7 Aralık 2021 Salı

Karadeniz’in Lezzet Kıyısı: Giresun

 

 Uzakları yakın eden kemençe sesine aşina olunan şehirdir Giresun.  Yağmurun ferahlığını her dem bağrında saklar, toprak kokusu hiç yakanızı bırakmaz.

Yeşilden maviye uzanan renk paletinde, başı bulutlara değen dağlar eşliğinde karşılıyor beni Karadeniz’in sakin kızı Giresun. Bulutlu gök yüzünün yer yer sisle sarmalandığı şehir, efsaneler çağına uzanan geçmişi, toprağın ve denizin bereketinden nasibini alan sofralarıyla Karadeniz’in bütün inceliklerini bir arada sunuyor.  






Giresun Kalesi’ne çıkınca şehir kendini yavaş yavaş anlatmaya başlıyor. Giresun şehir merkezi bir yarımadanın üzerinde kurulu. Kale, bu yarımadaya hakim konumda yer alıyor.  Pontus Kralı 1. Pharnakes’in yaptırdığı düşünülen kale, şehrin binlerce yıllık serüveninin en önemli tanıklarından biri olarak hala ayakta ve hala yaşamın içinde olmasıyla heyecan verici bir yapı. Bir zamanlar şehrin savunmasının vazgeçilmezi olan kale, bugün mavi manzarasıyla güne keyif katmak isteyenlerin uğrak noktası.  Serin havada buğusu hemencecik havada kaybolan bir çayla kaleden Giresun’u seyredenlere katılıyorum. Şehir hareketliliğine, Karadeniz’in hırçın dalgaları karışırken uzakta görünen Giresun Adası sonsuz bir sükunetle kutsanmış gibi duruyor. Günümüzde göçmen kuşların dinlendiği, martı ve karabatak gibi deniz kuşlarının egemenliğinde olan ada efsanelerle örülü gizemli bir geçmişe sahip. Anlatıya göre Herakles’in öfkesinden korkup  Stymphalos Gölü’nü terk etmek zorunda kalan tunç gagalı, dehşet verici kuşlar Areitas Adası’na yerleşir. Iason’un liderliğini üstlendiği Argonautlar, Altın Post’u bulmak uğruna Areitas’a çıktıklarında bu korkunç kuşlar, cesur gemicilere saldırır. Bu saldırı sonucu bir arkadaşlarını kaybeden gemiciler, adayı lanetler ve yeniden görkemli gemilerine atlayıp yeni maceralara yelken açar.  Bu efsanenin geçtiği yer olan Areitas Adası’nın, Giresun Adası olduğu kabul ediliyor. Üstelik adanın mitolojik serüveni bu kadarla da sınırlı değil. Unutulmuş zamanlarda, Anadolu’nun efsanevi kadın savaşçıları Amazonlarla anılan ada, bölgenin mitsel ve esrarengiz alanlarından biri.


Giresun Antik Çağ’dan itibaren bereketli toprakları, denize açılan limanlarıyla arzu edilen bir şehir olmuş. Birçok medeniyet bu topraklarda kök salmış, birçok tacirin bu limanın nimetleriyle gözleri kamaşmış. Şehrin tarih sahnesine çıkışına ilişkin en erken izler MÖ 7. yüzyılı işaret ediyor. Kentin ismi  erken dönemlerden itibaren  kiraz yurdu anlamına gelen “Kerasion” ya da “Kerasus”  olarak adlandırılıyor. Kirazın anavatanı olarak Giresun görülüyor. Romalı komutan Lucullus’un daha önce hiç görmediği kiraz fidelerini Giresun’dan alıp başka kıtalara götürmesiyle başlamış kirazın lezzet yolculuğu.  Yüzyıllarca kiraz ağaçlarıyla süslü Giresun’da şimdi kiraz üretimi biraz daha kısıtlı olsa da kiraz bölgenin damakta iz bırakan meyvelerinden biri. Hatta sadece meyve olarak değil, kiraz tuzlusu kavurması olarak da gerçek bir yöresel lezzet.

Karadeniz’in cömert doğasında, kirazın adını verdiği bu şehrin uzun yıllardır en gözde tarım ürünü fındık. Tadı ve içerdiği yağ oranıyla dünyanın en kaliteli fındıklarından biri olarak gösterilen Giresun fındığı bölge için önemli bir ekonomik değer olmasının yanında mutfak kültürünün ayrılmaz bir parçası. Özellikle tatlıların ve pastaların tadına tat katan fındıklı lezzetlerin başında fındıklı krokant geliyor. Krokant için yarım asırlık geçmişiyle Giresun’un klasik mekanlarından biri haline gelen Şebnem Pastanesi’ne uğruyorum. Şehrin alameti farikası fındığın krokant halinin kıtırlığı, kıvamı, ağızda dağılışı şöhretinin hakkını veriyor.




Şehrin tam kalbinde olmanın avantajıyla yağmura aldırmadan Gazi Caddesi’ne kısa bir yürüyüş yapıyorum. Üniversiteli gençlerini ve alışveriş yapmak isteyenleri buluşturan Gazi Caddesi şehrin en popüler rotası. Caddeden çok uzaklaşmadan tarihi evleriyle nostaljik bir filmin içinde geziniyormuş gibi bir duygu yaratan Zeytinlik Mahallesi’ne yöneliyorum. 19. yüzyılın çok kültürlü ortamında şekillenmiş bir mahalle Zeytinlik. Türk ve Rum sivil mimarlığının kusursuz bir ahenk oluşturduğu yapılar, mazide kalmış bir devrin zarafetini hala taşıyor. Denize açılan sokaklarda yosun kokusuna evlerin bahçesinde yükselen portakal ağaçlarının kokusu karışıyor. Takvimin gerçeği çok uzakta kalmışken Giresun Müzesi bütün heybetiyle önümde beliriyor. 18. yüzyılda bölgedeki Rum-Ortodoks cemaat için yapılan bina Gogora Kilisesi olarak da biliniyor. Şehrin tarihine ışık tutan müze arkeolojik ve etnografik eserleri, tarihi atmosferinde izleyiciyle buluşturuyor.Sanat Sokağı tabelasını takip edip rengarenk kafelerle donatılmış, el işi ürünlerin tezgahları donattığı, bir alanda buluyorum kendimi. Sokağın köşesinde yer alan küçük mantıcıda Giresun’un incecik hamurdan yapılan dillere destan mantısının tadına bakmayı da ihmal etmiyorum. Geleneksel bir tat olan yarımca böreği ve yemyeşil görüntüsüyle şaşırtan ısırganlı mantı damağımda yer ediyor.  Ara sokakların dinginliğinde Giresunlu çalışkan kadınların küçük tezgahlarıyla karşılaşıyorum. Karalahanalar, bal kabakları, sakarcalar, adını ilk defa duyduğum otlar önümde sıralanırken, Giresunlu kadınlar tarifleri de kulağıma fısıldamayı unutmuyor. Ve hemen bu şehre gelen herkesin mutlaka haşlama yemesi gerektiği konusunda uyarıda bulunuyorlar.




Giresun iklimin ve Karadeniz’in çetin koşulları içinde el sanatlarında ustalaşmış bir şehir.  Farklı kültürlerle etkileşim halinde olması özellikle dokumacılık ve ahşap sanatlarında özgün nitelikli ürünler doğmasını sağlamış. Şehrin bütün sakinliğine arada bir dokunaklı nağmeleriyle sızan kemençe de Giresun’un duygu dünyasından doğmuş bir saz. Usta çırak ilişkisi içinde varlığını sürdüren kemençecilik Göreleli ustalarca bugün  aynı heyecanla üretiliyor. Kemençenin kendine has sesinin peşinde Görele’nin yoluna düşüyorum. Kapısını çaldığım 25 yıllık kemençe ustası Ali Kol, mesleğinin inceliklerini anlatırken gözlerindeki parıltı bir an olsun sönmüyor. Atölyesinden ayrılmadan Ali Usta kendi yaptığı ardıç ağacından kemençesiyle bir Giresun türküsü çalıyor.

Görele’den ayrılırken kulağımda kemençenin dokunaklı ezgisini beraberimde götürüyorum.Denizlere çıkan sokaklardan gökyüzüne usulca dokunan doruklara sokulmak şart oluyor. Aksu kıyısında küçük bir kır kahvesi olan Kavak Yelleri’nde  geleneksel kuru yufka ile hazırlanan böreğin başrolde olduğu lezzetli bir kahvaltıyla Kuzalan Şelalesi’ne doğru süzülüyorum. Aksu Deresi’nin yörüngesini takip ederek, kah kıvrılan kah bükülen yolda ahşap evler, taş köprüler , ulu ağaçlar önüme seriliyor. Yükselti arttıkça hava sıcaklığı düşerken, önce kibar kibar yağan kar bir süre sonra bembeyaz bir örtü olarak ortalığı kaplıyor. Kuzalan Şelalesi’ne vardığımda buzun suyla yarattığı muhteşem manzaraya hayran oluyorum. Kuzalan Tabiat Parkı mineral açısından zengin su kaynaklarının yarattığı beyaz travertenleri,   mağaraları, sık ağaçlı yapısı, turkuaz gölleri ve yüzlerce metre yükseklikten dökülen şelalesiyle sürrealist bir tablodan düşmüş gibi duruyor. Kar ve buzun bu manzarayla buluşması ise Kuzalan’ın her mevsim ne denli güzel olabileceğinin bir kanıtı.Kış kuşanmış ulu çam ağaçları, kardan ağırlaşan dallarıyla hafifçe titreşirken “maden suyu” yazan bir çeşmenin önünde mola veriyorum. Dünyada kaç yerde maden suyu akan bir çeşme vardır? diye düşünmekten kendimi alamıyorum.Çam ormanlarının çepeçevre kuşattığı Kümbet Yaylası’na ulaştığımda karın dantel gibi doğayı sarmalaması karşısında çocuksu bir coşkuya teslim oluyorum. Kar ve ormanın tılsımlı bir etki yaratıyor. Sanki burada düşen her kar tanesinin sesi duyulurmuş gibi geliyor. Şehir merkezine birkaç saatlik mesafede yeryüzünün bambaşka bir çehreye bürünmesine hayret ediyorum. Kümbet vaat ettiği katışıksız huzur ve çevresindeki el değmemiş çam ormanlarıyla başka hiçbir yere benzemiyor. Alnı bulutlara uzanan dağlardan sahile doğru inerken Giresun’un sırrı 150 yıllık mayasında saklı sulu somun ekmeğini alıp Tirebolu Doğal Dükkan’da soluğu alıyorum. Taş fırından pişen somunla kiraz tuzlusu kavurması harika birbirine çok yakışıyor. Yöre insanın pratikliği, doğanın lutfu, zamanın birikimi Giresun mutfağında saklı.   Hamsi çıtıratma,  karalahana diblesi, Piraziz Köftesi, ısırgan yağlaşı, kiraz tuzlusu kavurması gibi tarifler Giresun’un asırlar boyu getirdiği geleneğin ve muhteşem doğasının bir yansıması.

Karadeniz hoyratça Tirebolu kıyısını döverken,martılar alışkın oldukları rüzgara karşı kanat çırpıyor. Dudaklarımda Tirebolu çayının buruk tadıyla tevazu sahibi şehre veda ediyorum.


*Tük Hava Yolları'nın uçak içi yayımı  Skylife'ın  Mart 2020 sayısı için kaleme aldığım Giresun yazısı. 


 

2 Aralık 2021 Perşembe

Bir Aşı Savunucusu Olarak Çariçe Katerina!

 Aydınlanma Çağı deyince genel olarak vakur ifadeli portreler, cilt cilt kitaplar, beyaz ve kaçınılmaz olarak Hıristiyan adamlar gelir. Ciddi bakarlar, ciddi yazarlar. Onları anlamak zordur.   Kant, Jean-Jacques Rousseau, Leibniz, Hume,...Liste uzun, arazı engebeli, hedef parlaktır. Aydınlanma sadece filozoflar arasında gerçekleşemeyeceğinden konuya müdahil tarafların siyasi erk alanını oluşturan isimler de ayrı bir kulvar oluştururlar. Aydınlanma düşüncesiyle yanıp tutuşan, gerektiğinde bu ilkeleri bazı küçük felaketler eşliğinde tebaasına dayatmak çekinmeyen bu grup Aydın despotlar adıyla anılır.  Aydınlanmacı despotikler listesi imparatordan geçilmez. Dünyanın bütün bilgisine, hammaddesine , insan gücüne, kültür birikimine hakim olmak isteyen imparatorlar listesinde karşımıza çıkan isimlerden biri Çariçe Katerina'dır.


Katherina 18. yüzyıl siyasetinde fırtınalar koparan bir isim.  Babası Prusya'ya bağlı Anhalt-Zerbst bölgesinin yöneticisi ve Prusya ordusunun generallerinden biri. Soylu aileden gelen birçok akranı gibi evliliği bir pazarlık ve hesap kitap meselesi oluyor. Çariçe I. Elizaveta baskısıyla Holstein-Gottorp Dükü ile evlenmek zorunda kalıyor. Düklerin, düşeslerin ortada cirit attığı zamanlar ama Katerina'nin kocasının en önemli özelliği Çar Büyük Petro'nun torunu olması dolayısıyla tahta en yakın aday olmasıydı. Katherina önce doğum adı olan Sophie Augusta'yı yeterince Rus görünmediği için değiştirdi. İsim değiştirmek yetmeyeceğinden Papa'yı terk ederek Ortodoks'luğa geçiş yaptı. Evliliği bir tek kelimeyle berbattı. Izdırabın 18. yılında Peter, III. Petro namıyla tahta oturdu. Ancak hükümranlığının altıncı ayında çıkan ayaklanmada talihsiz bir biçimde öldürüldü. Böylece Katerina henüz 33 yaşındayken çariçe ilan edildi. Kendini özgür ve gerçekten Rus hissediyor olmalıydı. Doğudan Batıya son derece başarılı bir biçimde yayılmacı politika izledi. Aydınlanma düşüncesiyle yakından ilgilendi. Tarihte aydınlanmacı bir imparatoriçe olarak algılanmak istiyordu. Bu bağlamda bazı siyasi girişimleri başarısız oldu, İngiltere gibi ülkelerde alaya alındı. Öte yandan Fransız aydınlanmacılığının önde gelen isimleri Voltaire ve Diderot ile mektuplaşıyor, kendini bu minvalde geliştirmeye çalışıyordu. Tahta çıktığının ilk iki yılı, tüm zamanını yasa yazarak geçirdi. Yasa çalışmalarını iki yıl boyunca tek başına yaptı. Böylece  Aydınlanma Çağı'nın en önemli kanun yapıcılarından biri oldu. Aşk hayatı hızlıydı; bazı tarihçiler sadece bu özelliğinden dem vurmaktan zevk alır. Sanat ve edebiyat başlıca ilgi alanlarıydı. Halkla kaynaşmak üzere çıktığı yolculuklarda konuşmalarını kendi hazırlardı ve onlara örnek olmaya gayret ederdi. Hermitage Müzesi'nin temelleri Katerina'nın kişisel koleksiyonu sayesinde atıldı. Binanın yapımını da kendisine borçluyuz. Eğitimli bir nesil yetiştirmek gayesini taşıyordu. Bu nedenle de eğitimin modernleşmesi üzerine çalışmalar yaptı. Batı tarzı eğitimle Rus toplumunun değişebileceğine inanıyordu. Her iki cinsin eşit eğitim olanaklarından yararlanması konusunda ısrar etti. Eğitimi devrimsel bir proje olarak ele alıyordu. Bu doğrultuda Moskova Yetimhanesi'ni kurdu. İstenmeyen, yoksul ve evlilik dışı çocukları devlete yararlı bireylere dönüştürmek gayesindeydi. Muhalefet ve destekçileri bu durumun düşük ahlakı özendireceğini savunarak kendisine şiddetle karşı durdu. 1764'te yalnızca kızları kabul eden Smolny Enstitüsü'nü kurdu. Modern zamanlarda üstüne tezler yazılacak bu kurum, alanında bir ilkti. Bütün bunları yaparken kilise kendisine karşı en büyük muhalefetti. Çariçe de ilk fırsatta kiliseye ait toprakları kamulaştırdı.

 İşler böyle toz pembe gitmiyordu tabi. Rusya endüstrileşememişti, ekonomi berbattı. Serfler sefalet içinde hayatta kalmaya çalışıyorlardı. Üstüne bir de salgın hastalıklar alt sınıfları yiyip bitiriyordu. Büyük umutlarla kurulan Moskova Yetimhanesi'den bir elin parmakları kadar çocuk erişkinliğe adım atabilmişti. Çiçek hastalığı hortlayınca Katerina çözüm yolları aradı. Herkese ulaşacak bir korunma yöntemi bulunmasını destekledi işte yakın zamanda Çariçenin çiçek aşısına vereceği desteği yazdığı bir mektup bulundu. 27 Nisan 1787 mektup Kont Zadunaysky'a yazılmış. Mektupta küçük kasabalardaki insanları da koruyacak bir aşıya acil olarak gereksinim duyduğunu belirtiyor. Londra'da ünlü bir müzayede evi aşı ve salgın hastalıkla mücadele ettiğimiz bu günlerde ( 1 Aralık 2021) mektubu ve Katerina'nın Dmitry Levitsky tarafından yapılan portresini açık arttırmayla satıyor. Esasen Rusya mektubun ve portrenin ülke içinde kalmasını rica etmişse de eser sahibinin buna ikna olmadığını anlıyoruz. Katerina bu mektubu yazdığından yaklaşık 20 yıl önce çiçek aşısı olmuştu. Fakat daha kolay ve ekonomik yöntemli bir aşı arayışındaydı. İnsanlar aşının tehlikeli olduğunu düşündüğü için saraya yakın olanları davet edip herkesin önünde aşı yapılmasını sağlıyordu. Halkın aşının güvenli olduğuna inanmasını istiyordu. Rus kilisesi aşıya karşıydı. Tanrıcılık oynamaya ne gerek vardı. Ölen ölecekti bunu tanrı bilirdi...Neticede herkesi ikna edemedi ve hastalık yayıldı. Birçok insan öldü. Dünya değişti, harita değişti, Prusya tarihe karıştı, Çarlık çöktü, Berlin Duvarı yıkıldı ama aşıya karşı direnç yerinde sayıyor. Şimdiki gibi dijital takip zımbırtıları olsaydı Katerina kimsenin gözünün yaşına bakmaz aşıları pata küte yaptırırdı.  Aydınlanmacı despot olduğuna bakmayın, "Aaaa bu Fransız İhtilali de çok oluyor" deyip kitap yaktırmışlığı, yetinmeyip yazarı Sibirya'ya sürgün etmişliği var. Tabi bunlar bir yana mektup şu an başta Rusya olmak üzere tarihsel argümanlarla aşıyı teşvik etmek için oldukça değerli. Müzayede evinin yaptığı basın duyurusunun ardından yüzlerce röportaj teklifi alması, bir kısmını İngiliz snopluğunun verdiği yetkiye dayanarak kibarca reddetmesi bu yüzden. 

Mektubun yaratacağı sükse ile pahasına paha katmak için yanında satışa sunulan Katerina portresi Kievli ressam  Dmitry Levitsky imzasını taşıyor. Saray eşrafına ve çariçeye yakın bir isim. Her hükmeden gibi Katerina'da yaptığı güzel şeylerin halk tarafından duyulmasını istiyordu. Yukarıda bahsi geçen Smolny Enstitüsü çariçenin gurur duyduğu bir girişimdi. Burada eğitim alan genç kızların bir dizi portresini yapmak üzere Levitsky'i görevlendirmişti. 

Katerina, ufak tefek konuşkan bir kadındı.  Evli olduğu süre boyunca  pahalı kumaşlara, yeni kostümlere ve ışıldayan taşlara çok para harcamış. Özellikle saraya ilk geldiği zamanlar önemsiz balolarda bile en az üç kostüm değiştirdiğini söyler. Bunun yanında halkın karşısına çıkacağı zamanlar da en yalın giysileri seçtiğinin altını çizer.  Tahtın sahibi olduktan sonra aşırı gösterişli kıyafetler konusunda yasa çıkartır. Aşırılığa gerek yoktur. Güzellik, narin bir beden ve giysilerin hep zekadan sonra geldiğini savunduğu bilinmektedir.  Açık arttırmaya sunulan tabloda başında bir defne çelengi, onun ardından da yükselen gerçek bir taçla karşımızda durur.  Bu Levitsky'nin çariçe için yaptığı tek tablo değildir. Katherina'yı aynı dönemde adalet tanrıçası Themis rahibesi olarak betimlediği alegorik bir tablo daha vardır. Kanun koyucu imparatoriçe, adalet tanrıçasının hizmetindeki görüntüsünü oldukça beğenmiş olmalı. Dolayısıyla defne çelengi kendisinin aydınlanmacı kimliğinİn, imparatorluk tacı da Rusya'ya olan bağlılığının bir göstergesi olarak imajına dahil edilmiş. Saçları da Yunan tarzı bir topuzla biçimlendirilmiş. Gümüş ve lila arasında gidip gelen brokar bir elbise tercih etmiş. Yakalarında, belinde, muhtemelen göremediğimiz kollarında bitkisel motifli işlemeler yer alıyor. Omuzlarında altın sarısı kenarları ermin kürküyle kaplı bir pelerin kondurulmuş. Ermin kürkü imparatorluk ve asalet sembolü olarak genelde imperyal imajlarda sık rastladığımız değerli bir ürün. Sağ omzundan diyagonal olarak inen mavi kuşak St. Andrew nişanı ve kendisinin bütün portrelerinde karşımıza çıkıyor. Yakutlu mücevher de sağ omuzda St. Andrew nişanının zincirine takılmış bu yüzden çariçe boynuna fazladan bir takı takmayı uygun bulmamış.  St. Andrew nişanı ile taltif edilmek için sanat ve kültür alanında Rusya'ya üst düzey hizmet etmiş olmanız gerekiyor.   Dönemin modası olarak beyaz bir üstübeç sürmüş. Ama kendisi de oldukça beyaz tenli bir kadın. Soyluların beyazlığı önemli, açık havada çalışmadığının bir göstergesi.  Portre bir imparatorluk imajı olarak oldukça yalın ve net bir görüntü sergiliyor. 

Katerina bu portrenin ardından yaklaşık 20 yıl daha tahtta kalıyor. Komaya girdiği ana kadar masa başında çalıştığı tanıklıklarla doğrulanmıştır. Yapmaya çalıştığı reformların tamamında kilise ile karşı karşıya gelmiş ve itibarsızlaştırılma politikası hep devrede olmuş. Ölümüne ilişkin uyduruk bir seks skandalı dedikodusu çıkarılmış. Bazı tarihçiler hatırlamaktan hoşlanmasa da Voltaire 'in Kuzey'in Yıldızı olarak bahsettiği çariçe öldüğünde altın tacı ve sevdiği gümüş brokar kumaştan elbisesiyle gömülmüş. Vasiyetinde beyaz elbise ile gömülmek istediğini belirtse de saray erkanı onun ideal imparatoriçe görüntüsünü muhafaza etmeyi uygun görmüş olmalı. Cenazenin mumyalanıp, altı hafta boyunca sergilendiğini düşünürsek çok da haksız değiller. 

Veda Busesi

Mektup aşı karşıtlarını yumuşatır mı bilinmez. Fakat bütün yerleşik düzene, geleneksel bakış açısına ve inanca karşı bilimi savunan Katerina tarih önünde haklı çıkmıştır. Çariçeyi gündeme taşıyan mektup ve portre gerçekten satılacak mı, yoksa bu aşı kampanyası için 234 yıl öncesinden beklenen bir medet mi bunu da zaman gösterecek. Hala müzayede şirketi resmi bir açıklama yapmadı...





26 Kasım 2021 Cuma

Müzikal ve Tatlı: Lviv

Bütün adımların çikolata ve kahve kokusuna karıştığı, Polonya sınırına sadece 70 km uzaklıkta bir Ukraynalı. Arnavut kaldırımlı caddelerden yükselen ritimle günü geceye bağlayan, sırtını Karpatlar'a dayamış aslanların şehri. Birbirini kesen caddeler, Rönesans ve Barok gibi klasik akımları yansıtan binalar, meydan çeşmeleri, heykeller ve hatta Orta Çağ şatolarıyla romantik bir düş Lviv...


     Ortasından nehir geçmeyen ancak nehirli Avrupa şehirlerine benzeyen, kışın buz tutacağınızı düşünseniz de aldatıcılığı eser miktarda olan güneşle ısınabildiğiniz,  hayata dair seslerin mükemmel bir ezgiyle çınladığı Lviv tam bir eğitim, kültür ve sanat merkezi. Kendi halinde bir sokak müzisyeninin notalarına kapıldığım serin bir sabah Rynok Meydanı’nına varıyorum. Etrafta güvercinler ve 17. yüzyıl modasına göz kırpan giysileriyle şeker satan güzel Lvivli kızlarla keyfe keder  bir sabah. Geleneksel Ukrayna çalgısı Bandura’dan yükselen eski bir halk şarkısı, meydanı sarıp sarmalıyor. Ukrayna dilinde Rynok "pazar" manasını taşıyor. 13. yüzyılın sonunda şehrin kurulmasıyla tasarlanan meydan 16. yüzyılın başındaki büyük Lviv yangınıyla, şehirle beraber meydanı da yok ediyor. Meydan yeniden ayağa kaldırılırken Gotik, Rönesans, Barok gibi akımları yansıtan binaların yanında modern dönem çizgilerini de bünyesinde barındıran yapılarla donatılıyor. Sonunda ortaya her biri diğerinden farklı mimari stiller yansıtan binalarla kuşatılmış bir Rynok çıkıyor. Meydan Adonis, Neptün, Diana gibi Akdenizli tanrılardan seçilmiş kompozisyonlarla hazırlanan çeşmelerle tamamlanıyor. Günümüzde Rynok'un bütün o tarihi binaları müze ya da restoran. Sayısız açık hava kahvesi de bu manzaraya eşlik ediyor. Rynok Meydanı bohem, çekici, Avrupa'ya özgü bir etki yaratıyor. 



Rynok kesinlikle şehrin cazibe merkezi ama aklınıza sadece turistlerin eğlendiği bir alan olarak gelmemeli. Şehrin kendi halindeki sakinlerinin de yaşadığı ve hayatın içinde olduğu bir bölge. Lviv o kadar küçük bir şehir ki başka türlüsü de mümkün değil zaten. Meydanın ortasındaki kahvelerden birine oturup, Tanya isimli minyon bir güzelliğe sipariş veriyoruz. Kış güneşi yavaş yavaş saçlarımızdan sarkıp, şakaklarımızı ısıtırken mavi gözleri ve gülümseyen yüzüyle Tanya kahvelerimizi getiriyor. Kısa bir sohbetle, elimizdeki haritada yakın olan ve mutlaka görülmesi gereken yerleri bir çırpıda işaretliyor.


Şayet bir şehre gidilmişse muhakkak oraya hakim bir tepeye çıkılma zorunluluğu vardır. İlla ki bütün oklar, gezginler ve bilumum seyahat yazıları o tepeye çıkmanın önemini vurgular. İşte Lviv'de öyle bir tepe yok! Düzlükte yaşanılan bir şehir Lviv. Gelgelelim sırtını Karpatlar'a dayayan bu güzel şehri kuşbakışı görmek isteyenler için belediye dev bir hizmette bulunmuş ve 19. yüzyıl karakteristik çizgilerini taşıyan, saat kuleli bir bina yapmış. Saat kulesi 1848 Devrimleri'nden nasibini almış ve o kargaşada yıkılmış olsa da birkaç yıl sonra bugün gördüğümüz kule inşa edilmiş. 2000 yılından itibaren belediye binası ve kule ziyarete açık. Asansörle çıkılan ana binanın ardından kuleye tırmanmak için ahşap merdivenleri kullanıyorsunuz. Merdivenlerin başında kule için bilet kesiliyor. Gerisi nefes nefese 350 basamakcık bir tırmanış. Zirvede Lviv'in kırılgan görünümlü kubbelerine, kırmızı kiremitli çatılarına açılan Rathaus Kulesi misafirlerine sessizce eşlik ediyor. 

Kule sessiz olabilir ama simgesi aslan olan şehir adeta kükrüyor. Ne de olsa Doğu Avrupa'nın eğitim ve kültür merkezindeyiz. Dinamik ve kırılgan karakterli Lviv'de genç nüfus oldukça fazla. Sokaklarda, meydanlarda, müzelerde, kafelerde kendinizi üniversite kampüsünde hissediyorsunuz. Bu coşku şehri yönetenlere de ilham vermiş olmalı zira yılda yüzden fazla festival düzenleniyor Lviv'de. Şaraptan biraya, peynirden caza yıl boyu festivallerin biri bitip biri başlıyor. Organizasyonları hakkını vererek yaptıklarını da eklemek gerek. Bira festivalinde yalnızca yerel biraları tatmakla kalmıyor, sergiler, konferanslarla biranın sırrına eriyorsunuz. Beklenmedik bir anda geziniz gayet leziz ve eğlenceli bir karnavalla buluşabilir. İşte o zaman bu satırları anımsayıp, benim için de eğlenin!



Lviv'in en büyük şansı II. Dünya Savaşı'ndan hasarsız kurtulmuş olması. Üstelik savaş sırasında Sovyetler Birliği'nin sınırlarına dahil olduğunu düşünmek insanın içini ürpertiyor. Şehirde Komünist şehirlerin alameti farikası tek tip konutlara pek rastlanmasa da o zarif apartmanlarının birçoğunda sığınaklar ve tüneller mevcut. Bazı restoranlar ve müzeler karanlık dehlizler için tur bile düzenliyor. Rynok Meydanı'nın yakınlarında kurulan bit pazarı bölgenin tarihi ve etnik kimliğini yansıtan eşyaları incelemek yahut satın almak olası. Benim için bu pazarda şehir sakinleriyle sohbet edip, Sovyet Dönemi’nden kalma eşyalara, elde işlenmiş otantik motifler içeren gömleklere, örgü çoraplara bakıp, hemen bitişiğindeki Lviv Opera’sından ilk temsil için bilet almak, şehrin sakini gibi yaşamanın ilk adımı. Polonyalı Mimar Zygmunt Gorgolewski tarafından tasarlanan ve Barok, Rönesans ve Klasisizm gibi farklı sanat ekollerini yansıtan opera binası Lviv’in sanat odaklarından en ünlüsü. İç mekanı da dış cephesi kadar hayranlık uyandıran yapıyı görmek için, rehberli turlara katılmak yerine, muhteşem bir seyirci eşliğinde dansın ve müziğin davetine iştirak etmek tam bana göre!



Ukraynalı hümanist ve yazar olan Taras Shevchenko, ülkenin her yerinde olduğu gibi Lviv’in de gurur duyduğu bir isim. Opera binasının güneyinde yer alan Taras Shevchenko anıtı halkın bağışlarıyla yapılmış ve bugün az ötesindeki Adam Mickiewicz anıtıyla beraber Svobody Caddesi’ne uzanan hat üzerinde kentin sembolik eserleri olarak yer alıyor. Beyoğlu'nda kolera salgınında ölen Polonyalı şair Adam Mickiewicz'le Ukrayna'da karşılaşınca insan bir tanıdığa rastlamış gibi hissediyor. Tatlı Badem Sokağı'ndaki evi gözümün önüne geliyor bir anlığına.  Anıtlar etrafında düzenlenmiş geniş meydanları, yeşillikler içindeki uçsuz bucaksız parklardaki heykeller kentin doğal dokusunu oluşturan yerel müzisyenleri kendime getiriyor beni.  Lviv’in logosunda yer alan aslanlar, heykel olarak da şehrin her yerindeler. Kelime anlamı “aslan” olan Lviv’de  aslanlar kabartma, duvar resmi, kapı koruyucusu olarak sokakları sarmış durumda. 



Bu küçücük şehir onlarca müzeye, tarihi kiliseye ve şatoya sahip. Müzelerde sanat koleksiyonları yerine yerel kültür, etnografya ve kent tarihini yansıtan eserlere yer veriliyor.  Lviv’e hakim bir tepe üzerinde inşa edilen Barok üsluptaki çarpıcı görüntüsüyle St. George Katedrali, 17. yüzyıldan kalan ve tavan freskleriyle etkileyici bir atmosfer sağlayan St. Andrew Kilisesi,  tarihi kent merkezinde Aziz Peter ve Aziz Paul heykelleriyle göz kamaştıran Jesuit Kilisesi  savaşlardan ve Sovyet döneminden sağ çıkan kiliselerden birkaçı. Doğu Avrupa'da görüp görebileceğiniz en dindar şehirlerden birindesiniz. Kiliseler genelde dolu ve farklı ritüellere denk gelmeniz olası. Lviv’de herhangi bir restoran, kafe tabelasını takip edip, umulmadık müzelere girebilirsiniz. Bazı avlular birkaç yapıyı birden içine alabiliyor. Restorana giriyoruz diye kaç kez müzede bulduk kendimizi anlatamam. Böyle yanlışlıklardan birinde, boyum kadar böceğe benzer bir yaratığın gözlerine bakarken,  hayatı sorgulamama sebep olan anlar yaşamama sebep oldu o tabelalar. 



 Rynok Meydanı’nda bulunan evlerin her birinin ayrı bir mimari akımı yansıttığından daha önce söz etmiştim. Kent bu yapılarla gurur duyuyor. Avrupa'da her yerde var diye aklınızdan geçiyor ama onların çoğu savaş sonrası rekonstrüksiyonu.  Dolayısıyla Lviv, orijinal yapılarını her vesileyle parlatıyor ve övünüyor. Düşünün kurabiyesini dahi yapıyorlar. Bu yapıların en şöhretlisi Black House, bölgenin sembolik yapılarından biri ve aynı zamanda bir müze. 1577'de İtalyan vergi tahsildarı Tomasso Alberti için inşa edilen yapı rustik cephesiyle oldukça zarif. Kumtaşından yapılan bina zamanla, malzemenin azizliğine uğramış ve kararmış. Ev de olmuş Kara Ev.  Şehrin sosyal tarihine ilişkin eşyaların ve belgelerin sergilendiği Kara Ev ya da Black House müze kimliğinden ziyade, 16. yüzyıldan bu yana yaşayan bir evi ziyaret etmek için heyecan vericiydi. Bunda alfabeden ötürü yazılı materyallere gayet Fransız kalmış olmamın da payı vardır muhakkak.   

Yeşillikler içinde Ukrayna’nın köy hayatını hissetmek için, merkeze  birkaç kilometre uzaklıkta olan Yerel Mimari ve Kırsal Yaşam Müzesi   ( Museum of Folk Architecture and Life) farklı bir seçenek.  Gölde yüzen ördekler, geleneksel köy evlerinin kopyaları ve Karpatlar’dan sökülüp getirilmiş gerçek mimarlık örnekleriyle şehre yakın ancak tümüyle şehirden bağımsız tabiatla iç içe bir ortam yaratılmış. Avrupa’nın en geniş açık hava müzelerinden biri olma özelliği taşıyan alan geleneksel Ukrayna müziğinin enstrümanlarına yakından bakmayı da olanaklı kılıyor. Şanslıysanız bir müzenin sorumlu müzikologu aracılığıyla bandura, trembita, santur, buhay gibi enstrümanların kullanma imkanına erişebilirsiniz. Müzikolog beyefendiyle birkaç gün geçirsek bizden gerçek bir orkestra kurabilirdi. Bir ara bayağı güzel bir ritim bile yakaladık. Yaşadığım en eğlenceli müze deneyimlerinden biriydi.  Lviv'de adını ilk defa duyduğum müzik aletlerinden birinin nasıl çalınacağını zorla öğreneceğim ve buna bayılacağım hiç aklıma gelmezdi tabi. 


Lviv açık hava pazarlarıyla gündelik hayata karışmak için enfes fırsatlar sunan bir şehir. Hiçbir neden yokken mor, pembe ve beyaz güllerden bir buket yaptırmak, ya da sadece papatyaların, ortancaların, yaşlı akordeoncunun ritmi eşliğinde yarattığı anın tadını çıkarmak için bile bir çiçek pazarına gidebilirsiniz. Yine bu pazarlarda yerel peynirlerin, Karpatlar’dan gelen çiçek kokulu balın lezzetine kapılıp, eve götürme isteği duyabilirsiniz. Hayat birden güzelleşir Lvivli olduğunuzu zannedebilirsiniz. Aynı zamanda açık hava pazarlarında 17. yüzyıl Flaman resimlerinden fırlamış kasaplar görüp, romantik düşlerinizi tarihsel bağlantılarla okuyabilirsiniz. Arada küçük şaşkınlıklar da yaşamasak seyahat etmenin ne anlamı kalır değil mi ama?

 



Lviv bütün zamanlar boyunca geçiş alanı  olması dolayısıyla farklı damak tatlarına hitap eden sentez bir mutfağa sahip. Kenti yemek fikrinde ayrıcalıklı kılan unsur her biri farklı temaları işleyen iç dekorasyonları. Nitelikli iç dekorasyonlarla farklı konseptlerin sahnelendiği restoranlar , borsch çorbası, vereniky, pampushky gibi Ukrayna kültürüne ait tatların yanında Macar ve İtalyan başta olmak üzere dünya mutfaklarından lezzetlere de menülerinde yer veriyor. Askeri bir mahzen görünümündeki restorana inerken parolayı bilmenin, bazen de eski bir Sovyet arabasının eşliğinde şehir manzarasına karşı yemek yemenin, nalivkanızı içerken kırbaçlanabilmeninmümkün olduğu yer Lviv.  


Arnavut kaldırımlı taşlarla döşenmiş caddeleri, şehir manzarasını aniden yararak geçen tramvayı, el yapımı çikolataları yapılırken seyredebileceğiniz çikolata fabrikası, dokunulmamış mimarisi ve durmaksızın çalan ezgisiyle  soğuk iklimin insanın içini ısıtan kenti Lviv. Her ayrılıkta üzerinizde çikolata kokusu, kulağınızda hoş bir seda bırakan bir şehir. Bakmayın arada beni romantik düşlerden uyandırdığına en sevdiklerimde hep listenin başındadır. Hep yeri ayrıdır.  


*Leopold Masoch'dan ilham alan Masoch Kafe. 




1 Kasım 2021 Pazartesi

Mizah Herkese Lazım: Rijksmuseum'dan Cadılar Bayramı Mesajı

 Cadılar Bayramı ya da ecnebi diyarlardan gelip dilimizi de tutmuş söylenişiyle #halloween2021 geldi çattı. Sanki heyecanla bekliyormuşum gibi giriş oldu ama şöhreti ulusları aşan, dünyayı sarmalayan büyük müzeler böyle günleri artık asla kaçırmıyor. Müzelerin dijital çağa kayıtsız kalamayacağını, değişen dünyaya, sanatın yorulmak nedir bilmeyen ve yenilikçi tavrına ayak uyduracağını uzun süre önce anlamıştık. Buraya kadar bir sorun yoktu, fakat sosyal medyanın cazibesine kapılıp bu kadar esprili olabileceklerini umar mıydınız? İşte bugünün anlam ve önemini bana yine koleksiyonuna bayıldığım, girince çıkmak istemediğim, içimden ama yüksek sesle keşke bir gün burada çalışsam dediğim müzeler hatırlattı. Elde ne kadar balkabaklı ve korkunç (lu ) eser varsa gün boyu paylaşımlar paylaşımları izledi. 



Louvre, Prado, Rijks , Viyana Sanat Tarihi Müzesi gibi namı yürümüş müzeler, kısa esprili metinler eşliğinde Cadılar Bayramı'na kayıtsızlığımı yüzüme vurdular. Ben de bugünün anısına Rijks'ın dijital müdahaleyle paylaştığı Helena van der Schalcke'nin portresini buraya taşımayı uygun buldum. Amsterdam'da Rijksmuseum 10 yıl kadar restorasyonda kaldı ki bu ayrı bir yazı konusu. Hollanda sanatının başyapıtlarıyla dolu olan ve müzecilik konusundaki deneyimlerine farklı ülkelerin de başvurduğu (bkz. Abdullah Gül dönemi Çankaya) müze şu günlerde sahadan uzak kaldığı günlerin acısını çıkarmaya çalışıyor. Başyapıtlarla dolu Avrupa müzeleri sosyal medya kullanımını oldukça ciddiye alıyor. Bu bağlamda ziyaretçilerin geri bildirimlerine önem veriyorlar. Louvre'daki fotoğraf çekme yasağını ve yasağın kaldırılmasını hatırlayın lütfen! Aynı ülkelerde yerel müzelerde daha muhafazakar bir yapı olduğunu da belirteyim. 

Yeniden Rijks'e dönecek olursak, müze ciddi bir takipçi krizi yaşıyor. Takipçi sayısı artsın istiyor. Öyle ki bir sürü etkinlik ve kampanya yapıyor. Hatta an geliyor Rembrandt'ın Gece Devriyesi isimli şaheserini halka açık restore ediyor. Müze eğitimlerine önem veriyor, ziyaretçiyi mümkün oldukça özgür bırakıyor. (🖤) Yine de beklediği ivmeyi yakalayamamış olacak ki Instagram'a ilan vermişlerdi. Bunun üzerine sayıları kontrol ettim de rakipler 10 milyona koşarken, Rijks 1 milyon bile değildi. Yahu insan Rembrandt'ın, Vermeer'in, Brueghel'in hatırına takip eder diye düşünmedim değil. Ben bile gönül koydum Rijks adına. İçinde bulunduğumuz çağda müze bile olsanız görünürlüğünüzü yönetmeniz, sosyal medyada yer edinmeniz gerekiyor. Zamanın ruhunun dayattığı, bir tür kaçınılmazlık. 



Rijksmuseum'un dertlerine binlerce km ötesinden değindiğime göre, beni bilgisayar başına oturtan Helena van der Schalcke'nin portresine geçiş yapabilirim. Cadılar Bayramı olmasaydı bu yetişkin görünümlü bebeği tarihin derinliklerinde unutabilirdik!  

Küçük Helena'nın kimliği kaynaklarda açık biçimde yer alıyor; Anvers'in varlıklı kumaş tüccarı Gerard van der Schalcke ve dönemin sosyetesinin tanınmış yüzü Joanna Bardoel'in kızı olan Helena 1646 tarihinde dünyaya geliyor. Tablo Flaman janr ressamı Gerard ter Borch'un imzasını taşıyor. Ressam manzaradan portreye kadar farklı alanlarda çalışıyordu. 1640'lardan itibaren tüccar sınıfın portrelerini yapmaya yöneldi. Flaman portreciliğine getirdiği en büyük yenilik, figürler üzerinde yarattığı anıtsal etkiydi. 

Ter Borch, Helena'nın tablosunu yaptığı sırada küçük kız 3 yaşını bile doldurmamıştı. Ama hasır sepeti ve zarif elbisesi içinde ilk bakışta yaşından oldukça büyükmüş gibi geliyor. Hele son derece kaliteli bir ipekten biçildiğini anladığımız elbisenin detayları bu durumu daha da vurguluyor. Dantelli geniş yakalık, elbisenin kollarından görünen sert gömlek ve boynundan neredeyse göbeğine kadar inen kalın altın zincir çocuğa neredeyse olgun bir kadın havası katar. Çocuğun kolunda oldukça sert formlu bir hasır çanta asılıdır. Omzundaki fiyonklar ve elindeki karanfil bu olgun stili biraz olsun kıran ve resme sıcak renklerle dokunan yegane unsurlar olarak öne çıkıyor. Karanfil, esasen dönemin sık rastlanılan detaylarından biri. Diriliş ve sonsuza dek yaşama umudunun yalın bir simgesi olan karanfil, Flaman portrelerinde yaygın biçimde görülür. Öte yandan dikkat edilirse Helena'nın sırtından inen uzun bir kuşak dikkat çeker. Bu kuşak portrenin sahibinin yaşını ele veren en belirgin öğe diyebiliriz. Helena'nın sırtından sarkan parça,  annelerin çocuklarını kontrol etmek ve yürürken dengelerinin bozulmasını önlemek üzere kullandığı bir yürüme dizgini. 

Görünen o ki sanatçı kumaşı ve aksesuarlardaki pahalı ayrıntıları özenle betimlemiştir. İpeğin dokunsallığını, karanfilin kırılganlığını, altının gücünü doğrudan hissederiz. Sahnede çocuğun geldiği sosyal sınıf ve ekonomik durum bütün hatlarıyla önümüze konmuştur. Koyu renk fon ve bakışı Helena dışına çekmeyecek her ayrıntıdan azade bir anlatım. Nötr arka plan Ter Borch'un portrelerinin genel karakteristiği aynı zamanda. 

Karşımızda genç bir kadın gibi giyinmiş bir çocuk durmakla beraber, bunun 17. yüzyıl Flaman bölgesinde sıradan olduğunu hatırlatmakta fayda var. Bu dönemde çocuk giysileri ile yetişkin giysilerini birbirinden ayıran bir anlayış henüz gelişmemiş. Yani Helena 20 yaşında da olsaydı muhtemelen bu elbisenin aynısını giyecekti. Erkek çocuklar için de durum farklı değildi. 

Helena'nın yetişkin gibi ele alınmış, bebek portresi Cadılar Bayramı konseptiyle örtüşünce muzip müze yetkilileri esere biraz müdahalede bulunmuş. Malumualiniz nice oyuncak bebek korku filmi senaryolarında seri katildir. Bu meyanda kızıl saçlı, mavi tulumlu katil bebek Chucky'i anımsatmak boynumun borcudur.  Minik bedeninde ipekli kumaşın ağırlığını sürükleyen Helena'ya kara kanatlar eklenmiş, yırtık ağızlı ve karanlık gözlü bir makyaj yapılmış; elindeki hasır balkabağının korkutucu haline bürünmüş ve sonsuz yaşam umudunu taşıyan eline hayatın geçiciliğine gönderme yapan bir kurukafa eklenmiş. Ter Borch'un koyu fonundan fırlayan yeni Helena da harikulade bir karanlıklar prensesine dönüşmüş. Küçük Helena portrenin bu halini daha çok sevebilirdi gibi geliyor bana. O zaman kara kanatlı Helena portresiyle böööö! Hayatta bütün korkunçluklar böyle olsa keşke...

Veda Busesi

Velhasıl gelişmiş mizah anlayışı herkese lazım. Hatta müzelere de! Victoria devrinin göçmenlere görgü kuralları aşıladığı müze anlayışı çoktan değişti. En azından dünyanın güzide müzelerinde durum bu. Bizim daha yolumuz var. Bakalım müzelerimiz  (özel, devlet vs.) daha ne kadar tebessümden uzak, bakanlar kurulu ciddiyetinde paylaşımlara ve uygulamalara devam edecek? Hep birlikte göreceğiz.  Biliyorsunuz Efesli filozof Herakleitos "Değişmeyen tek şey değişimin kendisidir." derken haklıydı...


  

28 Ekim 2021 Perşembe

Mamut Art Project 2021 İçin Son Günler!

 2013 yılından bu yana sanat piyasasına giren genç yetenekleri destekleyen Mamut Art Project'in 2021 edisyonu Yapı Kredi Bomontiada'da başladı. Bu yıl  seçici kurul tarafından 43 sanatçı ve yaklaşık 300 eser belirlendi. 2021 edisyonunun genç yetenekleri arasında kız kardeşim Pınar Bora'nın bulunması organizasyonu benim için daha heyecanlı ve özel hale getirdi. Gözümün önünde yeşeren, her aşamasına şahit olduğum işin izleyiciyle buluştuğunu görmek müthiş bir duygu. İnsan herkes görsün istiyor!



Bomontiada'nın üç ayrı birimine yayılan sergi Ekim ayı sonuna kadar ziyarete açık. Dilerseniz çevrimiçi platformda da sergiyi izleyebilirsiniz. Sanatsal üretimi  yeni isimler bağlamında teşvik eden ve sanatçıyla izleyici arasında doğrudan bir ilişki yaratan organizasyonun seçici jürisi her yıl farklı isimlerden oluşuyor. 2021 edisyonunda Pilot Galeri direktörü Azra Tüzünoğlu, İstanbul Bilgi Üniversitesi Mimarlık Fakültesi Endüstri Ürünleri Tasarımı ve İç Mimarlık Bölüm Başkanı Can Altay, küratör, sanat tarihçisi Necmi Sönmez; sanatçı Hale Tenger ve sanat danışmanı Melis Terzioğlu jüri olarak görev aldı. 

Sergide en dikkat çeken durum gençlerin malzeme ve teknik kullanımında son derece cesur olması. Bu da piyasa koşullarının dayatmalarının dışında bir sergide olduğunuzu hemen hissettiriyor. Öte yandan malzeme ve teknikteki zenginlik ifade biçimini de aynı ölçüde etkiliyor. Kanıksadığımız temsillerin bile kabuğunu kıran çalışmalarla yüz yüze geliyorsunuz. Estetik bakış açımızın pandemiyle evlere kapanan dünyasının derin bir nefes aldığı projenin sürprizlerinden biri "Dreamscapes" başlığı altında sergilenen illüstürasyon sanatçılarının hayali konser afişleri. Yaratıcı fikirleri buluşturan HOOD Base imzası taşıyan Dreamscapes müziğin birleştirici gücünü ve enerjisini yansıtan harika bir seçki. 

43 sanatçının işlerinden ve Dreamscapes'in müzikal ruhundan küçük seçki yaptım. Unutmayın sergi 31 Ekim 2021'e kadar Yapı Kredi Bomontiada'da!



Pınar Bora'nın 20. yüzyılın ikonik olaylarına ve karakterlerine ilişkin çalışması "Bir Hayalim Var" adını taşıyor. Tanıdık yüzler ve olayların fotoğrafları plastik ve metal alaşım yüzeyler üzerine sanatçı tarafından aktarılmış ve ısıyla şekillendirilmiş. Toplumsal bellekte belli imajlar temsil eden ve yerleşik kalıplara oturtulan karakterler çalışmanın ana öğesini oluşturuyor. İki kez Pakistan başbakanı olarak görev yapan ve hayatını bir suikast sonucu kaybeden Benazir Butto, kendi hayat hikayesini kurgulayarak sanat dünyasında iz bırakan Joseph Beuys, yaşamı da ölümü kadar trajik olan Lady Diana, ilk Türk kadın arkeolog Halet Çambel, sosyalist öpücüğün en görkemli hali Leonid Brejnev ve Erich Honecker , ayrımcılığa karşı hayatını ortaya koyan ve "Bir Hayalim Var" adına ilham veren Martin Luther King çalışmada karşımıza çıkan isimlerden yalnızca birkaçı. 20. yüzyıla damgasını vuran önemli kimliklerin eriyen ve değişime açık malzemeyle dönüşmesi, kimliğin gerçek dünyadaki dönüşümü bağlamında sorgulamaya açıyor. 



Bakışları üzerinizde hissediyor musunuz? Deniz Satır Hartikainen, farklı boyutlarda ve yün-akrilik karışımı bir dokuma ile sunduğu işini "Ommetabhobia" olarak isimlendirmiş. Göze temas korkusu yahut göz korkusu olarak açıklanabilecek Ommetabhobia'da sanatçı kendi fobisiyle yüzleşirken, izleyiciyi de sürekli izlenme rahatsızlığıyla yüz yüze getiriyor. 



"Canavar Çağıran Bayraklar" Ahmet Özcan imzasını taşıyor. Mehmet Siyah Kalem ve Hieronymus Bosch gibi hayatı hakkında sınırlı bilgiye sahip olduğumuz isimlerinin karanlık sahnelerinden esinlenen Özcan kendi özgün canavarlarını yaratmış. Canavar, söylenişi ve yüklenişi itibariyle bizi dehşete düşürse de genç sanatçının işindekiler pek bildiğimiz kalıplara uymuyor. Hacim kazandırılmış kağıtlar, kumaş ve elyaf gibi malzemenin kullanıldığı çalışmada canavarlar hiç de korkunç değil. Dört parmaklarıyla hayatımıza karışmaya ve alışılagelmiş bir takım unsurlara karşı gelmeye hazırlar. 













43 sanatçı ve 300'e yakın eser, söylemesi kolay ama tek tek anlatması kolay değil! Hazır sergi devam ediyorken Bomontiada'nın İstanbul'un içinde olup, İstanbul'dan izole hissettiren atmosferine karışmalı, genç sanatçıların ufkuna yelken açıp, evlerde hapsolan ruhlarımızı havalandırmalı...

12 Ekim 2021 Salı

Her Zaman Şaşırtıcı: Kapadokya

 

Gökyüzü ve peribacalarına gönüllü hapsolmuş bir yolculuktur Kapadokya.  Fantastik bir düşün izinde, mucizevi bir coğrafyayı keşfe çıkmak. Anadolu’nun ortasında bir gizemler atlasını karıştırmak.


Kapadokya’nın hikayesi bilinen zamanın çok ötesinde başlar.  Önce Anadolu’nun tam kalbinde Hasan Dağı, Güllüdağ ve Erciyes’in volkanlarıyla yeryüzü kavrulur.  Ardından bu volkanik birikintiler, yağmur ve rüzgarın olanca gücüyle milyonlarca yıl kıvrıla büküle şekilden şekle girer. Böylece coğrafi biçimlerin en fantastik hali olan peribacalarıyla donanır yeryüzü.  Doğanın bitmek tükenmek bilmez bir sabırla şekil verdiği bu benzersiz dünya gün gelir insanlara mesken olur. Tarihi serüveninde Hititler’i, Asurlar’ı, Frigler’i ağırlar bu topraklar. Takvim değişip Hıristiyanlık ortaya çıktığında Kapadokya, inanları saklayan bir sığnağa dönüşür. Hayat akıp giderken peribacalarıyla süslü vadilerin mavi gezegenimizde bir eşinin daha olmadığı ortaya çıkar.


Milyonlarca peri bacası, gizemli yer altı şehirleri, kayaya oyulmuş evleri ve kiliseleriyle fantastik bir seyrüsefer sunan Kapadokya, çağımızda gezgin ruhların keşif tutkusuna yön veren bir rota. Vakti zamanında İtalyan sinemasının dahi çocuğu Pier Paolo Passolini’nin efsaneler çağından kalan bir öyküyü anlattığı Medea’yı çekmek için “yeryüzündeki en mitolojik yer” olarak tanımladığı Göreme’ye gelmiş. Gerçekten de Göreme Açık Hava Müzesi bölgedeki büyüleyici atmosferi yaşamak için en doğru yer. Göreme Açık Hava Müzesi Hıristiyan mimarisinin sıra dışı örnekleri olarak 25’ten fazla kayaya oyulmuş kiliseyi saklıyor koynunda. İnsan emeğinin doğayla bütünleşmesinin ortaya çıkardığı mimari eserlerdeki ahengi izlemek paha biçilemez.  Tokalı Kilise, Yılanlı Kilise ve Karanlık Kilise mutlaka Göreme’de mutlaka görülecekler listesinin zirvesini oluşturuyor.

Tabiatın sihrinin tılsımlı bir ülke yarattığı coğrafyanın en yüksek notası 1350 metreye varan yüksekliğiyle Uçhisar Kalesi. Uçhisar bildiğimiz, aklımıza gelen kalelerden tamamen farklı. Devasa bir kayanın insan gücüyle oyulmasıyla meydana getirilmiş bir mekan. Aslında kaleden ziyade korku filmlerindeki şatolara benzeyen Uçhisar’ın zirvesine tırmanmak gerek. Yukarı çıkmak birazcık yorucu bir aktivite buna kendinizi hazırlayın. Fakat bir kere zirveye ulaştınız mı Nevşehir’den Hasan Dağı’na uzanan peribacası ormanı bütün yorgunluğa değiyor.

Paşabağ’dan Zelve’ye

Mantar formlu peribacalarıyla Paşabağ Vadisi bölgenin rüya gibi adreslerinden biri.  Halk arasında Rahipler Vadisi olarak da adlandırılan vadideki peribacaları asırlar evvel dünyevi hayattan uzaklaşmak isteyen keşişlerin yuvası olmuş. Paşabağ münzevi yaşamın izlerine dokunup, tozuna bulanacağınız, tabiatın sunduğu cömert güzelliklerle aklınızda hep güzel kalacak bir yer.  Paşabağ Vadisi’nin yakınlarındaki Zelve Vadisi, Kapadokya’nın en eski yerleşim alanlarından biri olarak öne çıkıyor.  Zelve Örenyeri üç vadinin birleşiminden oluşuyor ve peribacalarının en yoğun olduğu alan olmasıyla da son derece çarpıcı bir deneyim yaşatıyor. Engebeler, tüneller, kiliseler, manastırlar ve sonsuz gibi görünen peribacalarıyla Zelve’de yeryüzü kendi anlatısına hayat veriyor.

Zelve’nin muhteşem görsel şöleninin ardından binlerce yıldır çömlekçiliğin ve seramikçiliğin merkezi olan Avanos’a uğramak, bir geleneğin günümüzdeki temsilcileriyle tanışmak gerekir. Avanos’ta birçok büyük seramik atölyesi halen üretime devam ediyor. Kilden seramiğin yapım aşamalarını inceleyebileceğiniz bu atölyelerde, dilerseniz seramik yapımına katılabilirsiniz de.  Tamamen elde yapılmış seramikler satın alabileceğiniz Avanos bir yer altı müzesine de ev sahipliği yapıyor. Yerin 20 metre altına, yakın zaman önce inşa edilmiş Güray Müze, Anadolu ‘da seramiğin serüvenini sıra dışı bir müze yapısı altında izleyicisiyle buluşturuyor.  Avanos’un diğer güzelliği Devrent Vadisi.  Bölgedeki her vadi ayrı kayaç türleri içeriyor. Rüzgarı alış biçimleri de değişik olunca ortaya birbirine benzemez peribacalarına sahip vadiler çıkıyor. Devrent Vadisi farklı formlardaki peribacaları açısından çok zengin.  Bu bölgede deveye benzetildiği için vadinin kendisinden daha şöhretli olan bir peri bacası bile var.







Yerin Sekiz Kat Altı

Bütün zamanların gözdesi olmak, uygarlıklara ev sahipliği yapmak Kapadokya’nın yazgısını değiştirdiği gibi imarını da değiştirmiş. Uzun yıllara yayılan yağmalara, saldırılara göğüs germekten bunalan insanlar yerin üstü gibi altına da yaşam alanları inşa etmişler.  Tahminlere göre kentin altında onlarca yeraltı şehri var.  Kayalara oyulmuş bu saklı şehirlerden Derinkuyu gerçek bir cazibe merkezi. 8 katlı olarak tasarlanmış olan Derinkuyu, kiliseler, mahzenler, yemekhaneler ve mezar odalarıyla mimari bir dehanın ürünü olarak kabul ediliyor. Yeraltının gizli meskenlerinden bir diğeri Kaymaklı. İnsanoğlunun var olma çabasını görünür kılan Kaymaklı Yeraltı şehrinin tarihi M.Ö. 3000’lere kadar gidiyor. Günümüzde dört katı ziyarete açık olan Kaymaklı, Kapadokya’nın gizli dünyasının en özgün parçalarından biri.  

Kelimenin gerçek anlamıyla dünyanın altını üstüne getirmiş bir coğrafyada pusulamız Ihlara Vadisi’ni gösteriyor. Yol üzerindeki tabelalar Narlıkuyu Krater Gölü’nü işaret edecek. Tabelalara uyup gölde minik bir mola harika bir seçenek olabilir. Ihlara Vadisi Melendiz Çayı’nın hayat verdiği adeta bir vaha. Kayalara oyulmuş kiliseleri, yemyeşil ağaçları, derinlerden gelen kuş cıvıltılarıyla Ihlara zaman kavramını yok eden bir sihir gibi. 


Üç Güzeller

Bütün bu bölgenin kesişme noktası olan üzüm ve toprak kokusuyla insanı mest eden Ürgüp. Bölgenin simgesi haline gelmiş, Üç Güzeller adı verilen peribacaları tam ilçenin girişinde sizi karşılıyor. Mustafapaşa ya da eski adıyla Sinasos, kentin çok kültürlü geçmişinin izlerini taşıyan tarihi mahalle de Ürgüp’ün hemen yanı başında yer alıyor. Eski Rum evlerinin yarattığı muazzam dokunun hala korunduğu Mustafapaşa’nın sokaklarında zaman durmuş gibi. Zengin taş işçiliğiyle yükselen duvarlar, rengi solsa da hala varlığını sürdüren duvar resimleriyle sokaklar anılarla yüklü sandıkları anımsatıyor.

Ürgüp’te konumu sebebiyle Kapadokya bölgesinde konaklama için ideal bir merkez. Burada konaklama açısından farklı seçenekler bulmak olası. Kayaya oyulmuş dünyaca ünlü otellerden, küçük pansiyonlara kadar birçok alternatif mevcut. Eğer Ürgüp’de tatlı cumartesiye kavuşmuşsak köylü pazarını gezmek, yöresel lezzetlerin kaynağına erişmek şart. Üzüm suyu ve undan yapılan köftür, kabak çekirdeği, dalında kurutulan üzüm, pekmez ve pestil gibi üzüm mamulleri bölgenin kendine has damak zevkini yansıtan ürünler olarak tezgahların baş tacı. Yörenin klasikleşmiş ve kesinlikle tadılması gereken yemeği ise testi kebabı. Ürgüp çevresinde neredeyse bütün restoranlarda yapılan testi kebabını denemeden Kapadokya’dan dönmeyin.



Uçmak Güzeldir

Kapadokya’da mutlaka yolunuz Güvercinlik Vadisi’ne düşer. Hele bir de gün batımına denk gelmişseniz nazar boncukları asılmış ağaçların arasından özgürce süzülen balonları izleyebilirsiniz. Peri bacalarının rengarenk balonların içinden nasıl göründüğünü merak ederseniz ertesi sabah erken uyanmaya kendinizi hazırlayın. Sabah mahmurluğunda denizin olmadığı bir coğrafyada güneşin peribacalarıyla kucaklaşmasının yarattığı mucizeye tanıklık edeceksiniz. Uçmak güzeldir. Hele söz konusu olan periler diyarında uçmaksa daha da güzeldir.







*AnadoluJet'in  uçak içi yayımı, AnadoluJet Magazine'in Kasım 2017 sayısı için kaleme aldığım Kapadokya temalı yazı.