11 Nisan 2022 Pazartesi

Vapurdaki Kitaplar: Alberto Manguel - #resimleriokumak

Baskıdan birkaç ay önce çıkan, çıtır çıtır bir #albertomanguel kitabıyla yeni haftaya saygılar, sevgiler ve muhabbetler sunarım.
Kahveler, defterler, tepesi silgili kurşun kalemler ve işaretçiler hazırsa #resimleriokumak üzerine biraz konuşalım mı?



Aramızda kalsın bu sıra okumayı seven akademisyenlerin elinden düşmüyor bu kitap.  Adı yanılgı denizlerinde Turnervari bir fırtına, bildik bir düş, tanıdık bir eski şarkı gibi gelmişse hemen o düşünce balonunu dağıtın. Klasik ikonografik bir sanat eseri okuması üzerine değil Manguel'in çalışması. Tam tersi kanıksadığımız şablonlar dışında bir okuma vaat ediyor. Söz konusu olan sıradan insan için farklı bir bakış açısı sunmak. Tabi Manguel gibi bir "Rönesans İnsanı" (daha uygun bir ifade bulamadım) olunca ortaya çıkan çalışma, sanatla ilgisiz okuyucuyu biraz aşan bir içerikle karşımıza çıkıvermiş. Sanat profesyonellerinin mesleki konularda 21. yüzyıla rağmen hala oldukça  dogmatik olduğunu düşünürsek, ki bu aldığımız eğitimden ve sanat çevresindeki kanıksanmış düzenden kaynaklı,  kitabın içeriğinin hedef kitlesine pekala uygunuz. Demem o ki bizim de yeni Macellanlara, Vasco de Gamalara, Vespucilere ihtiyacımız yok mu?

İşte Manguel tam bunu yapıyor. Manguel'in kaptan olduğu gemide onun sanat okumalarını, imgeyi anlamak üzerine kurduğu bağlantıları keşfediyoruz (m). Yazar bütün sanatsal yaratımı resim diye üst bir başlıkta birleştirmesine karşılık, mimari, fotoğraf , heykel gibi alanları da ele alıyor.

"Dora Maar'ın göz yaşlarının hikayesi ne Guernica'yla bitiyor , ne de Ağlayan Kadın 'la. Çağdaşı Tina Modetti gibi, Maar da yetenekli bir fotografçıydı. Her ne kadar Picasso onun yeteneklerinden kendi işlerini belgelemek için yararlanarak, örneğin, Guernica'nın yaratım surecini , yüz kareden fazla fotoğraf çektirerek ona belgelettiyse de, Picasso'nun gözünde fotoğraf "gerçekleşmemiş" bir zanaattı."

Kitaptan bir alıntıyla sözlerimi bitireyim. Neden her postta* Picasso'ya sataşıyorum diye düşünceler içindeyim şu an. Bir takım süfli ruhlara karşı kendisini savunmuşluğum da çoktur üstelik. En popüler olana saldırmak bir magazin kanunudur da kitapta İsalar'dan Caravaggiolar'a , Riveralar'a kadar şöhretsiz kimse yok ki.

Veda Busesi
Resimleri Okumak'ı sanatla ilgilenen herkesin, en çok da profesyonel olanların okuması gerektiğine inanıyorum. Uzun zamandır Manguel okumamıştım. Bana öyle iyi geldi ki. Tesadüfen bir röportajını okudum bunun üstüne. Çalışma odası dışında hiçbir yerde verimli bir biçimde yazamıyormuş. Gezgin bir ruh için bu çok fena bir şeydir, kendimden biliyorum. Manguel'in bilgeliğiyle kendi küçük yeteneğim arasında da bir bağ kurdum affedin. Fakat kendimi bu açıdan bir türlü eğitemedim. Vedat Türkali için de böyle söylemişti yardımcısı. İleri yaşlarında gözleri görmediği halde başkasına da dikte edemiyormuş ve kesinlik yalnızlık talep ediyormuş. Bu semptomlar aynı biçimde bünyemde mevcut. Birkaç arkadaşıyla aynı odayı paylaşan akademisyenleri, açık ofis dergicilerini hep takdir etmişimdir. Gerçi bu grubun çoğunun özgün üslubu yoktur, kurallar dahilinde olması gereken kadar yazarlar.
Ben  Ferhan Şensoy misali, Özcan Özgür'le aynı otel odasında kalırken, yahut yine canım Şensoy gibi Bodrum'da bir palmiyenin altında  yazabilme özgürlüğü istiyorum. Neyse kendisinden başka bir kitap yazısında bahsedeyim. Konuyu yine dağıttım, kitaba ilginiz varsa alın. Sonra yeni baskıyı beklemek Godot'yu beklemek gibi bir hal alabilir. Benden söylemesi. 

 

* postlarımdan biri bu yazı. Insta’da biraz Picasso’ya sarmışsam demek, öyle bir öz eleştiri kendime. 


*Vapurdaki kitapların başlangıç yazısı da burada okunmayı bekler: 

7 Nisan 2022 Perşembe

İstanbul'un Külliyelerinde Bir Gün




Başyapıtlar şehri İstanbul’un, müptelası olunan manzarasını adımlamak. Cadde cadde bir şehrin damarlarına yayılmak ve dahi mimarların izinde İstanbul’u yeniden keşfetmek. 

İstanbul silüeti kubbelerin gökyüzüyle yarattığı tarifsiz uyumu yansıtır. Kurşuni kubbeler imparatorluklar görmüş şehrin ayrılmaz bir bütünü gibidir. İstanbul manzarasında hayranlıkla izlediğimiz bu yapıların hatırı sayılır bölümü, Osmanlı’nın gündelik hayata değer  katan külliyeleridir. Bugün bu irili ufaklı kubbelerin peşinde, İstanbul’un bir zamanlar sosyal hayatını kökünden değiştiren külliyelerine yol alacağım.  




 

Üsküdar’ın dudağında Mihrimah Sultan Külliyesi

 Üsküdar Mihrimah Sultan Külliyesi’yle yeni güne başlıyorum. Mimar Sinan’ın Mihrimah Sultan için inşa ettiği külliye 1548’den bu yana Üsküdar’a yolu düşenleri huşuyla selamlıyor. Küçük avlusuna girdiğimde yirmi köşeli mermer şadırvanın önünden, cıvıl cıvıl Üsküdar sabahı ve uzakta sis pus içinde göz kırpan Beşiktaş’ı seçiyorum. Külliyenin camisinde yonca biçimli ayaklarla taşınan zarif kubbesi akılda yer ediyor. Avlunun diğer ucundan mukarnasla süslenmiş bir girişe bağlanıyorum. Önceleri yapının medresesi olan bu bölüm bugün tıp merkezi olarak şifa dağıtıyor. Külliyenin kesme taştan yapılmış Sıbyan Mektebi alt kotta kalıyor. Küçük bir mermer köşk gibi duran III. Ahmet Çeşmesi’ne indiğim sırada, çeşmenin suyunun sesine iskeleden yükselen küçük bir müzik grubunun sesi karışıyor. Müziğin ritmine kapılan bir dolu Avrupa yakası yolcusuyla birlikte Karaköy motoruna biniyorum. Martılar motorun etrafında dönerken Mihrimah Sultan Camisi’nin minareleri de ufukta kayboluyor.


Kısa süre sonra Tophane Meydanı’nda uçan payandaları ve kubbesiyle Ayasofya’yı anımsatan Kılıç Ali Paşa Külliyesi’ne varıyorum. Mimar Sinan imzasını taşıyan külliyenin camisi kasnaktan zemine dek yerleştirilen pencerelerle bir ışık denizi gibi etki bırakıyor. Camide 16. yüzyıl İznik çiniciliğinin başyapıtlarının zarafetine kapılmamak imkansız. Kılıç Ali Paşa Camisi gerek yapılışı, gerek banisi açısından çok ilginç hikayeler barındıran bir yapı olduğunu eklemek isterim. İstanbul'da inşaatında Cervantes'in çalıştığı kaç yapı bulabilirsiniz ki sonuçta? Camiden çıkıp taş ve tuğla duvarlarıyla hamam ve 18 kubbecikle örtülü medreseyle karşılaşıyorum. Külliye yapıları burada nefis bir sokak yaratmış. Bu manzaraya hakim konumuyla külliyenin bitişiğinde yer alan, bölgenin yeni mekanlarından Kemankeş Cafe’ye uğruyorum. Özel harman kahveler, badem-çikolata ikilisiyle damaklarda iz bırakan kurabiyeler, pesto soslu ızgara sebzeli sandviçlerle Kemankeş’in sofistike ortamı birleşince sonuç fevkalade oluyor. Kemankeş’te verdiğim ara Tophane-i Amire Kültür Merkezi’nin tarihi dokusuna kurulmuş olan güncel sergilerden biriyle son buluyor.




Kılıç Ali Paşa Külliyesi ve bitkisel motifleriyle göz dolduran Tophane Çeşmesi’nin ahengini hafızama not edip İstanbul’un fetihten sonraki ilk külliyesi olan Fatih Külliyesi’ne gidiyorum. Fatih Külliyesi, cami merkezli ve birçok yapıdan oluşan büyük bir din ve kültür kompleksi. Avlunun bir köşesinde uçuşan güvercinleri takip ederken medreselerden camiye yapının gerçek bir kubbe okyanusu olduğunu fark ediyorum. Cami avlusunda sivri külahlı şadırvan ve arkasında yükselen kubbeyle yaratılan çarpıcı etki iç mekanda da kubbenin ve taşıyıcıların olağanüstü heybetiyle devam ediyor. Külliyenin doğuya bakan kapısından çıkıp kentin en eskilerinden olan Valens Su Kemeri aksında Vezneciler’e kadar iniyorum.


 Eski İstanbul’a nazire yapan cumbalı evlerle donanmış sokaklar o muazzam Süleymaniye’ye açılıyor. Osmanlı İmparatorluğu’nun en görkemli dönemini sembolize eden Süleymaniye Külliyesi Mimar Sinan’ın dehasını İstanbul silüetine kazıdığı bir yapı olarak da büyüleyici. Süleymaniye gücü yansıtan bir yapı olarak 53 metre yükseklikteki kubbesiyle ziyaretçilerini hipnotize ederken, arazinin elverişsizliğine rağmen binaların yerleşimindeki eşsiz uygulamayla da hayranlık uyandırıyor. Günümüzde külliyeyi baştan başa kuşatan hamam, çevresindeki dükkanlar, kütüphane gibi yapılar halen kullanılıyor.  Buraya kadar gelmişken medreselerin gölgesinde Tarihi Erzincanlı Ali Baba’da kuru fasulye yemekse adeta bir geleneğe dönüşmüş durumda. 



İlahi Işık: Nur-u Osmaniye

Süleymaniye’nin ardından adımlarım beni Beyazıt’ın Sahaflar Çarşısı’na götürüyor. Eski ve yeni kitapların yayıldığı dükkanların arasından Kapalı Çarşı’nın coşkun ve alev gibi ışıldayan dokusuna geçiş yapıyorum. Nur-u Osmaniye Kapısı’ndan çıkmadan önce çarşının yeni restore edilmiş Sandal Bedesteni’nde vitrinlere ve restoranlara göz atıyorum. Çiniden mücevhere varan ürünleriyle Sandal Bedesteni rengarenk bir ortam sunuyor. Çarşının kendine has enerjisinin içinden sıyrılıp Nur-u Osmaniye Külliye’sinin önüne gelmem sadece saniyeler sürüyor. Nur-u Osmaniye Külliyesi kentin bir eşi daha olmayan yapılarından biri. Barok çizgilerin hakim olduğu yapı Osmanlı mimarlığının batılılaşma döneminin simgesi olarak kabul ediliyor. Çokgen avluda başlayan şaşkınlık, imaret, kütüphane, mihrap gibi yapılarda artarak devam ediyor. Mimarinin ince detaylarında bile aşırıya kaçmayan Barok düzen seziliyor. Nur-u Osmaniye’nin 18. yüzyılı yaşatan ortamından Babıali’ye doğru süzülürken bir devrin şehircilik anlayışının bütün çağları nasıl aydınlattığını düşünüyorum…


*Türk Hava Yolları'nın uçak içi yayımı,  Skylife Magazine'in Kasım 2017 sayısı için kaleme aldığım İstanbul'la özdeşleşen külliyeler ve İstanbul temalı yazı.


1 Nisan 2022 Cuma

Saç Modasında Marie Antoinette Ekolü

Cumartesi gecesi için hazır mısınız ? Yoksa bir fön , bir at kuyruğu ile durumu kurtardığınızı mı sanıyorsunuz?

O halde 18. yüzyılda Versailles'dan dalga dalga yayılan ve yüzyılın sonunda zirveye (asla mübalağa değil ) ulaşan olabildiğince yüksek ve hacimli saç modasını biraz gözden geçirmeye ne dersiniz? 


Kuaför Leonard Autie, Marie Antoinette 'in ikonik saçlarını yaratan isimdi. Saçlarının nasıl biçimlendirileceği giysilerini tasarlayan Rose Bertin ve Leonard Autie tarafından belirleniyordu.

Gövdenin kukla görüntüsüyle eteğin genişliğini karşılayabilecek, abartılı ama proporsiyonu dengeleyen saçlar  hedefleniyordu. Yukarı ve daha yukarı...

Başlangıçta bu saçlar 5-6 cm yüksekliğe ulaşan suni "puff"lardı.  Bitkiler, peruklar, postişler, kozalaklar, hatta yastıklarla puff'lar bir metreye kadar varan puffffffffffff'lara dönüştü. Hazırlanması saatler alan bu saçlar bozulmasın diye kadınlar tabiri caizse ayakta uyuyordu.  Uzun süre dayanması ve hava koşullarından etkilenmemesi için bastonlu özel tenteler yapılmıştı. Üst bedeni kafaya kadar saran portatif tentelerden söz ediyorum...

Yüzyılın sonunda bu saçlara dönemin önemli olaylarını anlatan temalar eklendi.  Leydi bilmem kimin çocuğu, arşidükün yeni metresi gibi özel hayattan sahnelerin yanında siyasi olaylar da saç tuvaletine işleniyordu. Saray çevresinin gündemi ve moda "kafada" cereyan ediyor, düşünün!

Seçtiğim gravürde,  Ushant Muharebesi 'nde (Amerikan Bağımsızlık Savaşı'nın bir ayağı) Fransızlar'ın kazandığı bir deniz zaferinin işlendiğini görüyoruz.  Gravüre işlenen kadının kimliği belirsiz. Ama saray eşrafından biri olduğu muhakkak.  Şöyle ki Versailles'de giyim, kuşam , adabı muaşeret katı kurallara tabi.  Sabah kahvaltıda giydiğinizi , öğlende giyemiyorsunuz mesela.  Dolayısıyla saç modasında da kraliçenin tarzını takip etmek gerekiyor. Yoksa oyun dışı kalıyorsunuz.

Gravürde dönemin tam donanımlı bir savaş gemisinin modeli yer alıyor. İngilizler bu kullanışsız saç modasını hicveden bir dolu gravür yapmış bu yıllarda.  Çünkü Londra sosyetesinde de bu saçları benimseyen kadınlar peyda olmuş. Anglosakson soğukluğu, bu modayı çok gereksiz ve gülünç tam anlamıyla fazla  Fransız bulmuş...Versailles dönemin moda ve sanat merkezi.

Zaman dolmuş, Marie Antoinette Concorde Meydanı'nda ruhunu giyotine teslim etmiş ve monarşi çökmüş;  yine de Paris aynı olguyu temsil ediyor hala.

 





Not: Seminerlerde değindiğim bir konuyu, Instagram'da tam bu cümlelerle paylaşmıştım. Instagram'da belli bir vuruş sayısına izin veriyor sistem. Orada post çok ilgi görünce, aynı cümlelerle kendisini buraya transfer etmeye karar verdim.  Ara ara insta trasnferleri yapacağım sanırım.  Insta'nın iyi tarafı reaksiyonu hemen alabiliyor olmak.  Seminerin de ilanını ekledim. Devam ediyoruz, her zaman bekleriz.