işlerden arınması gerekliliği buradan doğuyor. Bu nedenle marka olmuş uluslararası fuarlardan söz ederken frene basmak zaruri bir hal alıyor. Yoksa Haliç kıyısında uluslararası bir sanat organizasyonuna kim hayır diyebilir? Tebdil-i mekanla gelen ferahlığın fuarın her aşamasında yaşanması dileğiyle...




4 Ekim 2021 Pazartesi

Vapurdaki Kitaplar: Ya Sanat Ya Hayat -Tzvetan Todorov

Ortasından deniz geçen şehirde, esini martılar olan vapurlar bana hep çok şey anlattılar. Ufuk çizgisinin ne olduğunu vapurda öğrenmiştim çocukken. Kırmızı parkama gömülmüş, İstanbul Boğazı'nın biraz puslu manzarasında dinlemiştim ufku. Sonra sıcak yaz gecelerinde, yahut gün aydınlanırken gökyüzünde çınlayan vapur düdükleri bitmeyen bir seremoni olarak yankılandı evimizde. Öyle bir zaman geldi ki vapurda ders çalıştığım, Hegel okuduğum günleri verdi bana hayat. Kadıköy yolunda manzaradan gözümü alabildiğim anlar kitaplara hibe edildi tarafımdan. 
İkinci lisans diplomamı aldım. Artık sınav heyecanıyla vapura binmek, dumanını savura savura kaçmakta olan vapura bakakalmak yok. Avrupa yakasında şimdilik durum bu...
Vapurdaki Kitaplar, vapurda okuduğum ve sayfalarında kaybolduğum kitapları anlatmak için seçtiğim üst başlık. Böyle bir yazı dizisi hevesiyle ilk vapurlu kitabımı kaleme almış bulunmaktayım



Ya Sanat Ya Hayat

Bulgar kökenli, edebiyat eleştirmeni ve kuramcı Tzvetan Todorov imzası taşıyor. Müzede bir esere bakarken, eserin yaratıcısının gündelik hayatı çoğu zaman aklımıza gelmez. Oysa sanatçı içimizden biridir. Mona Lisa'ya bakmak için saatlerce kuyruk beklemeye hazırız, ona yaklaştığımız o birkaç saniyede Leonardo'nun borç defteri olabileceğini düşünmek izleyiciye ne katabilir? Todorov, sanat eserinin taşıdığı mesaj ile onu meydana getiren sanatçının gündelik yaşamı arasındaki bağlantıyı tartışıyor. Kitabın ilk bölümünde yazar argümanlarını Hollandalı dahi Rembrandt üzerinden temellendiriyor. Kitabın kapağı bu bağlamda okuyucuya ipucu veriyor. Zira Sel Kitabevi tarafından basılan kitabın kapağında usta ressamın 1640 tarihli Kutsal Aile tablosunu görüyoruz.  Todorov'un gözünden sanatçının hayatı, dönemin Hollanda'sı ve Flaman ressamların içinde Rembrandt'ı ayrıcalıklı kılan tavrı akıcı bir üslup eşliğinde inceleniyor. 

Rembrandt, çağdaşı Hollandalı ressamların pek çoğundan kendini ayıran bir görünürlük anlayışına sahiptir: Nesneleri ayıran sınırları vurgulayarak bunların yüzeyini ön plana çıkarmak , yani görüşü yüceltmek yerine, içsel görünün gözlerin gördüğüne üstünlüğünü, yani yorumlamanın algılamaya üstünlüğünü göstermeye çalışır. Nesneler sanki tamamlanmamış gibidir, hatları birbirine karışır: Doğru biçimden ziyade doğru duyguya ulaşmaya çabalarlar. Hoogstraten'e göre, Rembrandt, öğrencilerine, ayrıntılara takılmamak ve kimliği derinlemesine kavramak için modellerine gözlerini kısarak bakmalarını tavsiye ederdi. Bu dünya anlayışı, Simon Schama'nın belirttiği gibi, Rembrandt'ta sık rastlanılan kör adam temasında anlamlı bir ifade bulur: Gözlerden yoksun olan kör, varlıkları bazen görenlerden daha iyi kavrar, çünkü onda "ışık karanlığın içinde yaşar." *

Rembrandt sanat tarihinin en çalışkan isimlerinden biridir. Çağımıza ulaşan 600'den fazla yağlıboya tablosu ve sayısız eskiziyle kendi dünyasını, yaşadığı çevreyi, gerek teknik, gerekse estetik değişimlerini izlememize olanak tanımıştır. Bu açıdan bakarsak bize renkler ve çizgilerle oluşturduğu enfes bir biyografi bırakmıştır. Eserleri incelendiğinde dünyada kendini en fazla resmetmiş sanatçılardan biri olduğunu görürüz. Portrelerde yer alan pekala Rembrandt'ın kendisidir. Ancak ressam her portresinde yeni bir kimliğe bürünür. Karşımıza üstü başı bedbaht bir köylü yahut kadifenin şıklığına bürünmüş bir saraylı olarak çıkabilir. Ressam otoportrelerinde kendi benliğine demir atmaz, artık daha kuşatıcı bir tavra sahiptir. İzleyiciyle oyun oynar ve onun doğrudan Rembrandt'ın şahsına odaklanmasına müsaade etmez. Yine de yılların izlerini, yorgunluğunu, sanatçının zamanla hüzün çöken yüzünde gözlemleriz. Oyunbazlık ve muziplik bu bağlamda evrimleşir. Todorov kitapta otoportrelere ayırdığı bölümde bu durumu uzun uzun tartışıyor. 
Bütün bu anlatının içinde Todorov konunun doğal bir uzantısı olarak sanatçının hayatından bazı anekdotlara yer veriyor. 

Raffaello / Baldassare Castiglione / 1514-15/ T.Ü.Y/ Louvre Müzesi

Rembrandt / Yaslanmış Rembrandt/ 1639 / Gravür/ Petit Palas


Tutkulu bir koleksiyoner olduğunu bildiğimiz Rembrandt'ın, günümüzde Louvre Müzesi'nde olan Raffaello imzalı Baldassare Castiglione portresinin açık arttırmasına katılması bu anekdotlardan biri. 1639 baharında gerçekleşen bu satışta sanatçı yalnızca eserin eskizini yapabilmiştir. Zira iyi bir ressam ve kötü bir muhasebeci olan Rembrandt bu tarihte servetinin büyük bölümünü yitirmiştir. Öte yandan halen Mona Lisa ile kıyaslanan Raffaello'nun portresinin Rembrandt'ı işçilik ve sunduğu ihtişamla çok etkilendiği açıktır. Bu tarihlerde yaptığı otoportrelerde ressam olarak kendini Raffaello ile bir tutmaya başladığını sezeriz. Rembrandt artık kendi özgünlüğünün ve kıymetinin ayırdına varmıştır. 

Rembrandt/ Flora Olarak Saskia/ 1635/ T.Ü.Y. /Ulusal Galeri Londra


Yine de Rembrandt'ın eserleri kendi hayatının sırlarını değil, dünyayı resmeder. Bunu "Saskia" başlığında Todorov yine sanatçının eserlerini referans göstererek anlatır. Rembrandt'ın hayatına giren kadınları eserlerine yansıtması bir sevgi gösterisi olarak yorumlanabilir mi, ya da bunun altında ücretsiz modellik gibi daha pratik bir sebep mi yatar? Karısı Saskia ya da onun ölümünden sonra birlikte olduğu kadınlar hakkında yaptığı çalışmalar doğrudan bu kadınların doğasına yönelik değildir. Tıpkı kendisi gibi bir başkasını canlandırırlar. Kutsal anlatılardan bir azize, genelevde çalışan bir fahişe, saç tuvaletine özen gösteren bir soylu doğrudan aşık olduğu kadınlar değildir.  Bedenler Rembrandt tarafından sevdiği kadınlardan ödünç alınmış ve tamamen ekonomik sebeplerle tuvale aktarılmıştır. Bu sebeple de portre olarak kabul görmezler. 

Rembrandt/ Azize Anna ile Kutsal Aile/ 1640 / T.Ü.Y. / Louvre Müzesi


Kitabın ikinci bölümünde Todorov konuyu sanat ve ahlak üzerinden incelemeye başlıyor. Sanat ve ahlak düşünce tarihinin zorlu yollarından geçen ve tozu dumana katan bir konu. Todorov burada elini biraz sıkı tutuyor. Alışılagelen yöntemle meseleyi Platon'dan Kant'a değin tüm argümanlarıyla verip, aydınlanmadan itibaren de ortaya çıkan yeni okumayla doğrudan bir bağ kurmuyor. Bu aşamada kısa bir değerlendirme yapan Todorov, 20. yüzyılın etkin filozoflarından Jean Iris Murdoch'un fikirleriyle bir tartışma başlatıyor. İnsanı harekete geçiren güç salt benlik kaygısıyla açıklanabilir mi? Dünyaya duyulan ilginin insanı harekete geçirmede hiç mi payı yoktur? Sanatçının, sanatı kendi beninin bir tezahürü olarak görmesi fikrinin yerine sanatçının kavramaya çalıştığı dünyanın tezahürünü oturtan Murdoch'u Todorov'un da desteklediğini görürüz. 

Eğer sanat eseri dünya ve dünyadaki diğer varlıklar lehine yaratıcı benliğin silinmesine, sanat tüketicisinin de (okur, izleyici ya da dinleyici) aynı yönde teşvik edilmesine tanıklık ediyorsa sanatın ve güzelin ahlaktan ayrı olmadıkları daha şimdiden görülür. Sanatçı dünyayı tanımaya ve canlandırmaya kendini vakfetmekle zaten ahlaksal bir eylemde bulunur.**

Todorov, kitabının başlığındaki ayrıştırmaya karşılık sanatı ve hayatı birbirinden ayrı tutmaz. Sayfalar arasında ilerlerken, baştan bu yana verdiği mesaj sanat ile hayat üzerine kurduğu örüntüde kendini açığa vuran düşünce sanat ve hayatı aynı potada eritmek üzerinedir. Çağdaş sanatla, izleyici arasındaki mesafenin durmaksızın açıldığı şimdiki zamana karşılık Todorov'un bakış açısını biraz kafa karıştırıcı bulabilirsiniz. Kendi benliğinden çıkmak, kendini sanata vakfetmek, çıkarsız bir üretim eylemine soyunmak fikri çok cazip olsa da bunların ve çok daha fazlasının bütün zamanlar boyunca olduğu gibi bugün de tartışma konusu olduğunu hatırlatmak isterim. 


Veda Busesi

Todorov'un okuyucuyu yormayan, duru bir dili var. Bu meyanda çeviriyi yapan Aziz Ufuk Kılıç'a da teşekkür etmek gerekiyor. Ya Sanat Ya Hayat, metnin sonunda okuyucuyu sorularla baş başa bıraksa da metin boyunca bariz bir umut aşıladığı da bir gerçek. Todorov en dramatik anları bile abartıya kaçmadan, hayatın olağanlığı içinde anlatıyor. Adeta tarafsız bir biyografistin objektifliğini hissediyorsunuz. Öte yandan kitabın sanat ve ahlaka ayrılmış bölümü son derece katı bir felsefe diliyle yazılıp, okuyucuyu çıkmaz sokaklarda soluksuz bırakabilecekken tam tersi bir sadelik içeriyor. Bahsi geçen sadelik gerek bakış açısında, gerek içeriği sunuş biçiminde okuyucuyu kolayca içine çekmeyi başarıyor. Todorov'la tanışmak, 17. yüzyılın belirleyici isimlerinden birinin eserlerine Todorov'un rehberliğinde dokunmak, sanat ve ahlak çekişmesinin Todorov'un gözündeki uzlaşmasına şahit olmak için Ya Sanat Ya Hayat!




*Bütün alıntılar: Tzvetan Todorov, Ya Sanat Ya Hayat, Çev: Aziz Ufuk Kılıç, Sel Yayıncılık, İstanbul 2016. 







1 Ekim 2021 Cuma

İstanbul'a Balık Mevsimi Geldi

 

İstanbul’un kalbi denizse, denizin sahibi balıktır. Ama balık deyip geçilmez de palamut denir, lüfer denir, uskumru denir…




 

Balıkçılığın tarihi neredeyse insanlık tarihiyle başlar. Şu hep kulağımızın bir kıvrımında bulunan “avcılık ve toplayıcılık” öyküsünün en önemli karakterleri balıkçılar; en doyucu av da hiç kuşkusuz balıklardır. Büyük medeniyetlerin, kadim şehirlerin ortasından gürül gürül akan nehirlerin yanı başında filizlenmesi bize çok şey anlatır. Gezegenimizdeki suların %97’si tuzlu su içerdiğinden, ummanın sırlarına hükmetme arzusu baskın çıkar. Hal böyleyken, dünya saati sürekli ilerlemeye devam ederken, ortasından nehir geçen şehirleri kıskandıran İstanbul haritalarda yer almaya başlar. Ve bu büyüleyici şehir, öyle bir yerdir ki denizden, lodostan, poyrazdan ve illa ki balıktan ayrı düşünülemez. Adı Byzantion’ken de uskumrunun, palamutun, kırlangıçın, levreğin diyarıdır burası. Balıklara o kadar değer verilir ki palamut figürlü sikkeler basılır. Roma, Bizans’ın ardından Boğaz balıkları Osmanlı mutfağının görkemine katılmıştır.


 


 

İstanbul’da denizin ve balığın izinde bir günü yaşamaya paha biçilemez. Zihnimde Türkan Şoray’ın canlandırdığı balıkçı Azize karakterinin yarattığı sıcaklıkla Rumeli Kavağı’nda alıyorum soluğu. Sabahın dinginliğinde sandallar, köpük saçan dalgalar, bir batıp bir çıkan deniz kuşlarının yarattığı sade ve kusursuz bir resmin içinde buluyorum kendimi. İncir ağaçlarından yükselen koku iyotun mayhoşluğuyla birleşip havada asılı kalıyor adeta. Sahil boyunca balık restoranları,çay bahçeleri ilk hazırlıkları için yeni yeni hareketlenirken, ahşap bir barakada tuttuğu tekirleri ayıklayan balıkçı İsmail Büyükcingöz’ün yanına ilişiyorum. İsmail Bey balıkçı bir ailede doğmuş ve uzun yıllar büyük bir bankada idareci olarak görev yapmış. Emekliliğin ardından yeniden mavi sulara dönmüş, tecrübeli bir amatör ruhla karşı karşıyayım:  “Çocukken ağ tamiriyle başladım, olta hazırladım, balık tuttum, Boğaz’ın 50 yıl önceki bereketine şahit oldum. Lüfer bu denizin en lezzetli balığıydı lakin artık çok azaldı, doğru avlanmak, kurallara uymak İstanbul’luyu daha çok balıkla buluşturmak gerek.” diyor.




İsmail Bey’i tekirleriyle baş başa bırakıp Rumeli Kavağı Balıkçı Barınağı’na doğru yürüyorum. Burada denize açılmak için son hazırlıklarını yapan Baltık Reis Teknesi’nin reisi Ali Sarıhan’la bir araya geliyoruz. Ali Kaptan’ın bütün hayatı deniz. Sadece İstanbul’da değil, atlasın değişik noktalarında da balıkçı teknelerine kaptanlık etmiş bir balıkçı. Ama Boğaz’da balık tutmanın farklı bir deneyim olduğunun altını çiziyor: “Boğaz’da balık tutmak çok  zordur. Balıkçı oldukça yoğun bir akıntıyla mücadele eder. İklimin sertleştiği zamanlarda rüzgara da göğüs germek gerekir. İstanbul’da profesyonel anlamda balıkçılık yapanlar dünyanın her yerinde bu mesleği yapabilir, fakat farklı denizlerden gelip İstanbul’da çalışmak o kadar kolay değildir. Ancak şunu da eklemek gerekir Boğaz’da balık tutma sürecinin  ardından balığı tuttuğunuz an muhteşem hissedersiniz. Dünyada bu hissi tattıracak başka bir deniz  de yoktur.”   Deniz farklı bir tutku, hele Boğaz apayrı bir düş. Ali Kaptan’a Boğaz’ın martılarını soruyorum: “Martılar rızkımızın ortağı, asla doymazlar yine de şikayetçi olduğumuzu sanmayın. Hele palamut zamanı gelsin, bu beyaz kanatlı kuşlar balıkçılara farkında olmadan yol gösterir. Balıkçılar denizin dilinden anladığı gibi, martıları da anlar.”diye anlatıyor.  Baltık Reis’in vira demir saati gelip çatınca bana  Ali Kaptan ve  mürettebatına bereketli bir gün dilemek düşüyor.





Az sonra iskeleye düdük çala çala yanaşan Şehir Hatları Vapuru’na atlıyorum. Vapur bu anlarda Boğaz’da süzülen bir deniz kuşu sanki. Yalıları, büyük yük gemilerini bir çırpıda geçiyoruz. Arnavutköy İskelesi’de inip sahile karışıveriyorum.  İstanbul’un keyifli yürüyüş rotalarından biri olan Arnavutköy sahili olta balıkçıları için de cazibe merkezi.  Rengarenk oltalar, arada bir sudan gururla çıkarılan balıklar, birbirine taktik veren balıkçılarla Arnavutköy’de sıradan bir gün. Olta balıkçısı Vahit Bayrakçı’yla böyle bir atmosferde konuşuyoruz. Rüzgar epeyce süratli ancak Vahit Bey halinden memnun:“Olta balığında istavrit, mezgit, tekir çıkar. Boğaz’da yakalanmış istavrit gibisi yoktur. Oltayla balık tutmak büyük keyif, hele balık oltaya vurduğu an muhteşemdir. Stres atmak için en iyi yol”  Akıntı Burnu’nun çılgın rüzgarını geride bırakarak tarihi evler,kıyıya bağlı tekneler arasından ilerleyip adını Barbaros Hayrettin Paşa’nın gemilerini bağlamak üzere diktirdiği beş adet taştan alan Beşiktaş’a varıyorum. Her sokağı ayrı bir evrene açılan semtte Köyiçi’nde Balıkçılar Çarşı’nın yolunu tutuyorum. Tezgahları palamutlar, hamsiler işgal etmiş, çok da iyi etmiş durumda. Rokadan soğana, turptan limona “balığın yanında iyi gidenler kategorisi” de balıkçı tezgahlarının yanında hazır. Çarşının eskilerinden Bizim Balıkçı’dan Mehmet Karslı balık alırken satıcınıza kulak verin diyor: “Her mevsimin, her ayın balığı farklıdır. Boğaz suyunun sıcaklığına, tuzuna göre balığın lezzeti değişir. Lüfer, istavrit, palamut ve uskumru İstanbul’un vazgeçilmeyen lezzetleridir. 40 yıldır sularımıza küs olan uskumru geri döndü bu nedenle en gözde balık.”







Çarşı her geçen saniye daha fazla kalabalıklaşırken, bütün gün izini sürdüğüm balıkları bir de pişirenden dinlemek ve tadına bakmak üzere Beşiktaş’ın balık restoranlarıyla süslü sokaklarında aydınlık dekorasyonuyla hemen göze çarpan Aterina Balık Restoran’a uğruyorum. Aterina Balık kendine has tariflerle yapılmış balıkları,mezeleri ve tatlılarıyla Beşiktaş’ın şahsına münhasır mekanlarından. Restoranın hem şefi, hem ortağı  Çiğdem Göntürk Coşkun İstanbul’da balığın mutfak aşamasını anlatıyor: “Biz Aterina Balık olarak öncelikle mevsiminde çıkmayan balığı bulundurmamaya çabalıyoruz. Böylelikle lezzet ve servis açısından belirli standardı yakalamış oluyoruz. Balık üretimi ve sürekliliğini desteklemek adına farklı adlarla sunulan olgunlaşmamış Lüfer’i satmıyoruz. Küçük bir işletme bile olsak gelecekte Boğaz’da bütün bu çeşitliliğinin korunmasına katkı sağlamak istiyoruz.” Çiğdem Hanım bu duyarlı tutumunun yanında İstanbul’da balık yemenin yarattığı ayrıcalığa da vurgu yapıyor: “İstanbul balıkların geçiş noktası, aynı zamanda dinlendikleri yer, dinlenmiş balık yağlanmış, dolayısıyla lezzetli balıktır. Bu yüzden İstanbul’da balık yemek bir lükse dönüşür. Biz bu nedenle çok şanslıyız. Denizimizin kıymetini bilelim, sonra da ne çıkarsa yiyelim.”

 

*Türk Hava Yolları'nın uçak içi yayımı,  Skylife Magazine'in Ekim 2017 sayısı için kaleme aldığım balık ve İstanbul temalı yazı.