24 Ağustos 2021 Salı

İstanbul Arkeoloji Müzesi Yenilendi!

Ah Güzel İstanbul (1966) isimli klasik filmde Ayşe(Ayla Algan), Haşmet'in (Sadri Alışık) piyanoda çaldığı Şehnaz Longa için, dudak büküp, "Gamlı bir şey." der. Ben filmi her izlediğimde bu cümleyi İstanbul'a söylemiş gibi hissederim. İzmir'den, gecekondu mahallesinin birinden, güzellik yarışmasına gelmiştir Ayşe. Yolu Sultanahmet'te sokak fotoğrafçılığı yapan, düşmüş beyzade Haşmet İbriktaroğlu ile kesişir. Haşmet hep gerçek İstanbul'u, hatta 1966'da bile hayallerde yaşayan İstanbul'u temsil eder film boyunca. İşte Haşmet'in amcasından kalan körüklü fotoğraf makinesini kurduğu meydanın az ötesinde Gülhane Parkı yer alır. Parkın girişinde sağ tarafa çıkan Osman Hamdi Bey Yokuşu'nu görürsünüz. Yokuşun iki yanında Medusa kabartmalı lahit parçaları, sütun kaideleri, Neoklasik cepheye dizilmiş heykeller gelişigüzel atılmış gibidir. Yokuşun en tepesi Topkapı Sarayı'na bağlanırken, Neoklasik cepheyi takip edenler İstanbul Arkeoloji Müzeleri'nin kapısından içeri süzülüverirler. Gamlı İstanbul'un, üç imparatorluk, sayısız imparator gören şehrin bizzat kendisi müzeyken, tam kalbi de müzedir. 
19. yüzyıl, dünya tarihi için birçok farklı şeyi sembolize eder. Görmenin iktidarıyla yükselen kültür ve şehirleşmenin devri, insanın sanat ve doğa üzerindeki hükümranlığını sergilemesinin meşru kılındığı bir süreç. Kelimenin tam karşılığı olarak müzeler çağı! 










Avrupa'da saray koleksiyonlarının halka açıldığı, arkeolojik kazıların sistemli hale geldiği bir dönemde, Osmanlı İmparatorluğu bütün bu yenileşmenin dışında kalmaz. Sadrazam İbrahim Ethem Paşa en büyük oğlu Osman Hamdi'yi hukuk eğitimi almak üzere Paris'e gönderir. Osman Hamdi 12 yıl kaldığı Paris'te hukuk eğitiminin yanında farklı alanlara yönelir.  Paris çağının sanat ve kültür merkezidir. Oldum olası sanatla ilgilenen hukuk öğrencisi, büyük ressamların eserlerini inceler ve Jean Leon Jerome, Gustave C. R. Boulanger gibi isimlerin atölyesine devam eder. İstanbul'a geldikten sonra sarayda bir takım görevlerde bulunur. Uluslararası sergilerin ve dünya fuarlarının yeni yeni popülerlik kazandığı bu süreçte düzenlenen Viyana Uluslararası Sergisi'ne Osmanlı İmparatorluğu adına sergi komiseri olarak katılır. 
Eski eserler Fatih Sultan Mehmet'ten itibaren Osmanlı sarayında itibar görmüştür. 1846 yılında zaman içinde biriken eserler, depo olarak kullanılan Aya İrini'de toplanır. Müze-i Hümayun adıyla anılan bu oluşum İstanbul Arkeoloji Müzesi'nin temellerini oluşturacaktır. Kısa sürede birçok Bizans kilisesinde olduğu gibi, Aya İrini'nin rutubet sorunu olduğu ve bu durumun eserlere zarar vereceği anlaşılır. Eserler, Fatih Sultan Mehmet hükümranlığında yapılan Çinili Köşke taşınır. Almanya'da felsefe ve tarih eğitimi alan Philippe Anton Dethier 1873'te müze müdürü olarak görevlendirilir. İstanbul'a duyduğu sevgiyle tanınan Dethier müzedeki görevini 1881'deki ölümüne kadar sürdürür. Ardından sultan çok istemese de diğer devlet adamlarının ısrarlarıyla görev Osman Hamdi Bey'e verilir. Böylece Osman Hamdi Bey, ilk Türk müze müdürü olarak tarihe geçer. 
Avrupa'da 18. yüzyıldan itibaren kraliyet koleksiyonları müzelere dönüşmeye başlamıştır. Kısa sürede bu müzeler kraliyet koleksiyonlarından fazlasına, bilinen ve bilinmeyen dünyanın hazinelerine sahip olma güdüsüyle harekete geçer. Osman Hamdi Bey'in göreve geldiği yıllarda Ege ve Akdeniz İngiltere Fransa ve Almanya 'nın öncülük ettiği bir yağmadan geçmiştir bile. Osman Hamdi bu tehlikenin önüne geçmek üzere 1874'te Asar-ı Atika Nizamnamesi'ni günceller ve uygulanması için harekete geçer. Böylece Osmanlı topraklarındaki tarihi mirasın yasa yoluyla korunmasını hedefler.
Aynı tarihlerde bilimsel kazı çalışmalarına yönelir. Muğla'da bulunan Lagina, Lübnan'da Sayda ve Nemrut Dağı kazıları aktif olarak yürüttüğü arkeolojik çalışmalardandır. Lübnan'ın güneyinde eski bir Fenike kolonisi olan Sayda'daki kral mezarlarına ait lahitlerden 11 tanesi İstanbul'a getirilir. Günümüzde müzenin başyapıtları arasında yer alan İskender Lahdi, Ağlayan Kadınlar Lahdi, Tahnip Lahdi, Likya Lahdi Sayda'dan büyük emeklerle İstanbul'a taşınmış eserlerden birkaçıdır. 
Sayda lahitleriyle birlikte artan müze koleksiyonu karşısında yeni bir bina ihtiyacı ortaya çıkar. Yeni müzenin mimarı olarak Beyoğlu'nda yaşayan Fransız kökenli Levanten Mimar Alexander Vallaury seçilir. Paris'te mimarlık eğitimi alan Vallaury, Neoklasik cephesiyle güçlü bir etki yaratan binayı Çinili Köşk'ün karşısına inşa eder. Vallaury'nin imzasını taşıyan yapı, dünyada müze binası olarak inşa edilen ilk örneklerden biri olarak tarihte yerini alır. 13 Haziran 1891 tarihinde Müze-i Humayun adıyla İstanbul Arkeoloji Müzeleri kapılarını açar. Zamanla müze binası ihtiyaca göre ek binalarla desteklenir. Günümüzde girişin sol bölümünde yer alan yapı uzun yıllar Sanay-i Nefise Mektebi olarak hizmet verdikten sonra Eski Şark Eserleri Müzesi olarak işlevlendirilir. Sanay-i Nefise Mektebi binası da Vallaury'nin tasarımıdır ve mektebin kurucu müdürü Osman Hamdi Bey'dir. 










İşte uzunca bir süredir Kayzer Wihelm'in bile gözünü kamaştıran İskender Lahdi'nin bulunduğu klasik binanın alt ve üst katları restorasyon nedeniyle kapalıydı. Kapsamlı bir yenileme projesiyle klasik binada alt salonlar yeniden izleyiciye kapılarını açtı. Üst salonlarda çalışmalar devam ettiğinden ziyaret edilemiyor. Yine de yıllar sonra müzenin sembolü haline gelen eserlerle yeniden karşılaşmanın heyecanı paha biçilemez. Bina restore edilirken eserler hiç yerinden oynatılmamış. Eserler koruma kabinlerine alınarak bina ve eserler eş zamanlı olarak restore edilmiş. Halen restorasyonu devam eden eserler var ve ziyaretçiler bu anlara tanıklık edebiliyor. Diğer taraftan duvar resimleri ve bilgilendirme panoları eklenmiş. Resimler aracılığıyla müzenin koleksiyon oluşumu ve Osman Hamdi Bey gibi kilit isimlerle ziyaretçinin bağ kurmasına çalışılmış. Eski haline göre daha açıklayıcı ama daha karanlık bir müzeyle karşılaştım.  Duvarlarda bordo renk ağırlıkta bu da biraz mekanı ağırlaştırıyor. Belki de benim gözüm çocukluğumdan itibaren alıştığım Arkeoloji Müzesi görüntüsüne aşina olduğundan öyle hissediyorum. Biraz Berlin'deki Altes'in Yunan-Roma salonlarını anımsadım müzeyi gezerken. 







Ancak klasik binada restore edilmiş salonların ardından gelen Magnesia salonu olduğu gibi bırakılmış. Görevlilerden restore edilmesinin gündemde olmadığı bilgisini aldım. Aydın'ın Germencik ilçesinde bulunan Magnesia Antik Kenti buluntularıyla İstanbul, Ankara ve Aydın müzelerinin zenginliğine zenginlik katan bir alan. İstanbul Arkeoloji Müzesi'nde mozaiklerinden, heykellerine, frizlerinden sütun başlıklarına varıncaya dek antik kentin önemli parçaları sergileniyor. Açıkçası bunca zaman bu salonu da içeren bir yenileme projesi olmamasına biraz içerledim. Dile kolay neredeyse 10 yıl. Paradokslarım müze koridorlarında yer yer içten, yer yer sesli yankılandı. 



Öte yandan müze mağazası klasik yapının içine alınmış, Bahçedeki prefabrik mağaza kapalıydı ama eğitim amaçlı kullanılıyormuş gibi algıladım. Açıkçası bu tip prefabrik eklemlenmeler bahçe için oldukça kaotik bir etki yaratıyor. Zaten müzenin kafesi için kapalı bir alan yaratılmış, bir de artık işlevini yitirmiş müze mağazasına gerek yok diye düşünüyorum. İstanbul Arkeoloji Müzeleri üç ana birimden oluşuyor; Eski Şark Eserleri Müzesi, Çinili Köşk ve Arkeoloji Müzesi. Osman Hamdi Bey'in yaklaşık 650 eserle bıraktığı müzenin, bugünkü koleksiyonu 1 milyona ulaşıyor. Bu eserlerin 10 bin kadarı teşhire sunulabiliyor. Tamamını sergilemek mümkün değil ama müzenin sokağında yer alan darphane binası da Arkeoloji Müzesi'nin teşhir salonlarından biri olsa diye hayal etmemek imkansız. 
Dünyanın sayılı müzelerinden biri, bizim müzemiz için en iyisini hayal ediyoruz tabi; müzenin tarihi bahçesinden, zamanın tanığı Gülhane'ye, Bizans imparatorlarının yattığı erguvan rengi porfir lahitlere bakarken. Öğrenciliğimde Osman Hamdi Bey'in kurduğu müze kütüphanesini az aşındırmamıştım. Bahçenin ve müzenin tarihinin soluğunda bir küçük ses, milyonlarca DNA'dan biriyim ne de olsa. Biraz da bu sebepten hayal kurma hakkını kendimde buluyorum galiba.


İstanbul Arkeoloji Müzeleri hakkında anlatılacak çok şey var. Kişiler, hadiseler ve başyapıtlarla dolu koridorlar.  Şimdilik müzenin kuruluş öyküsüne ve bunun bütün sorumluluğunu üstlenen isimlere değindim. Gelecek yazılarda dünyanın her yerinden arkeoloji ve sanat tutkunlarını kendine çeken eserler hakkında da yazmalıyım. 
Hep güzel günlerde müzelerde karşılaşmak ümidiyle...Sağlıcakla...