26 Kasım 2021 Cuma

Müzikal ve Tatlı: Lviv

Bütün adımların çikolata ve kahve kokusuna karıştığı, Polonya sınırına sadece 70 km uzaklıkta bir Ukraynalı. Arnavut kaldırımlı caddelerden yükselen ritimle günü geceye bağlayan, sırtını Karpatlar'a dayamış aslanların şehri. Birbirini kesen caddeler, Rönesans ve Barok gibi klasik akımları yansıtan binalar, meydan çeşmeleri, heykeller ve hatta Orta Çağ şatolarıyla romantik bir düş Lviv...


     Ortasından nehir geçmeyen ancak nehirli Avrupa şehirlerine benzeyen, kışın buz tutacağınızı düşünseniz de aldatıcılığı eser miktarda olan güneşle ısınabildiğiniz,  hayata dair seslerin mükemmel bir ezgiyle çınladığı Lviv tam bir eğitim, kültür ve sanat merkezi. Kendi halinde bir sokak müzisyeninin notalarına kapıldığım serin bir sabah Rynok Meydanı’nına varıyorum. Etrafta güvercinler ve 17. yüzyıl modasına göz kırpan giysileriyle şeker satan güzel Lvivli kızlarla keyfe keder  bir sabah. Geleneksel Ukrayna çalgısı Bandura’dan yükselen eski bir halk şarkısı, meydanı sarıp sarmalıyor. Ukrayna dilinde Rynok "pazar" manasını taşıyor. 13. yüzyılın sonunda şehrin kurulmasıyla tasarlanan meydan 16. yüzyılın başındaki büyük Lviv yangınıyla, şehirle beraber meydanı da yok ediyor. Meydan yeniden ayağa kaldırılırken Gotik, Rönesans, Barok gibi akımları yansıtan binaların yanında modern dönem çizgilerini de bünyesinde barındıran yapılarla donatılıyor. Sonunda ortaya her biri diğerinden farklı mimari stiller yansıtan binalarla kuşatılmış bir Rynok çıkıyor. Meydan Adonis, Neptün, Diana gibi Akdenizli tanrılardan seçilmiş kompozisyonlarla hazırlanan çeşmelerle tamamlanıyor. Günümüzde Rynok'un bütün o tarihi binaları müze ya da restoran. Sayısız açık hava kahvesi de bu manzaraya eşlik ediyor. Rynok Meydanı bohem, çekici, Avrupa'ya özgü bir etki yaratıyor. 



Rynok kesinlikle şehrin cazibe merkezi ama aklınıza sadece turistlerin eğlendiği bir alan olarak gelmemeli. Şehrin kendi halindeki sakinlerinin de yaşadığı ve hayatın içinde olduğu bir bölge. Lviv o kadar küçük bir şehir ki başka türlüsü de mümkün değil zaten. Meydanın ortasındaki kahvelerden birine oturup, Tanya isimli minyon bir güzelliğe sipariş veriyoruz. Kış güneşi yavaş yavaş saçlarımızdan sarkıp, şakaklarımızı ısıtırken mavi gözleri ve gülümseyen yüzüyle Tanya kahvelerimizi getiriyor. Kısa bir sohbetle, elimizdeki haritada yakın olan ve mutlaka görülmesi gereken yerleri bir çırpıda işaretliyor.


Şayet bir şehre gidilmişse muhakkak oraya hakim bir tepeye çıkılma zorunluluğu vardır. İlla ki bütün oklar, gezginler ve bilumum seyahat yazıları o tepeye çıkmanın önemini vurgular. İşte Lviv'de öyle bir tepe yok! Düzlükte yaşanılan bir şehir Lviv. Gelgelelim sırtını Karpatlar'a dayayan bu güzel şehri kuşbakışı görmek isteyenler için belediye dev bir hizmette bulunmuş ve 19. yüzyıl karakteristik çizgilerini taşıyan, saat kuleli bir bina yapmış. Saat kulesi 1848 Devrimleri'nden nasibini almış ve o kargaşada yıkılmış olsa da birkaç yıl sonra bugün gördüğümüz kule inşa edilmiş. 2000 yılından itibaren belediye binası ve kule ziyarete açık. Asansörle çıkılan ana binanın ardından kuleye tırmanmak için ahşap merdivenleri kullanıyorsunuz. Merdivenlerin başında kule için bilet kesiliyor. Gerisi nefes nefese 350 basamakcık bir tırmanış. Zirvede Lviv'in kırılgan görünümlü kubbelerine, kırmızı kiremitli çatılarına açılan Rathaus Kulesi misafirlerine sessizce eşlik ediyor. 

Kule sessiz olabilir ama simgesi aslan olan şehir adeta kükrüyor. Ne de olsa Doğu Avrupa'nın eğitim ve kültür merkezindeyiz. Dinamik ve kırılgan karakterli Lviv'de genç nüfus oldukça fazla. Sokaklarda, meydanlarda, müzelerde, kafelerde kendinizi üniversite kampüsünde hissediyorsunuz. Bu coşku şehri yönetenlere de ilham vermiş olmalı zira yılda yüzden fazla festival düzenleniyor Lviv'de. Şaraptan biraya, peynirden caza yıl boyu festivallerin biri bitip biri başlıyor. Organizasyonları hakkını vererek yaptıklarını da eklemek gerek. Bira festivalinde yalnızca yerel biraları tatmakla kalmıyor, sergiler, konferanslarla biranın sırrına eriyorsunuz. Beklenmedik bir anda geziniz gayet leziz ve eğlenceli bir karnavalla buluşabilir. İşte o zaman bu satırları anımsayıp, benim için de eğlenin!



Lviv'in en büyük şansı II. Dünya Savaşı'ndan hasarsız kurtulmuş olması. Üstelik savaş sırasında Sovyetler Birliği'nin sınırlarına dahil olduğunu düşünmek insanın içini ürpertiyor. Şehirde Komünist şehirlerin alameti farikası tek tip konutlara pek rastlanmasa da o zarif apartmanlarının birçoğunda sığınaklar ve tüneller mevcut. Bazı restoranlar ve müzeler karanlık dehlizler için tur bile düzenliyor. Rynok Meydanı'nın yakınlarında kurulan bit pazarı bölgenin tarihi ve etnik kimliğini yansıtan eşyaları incelemek yahut satın almak olası. Benim için bu pazarda şehir sakinleriyle sohbet edip, Sovyet Dönemi’nden kalma eşyalara, elde işlenmiş otantik motifler içeren gömleklere, örgü çoraplara bakıp, hemen bitişiğindeki Lviv Opera’sından ilk temsil için bilet almak, şehrin sakini gibi yaşamanın ilk adımı. Polonyalı Mimar Zygmunt Gorgolewski tarafından tasarlanan ve Barok, Rönesans ve Klasisizm gibi farklı sanat ekollerini yansıtan opera binası Lviv’in sanat odaklarından en ünlüsü. İç mekanı da dış cephesi kadar hayranlık uyandıran yapıyı görmek için, rehberli turlara katılmak yerine, muhteşem bir seyirci eşliğinde dansın ve müziğin davetine iştirak etmek tam bana göre!



Ukraynalı hümanist ve yazar olan Taras Shevchenko, ülkenin her yerinde olduğu gibi Lviv’in de gurur duyduğu bir isim. Opera binasının güneyinde yer alan Taras Shevchenko anıtı halkın bağışlarıyla yapılmış ve bugün az ötesindeki Adam Mickiewicz anıtıyla beraber Svobody Caddesi’ne uzanan hat üzerinde kentin sembolik eserleri olarak yer alıyor. Beyoğlu'nda kolera salgınında ölen Polonyalı şair Adam Mickiewicz'le Ukrayna'da karşılaşınca insan bir tanıdığa rastlamış gibi hissediyor. Tatlı Badem Sokağı'ndaki evi gözümün önüne geliyor bir anlığına.  Anıtlar etrafında düzenlenmiş geniş meydanları, yeşillikler içindeki uçsuz bucaksız parklardaki heykeller kentin doğal dokusunu oluşturan yerel müzisyenleri kendime getiriyor beni.  Lviv’in logosunda yer alan aslanlar, heykel olarak da şehrin her yerindeler. Kelime anlamı “aslan” olan Lviv’de  aslanlar kabartma, duvar resmi, kapı koruyucusu olarak sokakları sarmış durumda. 



Bu küçücük şehir onlarca müzeye, tarihi kiliseye ve şatoya sahip. Müzelerde sanat koleksiyonları yerine yerel kültür, etnografya ve kent tarihini yansıtan eserlere yer veriliyor.  Lviv’e hakim bir tepe üzerinde inşa edilen Barok üsluptaki çarpıcı görüntüsüyle St. George Katedrali, 17. yüzyıldan kalan ve tavan freskleriyle etkileyici bir atmosfer sağlayan St. Andrew Kilisesi,  tarihi kent merkezinde Aziz Peter ve Aziz Paul heykelleriyle göz kamaştıran Jesuit Kilisesi  savaşlardan ve Sovyet döneminden sağ çıkan kiliselerden birkaçı. Doğu Avrupa'da görüp görebileceğiniz en dindar şehirlerden birindesiniz. Kiliseler genelde dolu ve farklı ritüellere denk gelmeniz olası. Lviv’de herhangi bir restoran, kafe tabelasını takip edip, umulmadık müzelere girebilirsiniz. Bazı avlular birkaç yapıyı birden içine alabiliyor. Restorana giriyoruz diye kaç kez müzede bulduk kendimizi anlatamam. Böyle yanlışlıklardan birinde, boyum kadar böceğe benzer bir yaratığın gözlerine bakarken,  hayatı sorgulamama sebep olan anlar yaşamama sebep oldu o tabelalar. 



 Rynok Meydanı’nda bulunan evlerin her birinin ayrı bir mimari akımı yansıttığından daha önce söz etmiştim. Kent bu yapılarla gurur duyuyor. Avrupa'da her yerde var diye aklınızdan geçiyor ama onların çoğu savaş sonrası rekonstrüksiyonu.  Dolayısıyla Lviv, orijinal yapılarını her vesileyle parlatıyor ve övünüyor. Düşünün kurabiyesini dahi yapıyorlar. Bu yapıların en şöhretlisi Black House, bölgenin sembolik yapılarından biri ve aynı zamanda bir müze. 1577'de İtalyan vergi tahsildarı Tomasso Alberti için inşa edilen yapı rustik cephesiyle oldukça zarif. Kumtaşından yapılan bina zamanla, malzemenin azizliğine uğramış ve kararmış. Ev de olmuş Kara Ev.  Şehrin sosyal tarihine ilişkin eşyaların ve belgelerin sergilendiği Kara Ev ya da Black House müze kimliğinden ziyade, 16. yüzyıldan bu yana yaşayan bir evi ziyaret etmek için heyecan vericiydi. Bunda alfabeden ötürü yazılı materyallere gayet Fransız kalmış olmamın da payı vardır muhakkak.   

Yeşillikler içinde Ukrayna’nın köy hayatını hissetmek için, merkeze  birkaç kilometre uzaklıkta olan Yerel Mimari ve Kırsal Yaşam Müzesi   ( Museum of Folk Architecture and Life) farklı bir seçenek.  Gölde yüzen ördekler, geleneksel köy evlerinin kopyaları ve Karpatlar’dan sökülüp getirilmiş gerçek mimarlık örnekleriyle şehre yakın ancak tümüyle şehirden bağımsız tabiatla iç içe bir ortam yaratılmış. Avrupa’nın en geniş açık hava müzelerinden biri olma özelliği taşıyan alan geleneksel Ukrayna müziğinin enstrümanlarına yakından bakmayı da olanaklı kılıyor. Şanslıysanız bir müzenin sorumlu müzikologu aracılığıyla bandura, trembita, santur, buhay gibi enstrümanların kullanma imkanına erişebilirsiniz. Müzikolog beyefendiyle birkaç gün geçirsek bizden gerçek bir orkestra kurabilirdi. Bir ara bayağı güzel bir ritim bile yakaladık. Yaşadığım en eğlenceli müze deneyimlerinden biriydi.  Lviv'de adını ilk defa duyduğum müzik aletlerinden birinin nasıl çalınacağını zorla öğreneceğim ve buna bayılacağım hiç aklıma gelmezdi tabi. 


Lviv açık hava pazarlarıyla gündelik hayata karışmak için enfes fırsatlar sunan bir şehir. Hiçbir neden yokken mor, pembe ve beyaz güllerden bir buket yaptırmak, ya da sadece papatyaların, ortancaların, yaşlı akordeoncunun ritmi eşliğinde yarattığı anın tadını çıkarmak için bile bir çiçek pazarına gidebilirsiniz. Yine bu pazarlarda yerel peynirlerin, Karpatlar’dan gelen çiçek kokulu balın lezzetine kapılıp, eve götürme isteği duyabilirsiniz. Hayat birden güzelleşir Lvivli olduğunuzu zannedebilirsiniz. Aynı zamanda açık hava pazarlarında 17. yüzyıl Flaman resimlerinden fırlamış kasaplar görüp, romantik düşlerinizi tarihsel bağlantılarla okuyabilirsiniz. Arada küçük şaşkınlıklar da yaşamasak seyahat etmenin ne anlamı kalır değil mi ama?

 



Lviv bütün zamanlar boyunca geçiş alanı  olması dolayısıyla farklı damak tatlarına hitap eden sentez bir mutfağa sahip. Kenti yemek fikrinde ayrıcalıklı kılan unsur her biri farklı temaları işleyen iç dekorasyonları. Nitelikli iç dekorasyonlarla farklı konseptlerin sahnelendiği restoranlar , borsch çorbası, vereniky, pampushky gibi Ukrayna kültürüne ait tatların yanında Macar ve İtalyan başta olmak üzere dünya mutfaklarından lezzetlere de menülerinde yer veriyor. Askeri bir mahzen görünümündeki restorana inerken parolayı bilmenin, bazen de eski bir Sovyet arabasının eşliğinde şehir manzarasına karşı yemek yemenin, nalivkanızı içerken kırbaçlanabilmeninmümkün olduğu yer Lviv.  


Arnavut kaldırımlı taşlarla döşenmiş caddeleri, şehir manzarasını aniden yararak geçen tramvayı, el yapımı çikolataları yapılırken seyredebileceğiniz çikolata fabrikası, dokunulmamış mimarisi ve durmaksızın çalan ezgisiyle  soğuk iklimin insanın içini ısıtan kenti Lviv. Her ayrılıkta üzerinizde çikolata kokusu, kulağınızda hoş bir seda bırakan bir şehir. Bakmayın arada beni romantik düşlerden uyandırdığına en sevdiklerimde hep listenin başındadır. Hep yeri ayrıdır.  


*Leopold Masoch'dan ilham alan Masoch Kafe. 




1 Kasım 2021 Pazartesi

Mizah Herkese Lazım: Rijksmuseum'dan Cadılar Bayramı Mesajı

 Cadılar Bayramı ya da ecnebi diyarlardan gelip dilimizi de tutmuş söylenişiyle #halloween2021 geldi çattı. Sanki heyecanla bekliyormuşum gibi giriş oldu ama şöhreti ulusları aşan, dünyayı sarmalayan büyük müzeler böyle günleri artık asla kaçırmıyor. Müzelerin dijital çağa kayıtsız kalamayacağını, değişen dünyaya, sanatın yorulmak nedir bilmeyen ve yenilikçi tavrına ayak uyduracağını uzun süre önce anlamıştık. Buraya kadar bir sorun yoktu, fakat sosyal medyanın cazibesine kapılıp bu kadar esprili olabileceklerini umar mıydınız? İşte bugünün anlam ve önemini bana yine koleksiyonuna bayıldığım, girince çıkmak istemediğim, içimden ama yüksek sesle keşke bir gün burada çalışsam dediğim müzeler hatırlattı. Elde ne kadar balkabaklı ve korkunç (lu ) eser varsa gün boyu paylaşımlar paylaşımları izledi. 



Louvre, Prado, Rijks , Viyana Sanat Tarihi Müzesi gibi namı yürümüş müzeler, kısa esprili metinler eşliğinde Cadılar Bayramı'na kayıtsızlığımı yüzüme vurdular. Ben de bugünün anısına Rijks'ın dijital müdahaleyle paylaştığı Helena van der Schalcke'nin portresini buraya taşımayı uygun buldum. Amsterdam'da Rijksmuseum 10 yıl kadar restorasyonda kaldı ki bu ayrı bir yazı konusu. Hollanda sanatının başyapıtlarıyla dolu olan ve müzecilik konusundaki deneyimlerine farklı ülkelerin de başvurduğu (bkz. Abdullah Gül dönemi Çankaya) müze şu günlerde sahadan uzak kaldığı günlerin acısını çıkarmaya çalışıyor. Başyapıtlarla dolu Avrupa müzeleri sosyal medya kullanımını oldukça ciddiye alıyor. Bu bağlamda ziyaretçilerin geri bildirimlerine önem veriyorlar. Louvre'daki fotoğraf çekme yasağını ve yasağın kaldırılmasını hatırlayın lütfen! Aynı ülkelerde yerel müzelerde daha muhafazakar bir yapı olduğunu da belirteyim. 

Yeniden Rijks'e dönecek olursak, müze ciddi bir takipçi krizi yaşıyor. Takipçi sayısı artsın istiyor. Öyle ki bir sürü etkinlik ve kampanya yapıyor. Hatta an geliyor Rembrandt'ın Gece Devriyesi isimli şaheserini halka açık restore ediyor. Müze eğitimlerine önem veriyor, ziyaretçiyi mümkün oldukça özgür bırakıyor. (🖤) Yine de beklediği ivmeyi yakalayamamış olacak ki Instagram'a ilan vermişlerdi. Bunun üzerine sayıları kontrol ettim de rakipler 10 milyona koşarken, Rijks 1 milyon bile değildi. Yahu insan Rembrandt'ın, Vermeer'in, Brueghel'in hatırına takip eder diye düşünmedim değil. Ben bile gönül koydum Rijks adına. İçinde bulunduğumuz çağda müze bile olsanız görünürlüğünüzü yönetmeniz, sosyal medyada yer edinmeniz gerekiyor. Zamanın ruhunun dayattığı, bir tür kaçınılmazlık. 



Rijksmuseum'un dertlerine binlerce km ötesinden değindiğime göre, beni bilgisayar başına oturtan Helena van der Schalcke'nin portresine geçiş yapabilirim. Cadılar Bayramı olmasaydı bu yetişkin görünümlü bebeği tarihin derinliklerinde unutabilirdik!  

Küçük Helena'nın kimliği kaynaklarda açık biçimde yer alıyor; Anvers'in varlıklı kumaş tüccarı Gerard van der Schalcke ve dönemin sosyetesinin tanınmış yüzü Joanna Bardoel'in kızı olan Helena 1646 tarihinde dünyaya geliyor. Tablo Flaman janr ressamı Gerard ter Borch'un imzasını taşıyor. Ressam manzaradan portreye kadar farklı alanlarda çalışıyordu. 1640'lardan itibaren tüccar sınıfın portrelerini yapmaya yöneldi. Flaman portreciliğine getirdiği en büyük yenilik, figürler üzerinde yarattığı anıtsal etkiydi. 

Ter Borch, Helena'nın tablosunu yaptığı sırada küçük kız 3 yaşını bile doldurmamıştı. Ama hasır sepeti ve zarif elbisesi içinde ilk bakışta yaşından oldukça büyükmüş gibi geliyor. Hele son derece kaliteli bir ipekten biçildiğini anladığımız elbisenin detayları bu durumu daha da vurguluyor. Dantelli geniş yakalık, elbisenin kollarından görünen sert gömlek ve boynundan neredeyse göbeğine kadar inen kalın altın zincir çocuğa neredeyse olgun bir kadın havası katar. Çocuğun kolunda oldukça sert formlu bir hasır çanta asılıdır. Omzundaki fiyonklar ve elindeki karanfil bu olgun stili biraz olsun kıran ve resme sıcak renklerle dokunan yegane unsurlar olarak öne çıkıyor. Karanfil, esasen dönemin sık rastlanılan detaylarından biri. Diriliş ve sonsuza dek yaşama umudunun yalın bir simgesi olan karanfil, Flaman portrelerinde yaygın biçimde görülür. Öte yandan dikkat edilirse Helena'nın sırtından inen uzun bir kuşak dikkat çeker. Bu kuşak portrenin sahibinin yaşını ele veren en belirgin öğe diyebiliriz. Helena'nın sırtından sarkan parça,  annelerin çocuklarını kontrol etmek ve yürürken dengelerinin bozulmasını önlemek üzere kullandığı bir yürüme dizgini. 

Görünen o ki sanatçı kumaşı ve aksesuarlardaki pahalı ayrıntıları özenle betimlemiştir. İpeğin dokunsallığını, karanfilin kırılganlığını, altının gücünü doğrudan hissederiz. Sahnede çocuğun geldiği sosyal sınıf ve ekonomik durum bütün hatlarıyla önümüze konmuştur. Koyu renk fon ve bakışı Helena dışına çekmeyecek her ayrıntıdan azade bir anlatım. Nötr arka plan Ter Borch'un portrelerinin genel karakteristiği aynı zamanda. 

Karşımızda genç bir kadın gibi giyinmiş bir çocuk durmakla beraber, bunun 17. yüzyıl Flaman bölgesinde sıradan olduğunu hatırlatmakta fayda var. Bu dönemde çocuk giysileri ile yetişkin giysilerini birbirinden ayıran bir anlayış henüz gelişmemiş. Yani Helena 20 yaşında da olsaydı muhtemelen bu elbisenin aynısını giyecekti. Erkek çocuklar için de durum farklı değildi. 

Helena'nın yetişkin gibi ele alınmış, bebek portresi Cadılar Bayramı konseptiyle örtüşünce muzip müze yetkilileri esere biraz müdahalede bulunmuş. Malumualiniz nice oyuncak bebek korku filmi senaryolarında seri katildir. Bu meyanda kızıl saçlı, mavi tulumlu katil bebek Chucky'i anımsatmak boynumun borcudur.  Minik bedeninde ipekli kumaşın ağırlığını sürükleyen Helena'ya kara kanatlar eklenmiş, yırtık ağızlı ve karanlık gözlü bir makyaj yapılmış; elindeki hasır balkabağının korkutucu haline bürünmüş ve sonsuz yaşam umudunu taşıyan eline hayatın geçiciliğine gönderme yapan bir kurukafa eklenmiş. Ter Borch'un koyu fonundan fırlayan yeni Helena da harikulade bir karanlıklar prensesine dönüşmüş. Küçük Helena portrenin bu halini daha çok sevebilirdi gibi geliyor bana. O zaman kara kanatlı Helena portresiyle böööö! Hayatta bütün korkunçluklar böyle olsa keşke...

Veda Busesi

Velhasıl gelişmiş mizah anlayışı herkese lazım. Hatta müzelere de! Victoria devrinin göçmenlere görgü kuralları aşıladığı müze anlayışı çoktan değişti. En azından dünyanın güzide müzelerinde durum bu. Bizim daha yolumuz var. Bakalım müzelerimiz  (özel, devlet vs.) daha ne kadar tebessümden uzak, bakanlar kurulu ciddiyetinde paylaşımlara ve uygulamalara devam edecek? Hep birlikte göreceğiz.  Biliyorsunuz Efesli filozof Herakleitos "Değişmeyen tek şey değişimin kendisidir." derken haklıydı...