İstanbul'un karla kaplı olduğu bembeyaz bir gecenin sonlarına doğru, Sabiha Gökçen Havaalanı'ndayım. Kulaklarımda "Her yerde kar var/ Kalbim serin bu gece..." çalıp duruyor. Atmosfer romantik, İstanbul bugün kar tatili nedeniyle şiddetle kapalı. Kar içimde aksiyon filmlerinde aniden etrafı saran buz tabakası gibi yayılıyor. Her iptal olan uçuş anonsuyla içim daha da buz tutuyor. Elimdeki sabah kahvesine bedenimden dalga dalga taşan vesveseler karışıyor, karışıyor, karışıyor...Ümitlerimin suya düşmesi an meselesiyken tam saatinde uçuş çağrısı yapılıyor. Tipi altında özçekimleri, toplu fotoğraflara devşiren yolcularla uçağa doluşuyoruz...
Borajet Magazine için Antakya'yı keşfetmek gibi keyifli bir işi üstlenmiş durumdayım. Yıllar önce uzun sayılabilecek bir Suriye seyahati dönüşünde alelacele sokaklarında dolaştığım bu kenti şimdi boydan boya katedeceğim...
Borajet Magazine için Antakya'yı keşfetmek gibi keyifli bir işi üstlenmiş durumdayım. Yıllar önce uzun sayılabilecek bir Suriye seyahati dönüşünde alelacele sokaklarında dolaştığım bu kenti şimdi boydan boya katedeceğim...
Antakya Türk Katolik Kilisesi
Hava inatla muhalefet ettiğinden yolculuk beklediğimden uzun sürüyor. Kar kokan İstanbul'u bırakıp güneşin göz kamaştırdığı Hatay Havaalanı'na iniyorum. Alanda beni doğma büyüme Antakyalı olup, seyahatim süresince bana eşlik edecek olan Mehmet Bey karşılıyor. Kendisinden bir gece önce feci bir yağmurla şehrin bazı bölgelerini sel bastığını öğreniyorum. Yıllar önce bu şehre ayak bastığımda yine yoğun bir yağmurla Asi taşmış, şehri sel almıştı. Bunu kaderin bir cilvesi olarak kabullenip, otele falan yerleşmeden, şehrin dokusuna bırakıyorum kendimi.
Antakya Protestan Kilisesi
Protestan Kilisesi beklenebileceği gibi sade bir mimari anlayışı yansıtıyor inanç gereği.
Mezopotamya'yı Akdeniz'e kavuşturan limanları, coğrafi konumu, Asi'nin beslediği verimli topraklarıyla tarih boyunca hep gözde bir bölge olmuş Antakya. Şehrin tarihi de neredeyse insanlık tarihiyle başlıyor. Ben kentin kadim yüzyıllarında kendimi kaybetmeden önce yaşamın ritmine karışmak peşindeyim... Ama o pek öyle kolay değil! Medeniyetler Şehri demişler buraya, anlatacak çok şeyi olan bilge bir kraliçenin karşısındayım. Bir şekilde kendimi Protestan Kilisesi'nin önünde ve sonra da içinde buluyorum. Bu şehirde hangi kitaba inanırsanız inanın, bütün tapınaklara zile basıp girebilmek gibi bir özgürlüğünüz mevcut. Tıpkı sloganı gibi bir yer burası: Barış, kardeşlik ve hoşgörü kenti.
Saray Caddesi şehrin hareketli noktalarından biri
Habib-i Neccar Camii avlusu...
Şehri keşfetme azmim beni Doğu yakasına doğru sürüklüyor.
Anadolu'nun en eski camisi olarak bilinen Habib-i Neccar Camii'nin önünde duruyorum. Daha önceden aceleyle önünden geçtiğim bu efsanevi yapıya şimdi doya doya yakından bakabilirim. Habib-i Neccar Camii hem Hıristiyanlar hem de Müslümanlar için kutsal bir mekan.
Anlatıya göre, bir zamanlar Antakya'da işinin ehli bir neccar (marangoz) yaşardı. Bu neccar kazancı çok olmasa da muhtaçlara, hastalara, yoksullara her daim yardım etmekten geri durmazdı. Gel zaman git zaman neccarın oğlu amansız bir hastalığa tutuldu. Neccar oğlunu da alıp Silpius Dağı'nda (Habib-i Neccar Dağı) inzivaya çekildi. Tam bu sıralarda İsa'nın havarilerinden Yuhanna ve Pavlus, peygamberin emriyle Antakya yoluna düştü. Dağı aşacakları sıra neccarla karşılaştılar. Kendilerini tanıtsalar da neccar onların İsa'nın takipçisi olan kutsal kişiler olduğuna bir türlü inanmadı. Yuhanna ve Pavlus'da neccarın oğlu için tanrıdan şifa diledi ve çocuk hastalıktan kurtuldu. Neccar kendisine gösterilen bu mucizeyle havarilere inandı ve getirdikleri dine de iman etti.
Yuhanna ve Pavlus Antakya'ya indi ve İsa'nın öğretisini yaymaya koyuldu. Ne var ki şehirde her şeye hükmeden tek tanrı fikrini izah etmek kolay değildi. Ama şifa dağıttıkları hakkındaki söylenti aldı yürüdü. Şehrin valisi havarileri şarlatanlıkla suçlayıp hapsetti. İsa, uzun süre Yuhanna ve Pavlus'tan haber alamayınca Barnabas'ı da Antakya'ya yolladı. Barnabas, Yuhanna ve Pavlus'u bir şekilde zindandan kurtarmayı başardı. Havariler yeni inancı anlatmayı sürdürdüler; bir taraftan da şifa dağıtmaya devam ediyorlardı. Kısa sürede Yuhanna ve Pavlus'un büyücü olduğuna dair dedikodular çıktı. Büyücülük büyük bir suçtu ve bu suçu işleyenler ortadan kaldırılmalıydı. Halk büyücüleri öldürmek üzere planlar yapmaya başladı.
Haberi duyan Habib-i Neccar bu kutsal kişilere bir zarar gelmesin diye Antakya'ya geldi ama halk onun sözüne kulak asmadı. Tam aksine daha büyük bir öfkeye kapıldılar.
İsa'nın takipçileri ve Habib-i Neccar şehit edildi...
Gel zaman git zaman dünya değişti, insanlar değişti, tanrılar değişti ve takvimler 636 yılını gösterdiğinde Antakya İslam diniyle tanıştı. İşte tam bu dönemde şehrin ilk Hıristiyan şehitlerinin mezarları bulundu ve kendilerine bir türbe, yanına da cami yaptırıldı...
Yüzlerce yılda Yuhanna, Pavlus ve Habib-i Neccar içerikli birçok efsane dilden dile aktarıldı. Yukarıda okuduğunuz da onlardan yalnızca biri. Günümüzde Habib-i Neccar'ın ve havarilerin yattığına inanılan türbe her yıl yüz binlerce ziyaretçiyi ağırlıyor.
Habib-i Neccar Camii tarihsel serüveninde şehrin el değiştirmesiyle kilise olarak da kullanılmış. Sonra yeniden cami olmuş. Değişik zamanlarda doğal afetlere göğüs germek zorunda kalmış. Günümüzdeki görünümünü daha çok 19. yüzyılda Osmanlı hakimiyetindeyken kazanmış.
Esasen Habib-i Neccar Camii tek başına bile Antakya'nın ruhunu yansıtan bir yapı. Anadolu'nun bu ilk camisi, bir Hıristiyan'ın adını taşıyor. Habib-i Neccar'ın ve havarilerin türbelerine her iki dine gönül vermiş insanlar girip dua ediyor. Ben de böyle bir anı yaşamak için türbeye iniyorum. Biraz mesleki meraklar, biraz atmosfer; Habib-i Neccar camii tam yüreğime dokunuyor. Bu cami, bu şehir, bu gök kubbe, içim içime sığmıyor, şehrin nefesini hissetmeye başlıyorum...
Sokaklar...
Eski Antakya sokakları...
Habib-i Neccar'ın uhrevi havasına kapılsam da yoluma devam ediyorum. Eski Antakya sokakları, hani şu belgesellerde gördüğümüz, fotoğrafçıların akın akın geldiği daracık sokakların olduğu bölge şehrin Doğu yakasında kalıyor. Bir vakitler buralar varlıklı insanların yaşadığı şen bir mahalleymiş. Şimdilerde sit alanı ilan edildiğinden daha çok dar gelirli ailelere mesken olan, biraz hüzünlü bir mahalleye dönüşmüş. Bu sokaklarda yürümeyi tarif edemiyorum. Yıllar önce geldiğimde de aynı hissi yaşamıştım. Duvarlarda #şiirsokakta etiketinin hakkını veren dizeler, sıvası dökülmüş duvarlar, seyyar satıcılar, sokaklarda koşturan rengarenk giyinmiş çocuklar, itiverseniz hemen aralanacak kapılarla yüklü sokaklardan geçiyorum. Bu mahallenin bir ucunda Türk Katolik Kilisesi yer alıyor. Çıkmaz bir sokağın, çabuk gölgelenen kuytusunda bir kilise. Hatta tabelası olmasa pekala mahallenin şanına yakışır bir ev havasına sahip.
Türk Katolik Kilisesi
Antakya Türk Katolik Kilisesi'nin çan kulesi.
Antakya'ya gelip burada fotoğraf çekmeyeni çok ayıplıyorlar desem yeri.
Minare ve çan kulesi aynı karede...
Türk Katolik Kilisesi'nin o mütevazı kapısını geçip, minik bir tünele ulaşıyorsunuz. Birkaç saniye sonra içinde bulunduğunuz bahçenin güzelliğine vuruluyorsunuz. Bir ilizyon. Kutsal Kitap'ta bahsi geçen o ünlü cennet bahçesindeyiz. En azından bir kilise bahçesi olarak gayet kutsal bir yerdeyiz! Bahçe, dallarından taşan portakal yüklü ağaçların gölgeleriyle kış güneşine direniyor. Işık ve gölge bir Monet tablosunun içine düşmüş gibi titreşiyor...
Bir önceki Antakya seyahatimde kısacık bir an için uğramıştım buraya. Burnumda portakal kokusu bir de üst terasta miniminnacık çan kulesinin yanında çekilmiş bir fotoğraf kalmıştı bana yadigar. Demem o ki birazcık bildiğim bir mekandayım. Bahçenin tadını doyasıya çıkarıp üst tarafa yöneliyorum. O bildik çan kulesi ve Habib-i Neccar minareli klişe fotoğraf, evet! Ve fakat yine güneşin esiriyim, yine beklenen performansı gösteremiyorum! Ama bu bahçe, bu kent öyle büyüleyici ki bu karenin eksik kalmasını sorun etmiyorum...
Ayin saati olmadığından asıl ibadet mekanına da girme fırsatım oluyor. Birkaç evin birleştirilmesiyle meydana getirilen bu minyatür manastırda ibadet mekanı oldukça küçük. Doğu kilisesi özellikleri gösteren bu kilisecik Aziz Pavlus ve Petrus'a adanmış.
Türk Katolik Kilisesi
Akreple yelkovan fütursuzca birbirini kovalarken Türk Katolik Kilisesi'nden ayrılık vakti gelip çatıyor. Çok uzaklaşmadan Antakya Sinagogu'nun kapısını çalıyorum. Beni Antakya Musevi cemaatinin tanınmış yüzü Harun Bey karşılıyor. Küçük bir sinagog Antakya'nınki. Zamanında Antakya'da Musevi yerleşimi oldukça fazlayken bir kısmı İsrail'e, bir kısmı büyük şehirlere, hatırı sayılır bir bölümü de denizaşırı ülkelere göç etmiş. Cemaatten geriye küçük bir grup kalmış. Haron Bey'le oturup eski Antakya'dan, Musevilik'ten ve Haron Bey'in ilginç yaşamından söz ediyoruz. Türkiye'de Musevi olmanın tarihsel serüvenini birinci ağızdan dinliyorum, üstelik bir sinagogun içinde!
Sinagogun Teva'sı
Teva sinagoglarda dua okunan kürsüye verilen isim.
Tam Teva'nın baktığı noktada da Tevrat metinlerinin olduğu kısım bulunuyor.
Antakya Sinagogu'nun ceylan derisi kutsal metinleri...
El yazması olarak hazırlanmış metinler ,yaklaşık 300 yıllık ve Tevrat'ın tamamını içeriyor.
Musevi cemaatinin Antakya'daki mevcudiyeti neredeyse yirmi beş asırlık bir zaman dilimini kapsıyor. Şehrin Doğu yakasındaki o daracık eski sokaklarda Antakyalı Yahudiler yaşarmış. Mahallenin şimdiki adının Zengin Mahallesi olması bir tesadüf değil yani, bir zamanlar gerçekten öyleymiş.
Kış ayazında içimi ısıtan uzun bir sohbetin ardından Haron Bey'le vedalaşıyorum. Gülümseyen yüzü aklımın bir köşesinde kalıyor... Yeniden Antakya sokaklarına atıyorum kendimi...
Antakya'da eski sokakların girişinde küçücük dükkanlar yer alıyor. Herhangi bir şey için içeri girerseniz sizi ev yapımı mis gibi nane likörüyle ağırlıyorlar. Bir taraftan muhabbet, bir taraftan alışveriş, bir taraftan nane likörü...
Bu dükkanların popüler ürünleri ipekli kumaştan yerel giysiler, mozaik panolar, küçük biblolar olarak sıralansa da benim favorim serpantin denilen artık Hatay'la özdeşleşmiş bir tür doğal taştan yapılan bibloları. Bu biblolar üzerinde şehrin geçmişini yansıtan sahneler ağırlıkta. Müzede gördüğünüz herhangi bir heykelin, küçük versiyonuna bir vitrinde rastlamanız an meselesi. Ayrıca şehrin çok kültürlü, barışçıl yaşantısı da bu simsiyah taşta hayat bulan konuların başında geliyor. Şehir merkezinde kime sorsanız bilinen noktalardan Kurtuluş Caddesi üzerindeki Bostancı El Sanatları ve Mozaik'te Mehmet ustanın elinden çıkma harika serpantin biblolara sahip olabilirsiniz.
Bostancı El Sanatları ve Mozaik'ten Mehmet ustanın vitrininden bir kuple.
Antakya Ortodoks Kilisesi
Kurtuluş Caddesi'nde bu sevimli dükkancıklarda vakit geçirmeye doyamasam da yavaş yavaş yeniden Saray Caddesi yoluna giriyorum. Bu sefer haritamda Antakya Ortodoks Kilisesi görünüyor. Antakya Ortodoks Kilisesi'ni açıkken bir türlü yakalayamıyorum ama Antakya Ortodoks Kilisesi manzarasına hakim enfes Antakya yemekleri yapan bir mekan keşfediyorum: Leban Restoran.
Leban Restoran şehrin tam kalbinde, Ortodoks Kilisesi tam bitişiğinde, içli köfteler, humuslar, Leban dürümler tam Antakya lezzetinde. Mekanın işletmecilerinden Doğan Bey'le tanışıyorum, kendisi büyük bir konukseverlikle beni karşılıyor. Doğan Bey bana Leban, Antakya ve Antakya mutfağıyla ilgili tüyolar veriyor.
Kendisinden bazı akşamlar fasıl heyeti olduğunu da öğrenince; Antakya'daki ilk akşamımı Leban'ın güzel sofralarından birine kurulup, Ortodoks Kilisesi'nin huzurlu görüntüsü eşliğinde geçirmem kaçınılmaz oluyor.
Leban'ın mutfağından içli köfteler ve Leban dürüm.
Leban'dan mezeler: Ali nazik, humus ve cacık.
Cevizli biber, en sevdiklerimden
Antakya'da güzel insanlar tanıyıp, yeni yerler keşfettiğim ve yerel tatlara doyamadığım bir günün ardından Asi Nehri'ne bakan otel odama gitme vaktim geliyor. Kent merkezindeki Büyük Antakya Oteli'nde kalıyorum. Burası aynı zamanda Hatay'ın en eski otellerinden biri. Birçok yere yürüme mesafesinde ve Antakya seyahati için oldukça tercih edilebilir bir alternatif olduğunu da söylemek gerek. Antakya'da her bütçeye uygun konaklama seçenekleri bulmanız olası. Bütün yazı boyunca anlattığım her yere çok yakın mesafede bulunan Çankaya Konakları da bunlardan biri. Kurtuluş Caddesi üzerindeki Çankaya Konakları, Antakya'nın tarih kokan binalarından birinin restore edilmesiyle yeniden hayat bulmuş bir yapı. Nostaljik çizgiler taşıyan dekorasyonu ve ideal lokasyonuyla Çankaya Konakları, gezginleri mutlu edebilecek seçeneklerden biri.
Çankaya Konakları Butik Otel
Çankaya Konakları Butik Otel
Yazının son fotoğrafı Borajet Magazine yazdığım Hatay yazısından...
Veda Busesi
Eğer bir seyahat yazısı yazmaya niyetlenmişseniz ve söz konusu şehir Antakya'ysa anlat anlat bitiremeyebilirsiniz. İşte bu yazı da bu sebepten şimdilik noktalanmak zorunda. Tabi ki Antakya böyle tek bir yazıyla kalamaz, kalmayacak. Devam yazılarında müzeleri, kutsal mekanları, sokakları, çarşıları, restoranları, otelleri, yeni tatları seyahat severlerle paylaşmayı sürdüreceğim. Daha Antakya'ya kar yağacak, künefeler tadılacak, süvari kahvelerle sohbetler yapılacak...
Antakya Protestan Kilisesi
Protestan Kilisesi beklenebileceği gibi sade bir mimari anlayışı yansıtıyor inanç gereği.
Mezopotamya'yı Akdeniz'e kavuşturan limanları, coğrafi konumu, Asi'nin beslediği verimli topraklarıyla tarih boyunca hep gözde bir bölge olmuş Antakya. Şehrin tarihi de neredeyse insanlık tarihiyle başlıyor. Ben kentin kadim yüzyıllarında kendimi kaybetmeden önce yaşamın ritmine karışmak peşindeyim... Ama o pek öyle kolay değil! Medeniyetler Şehri demişler buraya, anlatacak çok şeyi olan bilge bir kraliçenin karşısındayım. Bir şekilde kendimi Protestan Kilisesi'nin önünde ve sonra da içinde buluyorum. Bu şehirde hangi kitaba inanırsanız inanın, bütün tapınaklara zile basıp girebilmek gibi bir özgürlüğünüz mevcut. Tıpkı sloganı gibi bir yer burası: Barış, kardeşlik ve hoşgörü kenti.
Saray Caddesi şehrin hareketli noktalarından biri
Habib-i Neccar Camii avlusu...
Şehri keşfetme azmim beni Doğu yakasına doğru sürüklüyor.
Anadolu'nun en eski camisi olarak bilinen Habib-i Neccar Camii'nin önünde duruyorum. Daha önceden aceleyle önünden geçtiğim bu efsanevi yapıya şimdi doya doya yakından bakabilirim. Habib-i Neccar Camii hem Hıristiyanlar hem de Müslümanlar için kutsal bir mekan.
Anlatıya göre, bir zamanlar Antakya'da işinin ehli bir neccar (marangoz) yaşardı. Bu neccar kazancı çok olmasa da muhtaçlara, hastalara, yoksullara her daim yardım etmekten geri durmazdı. Gel zaman git zaman neccarın oğlu amansız bir hastalığa tutuldu. Neccar oğlunu da alıp Silpius Dağı'nda (Habib-i Neccar Dağı) inzivaya çekildi. Tam bu sıralarda İsa'nın havarilerinden Yuhanna ve Pavlus, peygamberin emriyle Antakya yoluna düştü. Dağı aşacakları sıra neccarla karşılaştılar. Kendilerini tanıtsalar da neccar onların İsa'nın takipçisi olan kutsal kişiler olduğuna bir türlü inanmadı. Yuhanna ve Pavlus'da neccarın oğlu için tanrıdan şifa diledi ve çocuk hastalıktan kurtuldu. Neccar kendisine gösterilen bu mucizeyle havarilere inandı ve getirdikleri dine de iman etti.
Yuhanna ve Pavlus Antakya'ya indi ve İsa'nın öğretisini yaymaya koyuldu. Ne var ki şehirde her şeye hükmeden tek tanrı fikrini izah etmek kolay değildi. Ama şifa dağıttıkları hakkındaki söylenti aldı yürüdü. Şehrin valisi havarileri şarlatanlıkla suçlayıp hapsetti. İsa, uzun süre Yuhanna ve Pavlus'tan haber alamayınca Barnabas'ı da Antakya'ya yolladı. Barnabas, Yuhanna ve Pavlus'u bir şekilde zindandan kurtarmayı başardı. Havariler yeni inancı anlatmayı sürdürdüler; bir taraftan da şifa dağıtmaya devam ediyorlardı. Kısa sürede Yuhanna ve Pavlus'un büyücü olduğuna dair dedikodular çıktı. Büyücülük büyük bir suçtu ve bu suçu işleyenler ortadan kaldırılmalıydı. Halk büyücüleri öldürmek üzere planlar yapmaya başladı.
Haberi duyan Habib-i Neccar bu kutsal kişilere bir zarar gelmesin diye Antakya'ya geldi ama halk onun sözüne kulak asmadı. Tam aksine daha büyük bir öfkeye kapıldılar.
İsa'nın takipçileri ve Habib-i Neccar şehit edildi...
Gel zaman git zaman dünya değişti, insanlar değişti, tanrılar değişti ve takvimler 636 yılını gösterdiğinde Antakya İslam diniyle tanıştı. İşte tam bu dönemde şehrin ilk Hıristiyan şehitlerinin mezarları bulundu ve kendilerine bir türbe, yanına da cami yaptırıldı...
Yüzlerce yılda Yuhanna, Pavlus ve Habib-i Neccar içerikli birçok efsane dilden dile aktarıldı. Yukarıda okuduğunuz da onlardan yalnızca biri. Günümüzde Habib-i Neccar'ın ve havarilerin yattığına inanılan türbe her yıl yüz binlerce ziyaretçiyi ağırlıyor.
Habib-i Neccar Camii tarihsel serüveninde şehrin el değiştirmesiyle kilise olarak da kullanılmış. Sonra yeniden cami olmuş. Değişik zamanlarda doğal afetlere göğüs germek zorunda kalmış. Günümüzdeki görünümünü daha çok 19. yüzyılda Osmanlı hakimiyetindeyken kazanmış.
Esasen Habib-i Neccar Camii tek başına bile Antakya'nın ruhunu yansıtan bir yapı. Anadolu'nun bu ilk camisi, bir Hıristiyan'ın adını taşıyor. Habib-i Neccar'ın ve havarilerin türbelerine her iki dine gönül vermiş insanlar girip dua ediyor. Ben de böyle bir anı yaşamak için türbeye iniyorum. Biraz mesleki meraklar, biraz atmosfer; Habib-i Neccar camii tam yüreğime dokunuyor. Bu cami, bu şehir, bu gök kubbe, içim içime sığmıyor, şehrin nefesini hissetmeye başlıyorum...
Sokaklar...
Eski Antakya sokakları...
Habib-i Neccar'ın uhrevi havasına kapılsam da yoluma devam ediyorum. Eski Antakya sokakları, hani şu belgesellerde gördüğümüz, fotoğrafçıların akın akın geldiği daracık sokakların olduğu bölge şehrin Doğu yakasında kalıyor. Bir vakitler buralar varlıklı insanların yaşadığı şen bir mahalleymiş. Şimdilerde sit alanı ilan edildiğinden daha çok dar gelirli ailelere mesken olan, biraz hüzünlü bir mahalleye dönüşmüş. Bu sokaklarda yürümeyi tarif edemiyorum. Yıllar önce geldiğimde de aynı hissi yaşamıştım. Duvarlarda #şiirsokakta etiketinin hakkını veren dizeler, sıvası dökülmüş duvarlar, seyyar satıcılar, sokaklarda koşturan rengarenk giyinmiş çocuklar, itiverseniz hemen aralanacak kapılarla yüklü sokaklardan geçiyorum. Bu mahallenin bir ucunda Türk Katolik Kilisesi yer alıyor. Çıkmaz bir sokağın, çabuk gölgelenen kuytusunda bir kilise. Hatta tabelası olmasa pekala mahallenin şanına yakışır bir ev havasına sahip.
Türk Katolik Kilisesi
Antakya Türk Katolik Kilisesi'nin çan kulesi.
Antakya'ya gelip burada fotoğraf çekmeyeni çok ayıplıyorlar desem yeri.
Minare ve çan kulesi aynı karede...
Türk Katolik Kilisesi'nin o mütevazı kapısını geçip, minik bir tünele ulaşıyorsunuz. Birkaç saniye sonra içinde bulunduğunuz bahçenin güzelliğine vuruluyorsunuz. Bir ilizyon. Kutsal Kitap'ta bahsi geçen o ünlü cennet bahçesindeyiz. En azından bir kilise bahçesi olarak gayet kutsal bir yerdeyiz! Bahçe, dallarından taşan portakal yüklü ağaçların gölgeleriyle kış güneşine direniyor. Işık ve gölge bir Monet tablosunun içine düşmüş gibi titreşiyor...
Bir önceki Antakya seyahatimde kısacık bir an için uğramıştım buraya. Burnumda portakal kokusu bir de üst terasta miniminnacık çan kulesinin yanında çekilmiş bir fotoğraf kalmıştı bana yadigar. Demem o ki birazcık bildiğim bir mekandayım. Bahçenin tadını doyasıya çıkarıp üst tarafa yöneliyorum. O bildik çan kulesi ve Habib-i Neccar minareli klişe fotoğraf, evet! Ve fakat yine güneşin esiriyim, yine beklenen performansı gösteremiyorum! Ama bu bahçe, bu kent öyle büyüleyici ki bu karenin eksik kalmasını sorun etmiyorum...
Ayin saati olmadığından asıl ibadet mekanına da girme fırsatım oluyor. Birkaç evin birleştirilmesiyle meydana getirilen bu minyatür manastırda ibadet mekanı oldukça küçük. Doğu kilisesi özellikleri gösteren bu kilisecik Aziz Pavlus ve Petrus'a adanmış.
Türk Katolik Kilisesi
Akreple yelkovan fütursuzca birbirini kovalarken Türk Katolik Kilisesi'nden ayrılık vakti gelip çatıyor. Çok uzaklaşmadan Antakya Sinagogu'nun kapısını çalıyorum. Beni Antakya Musevi cemaatinin tanınmış yüzü Harun Bey karşılıyor. Küçük bir sinagog Antakya'nınki. Zamanında Antakya'da Musevi yerleşimi oldukça fazlayken bir kısmı İsrail'e, bir kısmı büyük şehirlere, hatırı sayılır bir bölümü de denizaşırı ülkelere göç etmiş. Cemaatten geriye küçük bir grup kalmış. Haron Bey'le oturup eski Antakya'dan, Musevilik'ten ve Haron Bey'in ilginç yaşamından söz ediyoruz. Türkiye'de Musevi olmanın tarihsel serüvenini birinci ağızdan dinliyorum, üstelik bir sinagogun içinde!
Sinagogun Teva'sı
Teva sinagoglarda dua okunan kürsüye verilen isim.
Tam Teva'nın baktığı noktada da Tevrat metinlerinin olduğu kısım bulunuyor.
Antakya Sinagogu'nun ceylan derisi kutsal metinleri...
El yazması olarak hazırlanmış metinler ,yaklaşık 300 yıllık ve Tevrat'ın tamamını içeriyor.
Musevi cemaatinin Antakya'daki mevcudiyeti neredeyse yirmi beş asırlık bir zaman dilimini kapsıyor. Şehrin Doğu yakasındaki o daracık eski sokaklarda Antakyalı Yahudiler yaşarmış. Mahallenin şimdiki adının Zengin Mahallesi olması bir tesadüf değil yani, bir zamanlar gerçekten öyleymiş.
Kış ayazında içimi ısıtan uzun bir sohbetin ardından Haron Bey'le vedalaşıyorum. Gülümseyen yüzü aklımın bir köşesinde kalıyor... Yeniden Antakya sokaklarına atıyorum kendimi...
Antakya'da eski sokakların girişinde küçücük dükkanlar yer alıyor. Herhangi bir şey için içeri girerseniz sizi ev yapımı mis gibi nane likörüyle ağırlıyorlar. Bir taraftan muhabbet, bir taraftan alışveriş, bir taraftan nane likörü...
Bu dükkanların popüler ürünleri ipekli kumaştan yerel giysiler, mozaik panolar, küçük biblolar olarak sıralansa da benim favorim serpantin denilen artık Hatay'la özdeşleşmiş bir tür doğal taştan yapılan bibloları. Bu biblolar üzerinde şehrin geçmişini yansıtan sahneler ağırlıkta. Müzede gördüğünüz herhangi bir heykelin, küçük versiyonuna bir vitrinde rastlamanız an meselesi. Ayrıca şehrin çok kültürlü, barışçıl yaşantısı da bu simsiyah taşta hayat bulan konuların başında geliyor. Şehir merkezinde kime sorsanız bilinen noktalardan Kurtuluş Caddesi üzerindeki Bostancı El Sanatları ve Mozaik'te Mehmet ustanın elinden çıkma harika serpantin biblolara sahip olabilirsiniz.
Bostancı El Sanatları ve Mozaik'ten Mehmet ustanın vitrininden bir kuple.
Antakya Ortodoks Kilisesi
Kurtuluş Caddesi'nde bu sevimli dükkancıklarda vakit geçirmeye doyamasam da yavaş yavaş yeniden Saray Caddesi yoluna giriyorum. Bu sefer haritamda Antakya Ortodoks Kilisesi görünüyor. Antakya Ortodoks Kilisesi'ni açıkken bir türlü yakalayamıyorum ama Antakya Ortodoks Kilisesi manzarasına hakim enfes Antakya yemekleri yapan bir mekan keşfediyorum: Leban Restoran.
Leban Restoran şehrin tam kalbinde, Ortodoks Kilisesi tam bitişiğinde, içli köfteler, humuslar, Leban dürümler tam Antakya lezzetinde. Mekanın işletmecilerinden Doğan Bey'le tanışıyorum, kendisi büyük bir konukseverlikle beni karşılıyor. Doğan Bey bana Leban, Antakya ve Antakya mutfağıyla ilgili tüyolar veriyor.
Kendisinden bazı akşamlar fasıl heyeti olduğunu da öğrenince; Antakya'daki ilk akşamımı Leban'ın güzel sofralarından birine kurulup, Ortodoks Kilisesi'nin huzurlu görüntüsü eşliğinde geçirmem kaçınılmaz oluyor.
Leban'ın mutfağından içli köfteler ve Leban dürüm.
Leban'dan mezeler: Ali nazik, humus ve cacık.
Cevizli biber, en sevdiklerimden
Antakya'da güzel insanlar tanıyıp, yeni yerler keşfettiğim ve yerel tatlara doyamadığım bir günün ardından Asi Nehri'ne bakan otel odama gitme vaktim geliyor. Kent merkezindeki Büyük Antakya Oteli'nde kalıyorum. Burası aynı zamanda Hatay'ın en eski otellerinden biri. Birçok yere yürüme mesafesinde ve Antakya seyahati için oldukça tercih edilebilir bir alternatif olduğunu da söylemek gerek. Antakya'da her bütçeye uygun konaklama seçenekleri bulmanız olası. Bütün yazı boyunca anlattığım her yere çok yakın mesafede bulunan Çankaya Konakları da bunlardan biri. Kurtuluş Caddesi üzerindeki Çankaya Konakları, Antakya'nın tarih kokan binalarından birinin restore edilmesiyle yeniden hayat bulmuş bir yapı. Nostaljik çizgiler taşıyan dekorasyonu ve ideal lokasyonuyla Çankaya Konakları, gezginleri mutlu edebilecek seçeneklerden biri.
Çankaya Konakları Butik Otel
Çankaya Konakları Butik Otel
Yazının son fotoğrafı Borajet Magazine yazdığım Hatay yazısından...
Veda Busesi
Eğer bir seyahat yazısı yazmaya niyetlenmişseniz ve söz konusu şehir Antakya'ysa anlat anlat bitiremeyebilirsiniz. İşte bu yazı da bu sebepten şimdilik noktalanmak zorunda. Tabi ki Antakya böyle tek bir yazıyla kalamaz, kalmayacak. Devam yazılarında müzeleri, kutsal mekanları, sokakları, çarşıları, restoranları, otelleri, yeni tatları seyahat severlerle paylaşmayı sürdüreceğim. Daha Antakya'ya kar yağacak, künefeler tadılacak, süvari kahvelerle sohbetler yapılacak...
Daha böyle nice güzel yazılarda, tadlarda antakya da buluşmak ümidiyle aslıcım ✋😊
YanıtlaSilÖvgü'cüm inşallah yakın gelecekte bir gün Antakya'da buluşuruz:) O kadar çok isterim ki:)
SilAslıcım, hayatını rejim diyet yapan bir olarak sürdüren bir kadın olarak söylüyorumki o ali nazik aklımı başımdan aldı. Yaz gelmeden bir tur Hatay'a gitmek farz oldu şimdi. Yaktın beni
YanıtlaSilBerna'cım bir taraftan gezeceğin için Antakya seyahati sana kilo yapmaz diye düşünüyorum:)))
SilHarika fotoğraflar! :)
YanıtlaSilDilan Hanım çok teşekkür ederim:)
SilBir kaç kez gittiğim Antakya'yı farklı bir bakış açısıyla sizden dinlemek gerçekten çok hoş. Elbette daha anlatılacak çok fazla mekan var ama hiç gitmeyenler için oldukça çekici bir tanıtım. Teşekkürler.
YanıtlaSilBlogunuzu biraz gezdim hangi yaziya yorum yazacagimi bilemedim. Okuma listeme aldim. Tebrik ederim çok güzel bir blog hazirlamissiniz.
YanıtlaSilAntakya'ya gideli üç dört sene oluyor. Civar yerleri de dolaştık İskenderun, Gülcihan, Arsuz... Antakya'da Habib-i Neccardan çok etkilenmiştik. Harbiye'de doğal güzellik arayanlar için güzel bir seçenek. O kadar yer gezip gördüm ki çocuktan yazamıyorum bir de fotoğrafları bulup hatırlaması var tabii!:)))
YanıtlaSilAntakya'ya gideli üç dört sene oluyor. Civar yerleri de dolaştık İskenderun, Gülcihan, Arsuz... Antakya'da Habib-i Neccardan çok etkilenmiştik. Harbiye'de doğal güzellik arayanlar için güzel bir seçenek. O kadar yer gezip gördüm ki çocuktan yazamıyorum bir de fotoğrafları bulup hatırlaması var tabii!:)))
YanıtlaSil