7 Nisan 2022 Perşembe

İstanbul'un Külliyelerinde Bir Gün




Başyapıtlar şehri İstanbul’un, müptelası olunan manzarasını adımlamak. Cadde cadde bir şehrin damarlarına yayılmak ve dahi mimarların izinde İstanbul’u yeniden keşfetmek. 

İstanbul silüeti kubbelerin gökyüzüyle yarattığı tarifsiz uyumu yansıtır. Kurşuni kubbeler imparatorluklar görmüş şehrin ayrılmaz bir bütünü gibidir. İstanbul manzarasında hayranlıkla izlediğimiz bu yapıların hatırı sayılır bölümü, Osmanlı’nın gündelik hayata değer  katan külliyeleridir. Bugün bu irili ufaklı kubbelerin peşinde, İstanbul’un bir zamanlar sosyal hayatını kökünden değiştiren külliyelerine yol alacağım.  




 

Üsküdar’ın dudağında Mihrimah Sultan Külliyesi

 Üsküdar Mihrimah Sultan Külliyesi’yle yeni güne başlıyorum. Mimar Sinan’ın Mihrimah Sultan için inşa ettiği külliye 1548’den bu yana Üsküdar’a yolu düşenleri huşuyla selamlıyor. Küçük avlusuna girdiğimde yirmi köşeli mermer şadırvanın önünden, cıvıl cıvıl Üsküdar sabahı ve uzakta sis pus içinde göz kırpan Beşiktaş’ı seçiyorum. Külliyenin camisinde yonca biçimli ayaklarla taşınan zarif kubbesi akılda yer ediyor. Avlunun diğer ucundan mukarnasla süslenmiş bir girişe bağlanıyorum. Önceleri yapının medresesi olan bu bölüm bugün tıp merkezi olarak şifa dağıtıyor. Külliyenin kesme taştan yapılmış Sıbyan Mektebi alt kotta kalıyor. Küçük bir mermer köşk gibi duran III. Ahmet Çeşmesi’ne indiğim sırada, çeşmenin suyunun sesine iskeleden yükselen küçük bir müzik grubunun sesi karışıyor. Müziğin ritmine kapılan bir dolu Avrupa yakası yolcusuyla birlikte Karaköy motoruna biniyorum. Martılar motorun etrafında dönerken Mihrimah Sultan Camisi’nin minareleri de ufukta kayboluyor.


Kısa süre sonra Tophane Meydanı’nda uçan payandaları ve kubbesiyle Ayasofya’yı anımsatan Kılıç Ali Paşa Külliyesi’ne varıyorum. Mimar Sinan imzasını taşıyan külliyenin camisi kasnaktan zemine dek yerleştirilen pencerelerle bir ışık denizi gibi etki bırakıyor. Camide 16. yüzyıl İznik çiniciliğinin başyapıtlarının zarafetine kapılmamak imkansız. Kılıç Ali Paşa Camisi gerek yapılışı, gerek banisi açısından çok ilginç hikayeler barındıran bir yapı olduğunu eklemek isterim. İstanbul'da inşaatında Cervantes'in çalıştığı kaç yapı bulabilirsiniz ki sonuçta? Camiden çıkıp taş ve tuğla duvarlarıyla hamam ve 18 kubbecikle örtülü medreseyle karşılaşıyorum. Külliye yapıları burada nefis bir sokak yaratmış. Bu manzaraya hakim konumuyla külliyenin bitişiğinde yer alan, bölgenin yeni mekanlarından Kemankeş Cafe’ye uğruyorum. Özel harman kahveler, badem-çikolata ikilisiyle damaklarda iz bırakan kurabiyeler, pesto soslu ızgara sebzeli sandviçlerle Kemankeş’in sofistike ortamı birleşince sonuç fevkalade oluyor. Kemankeş’te verdiğim ara Tophane-i Amire Kültür Merkezi’nin tarihi dokusuna kurulmuş olan güncel sergilerden biriyle son buluyor.




Kılıç Ali Paşa Külliyesi ve bitkisel motifleriyle göz dolduran Tophane Çeşmesi’nin ahengini hafızama not edip İstanbul’un fetihten sonraki ilk külliyesi olan Fatih Külliyesi’ne gidiyorum. Fatih Külliyesi, cami merkezli ve birçok yapıdan oluşan büyük bir din ve kültür kompleksi. Avlunun bir köşesinde uçuşan güvercinleri takip ederken medreselerden camiye yapının gerçek bir kubbe okyanusu olduğunu fark ediyorum. Cami avlusunda sivri külahlı şadırvan ve arkasında yükselen kubbeyle yaratılan çarpıcı etki iç mekanda da kubbenin ve taşıyıcıların olağanüstü heybetiyle devam ediyor. Külliyenin doğuya bakan kapısından çıkıp kentin en eskilerinden olan Valens Su Kemeri aksında Vezneciler’e kadar iniyorum.


 Eski İstanbul’a nazire yapan cumbalı evlerle donanmış sokaklar o muazzam Süleymaniye’ye açılıyor. Osmanlı İmparatorluğu’nun en görkemli dönemini sembolize eden Süleymaniye Külliyesi Mimar Sinan’ın dehasını İstanbul silüetine kazıdığı bir yapı olarak da büyüleyici. Süleymaniye gücü yansıtan bir yapı olarak 53 metre yükseklikteki kubbesiyle ziyaretçilerini hipnotize ederken, arazinin elverişsizliğine rağmen binaların yerleşimindeki eşsiz uygulamayla da hayranlık uyandırıyor. Günümüzde külliyeyi baştan başa kuşatan hamam, çevresindeki dükkanlar, kütüphane gibi yapılar halen kullanılıyor.  Buraya kadar gelmişken medreselerin gölgesinde Tarihi Erzincanlı Ali Baba’da kuru fasulye yemekse adeta bir geleneğe dönüşmüş durumda. 



İlahi Işık: Nur-u Osmaniye

Süleymaniye’nin ardından adımlarım beni Beyazıt’ın Sahaflar Çarşısı’na götürüyor. Eski ve yeni kitapların yayıldığı dükkanların arasından Kapalı Çarşı’nın coşkun ve alev gibi ışıldayan dokusuna geçiş yapıyorum. Nur-u Osmaniye Kapısı’ndan çıkmadan önce çarşının yeni restore edilmiş Sandal Bedesteni’nde vitrinlere ve restoranlara göz atıyorum. Çiniden mücevhere varan ürünleriyle Sandal Bedesteni rengarenk bir ortam sunuyor. Çarşının kendine has enerjisinin içinden sıyrılıp Nur-u Osmaniye Külliye’sinin önüne gelmem sadece saniyeler sürüyor. Nur-u Osmaniye Külliyesi kentin bir eşi daha olmayan yapılarından biri. Barok çizgilerin hakim olduğu yapı Osmanlı mimarlığının batılılaşma döneminin simgesi olarak kabul ediliyor. Çokgen avluda başlayan şaşkınlık, imaret, kütüphane, mihrap gibi yapılarda artarak devam ediyor. Mimarinin ince detaylarında bile aşırıya kaçmayan Barok düzen seziliyor. Nur-u Osmaniye’nin 18. yüzyılı yaşatan ortamından Babıali’ye doğru süzülürken bir devrin şehircilik anlayışının bütün çağları nasıl aydınlattığını düşünüyorum…


*Türk Hava Yolları'nın uçak içi yayımı,  Skylife Magazine'in Kasım 2017 sayısı için kaleme aldığım İstanbul'la özdeşleşen külliyeler ve İstanbul temalı yazı.


2 yorum:

  1. Bir gün beni de alsan yanına bu gezilerinde ne mutlu olurum :)
    ama iş hayatı yüzünden haftasonuna kalırım ki bu da gezi için çok kötü bir zamanlama
    sanırım. inşllh bir gün diyorum.
    yazın enfes her zaman ki gibi, sanki gezdim dolaştım ben de ..

    YanıtlaSil
  2. İstanbul ne güzel bir şehir keşke bu kadar pahalı olmasaydı ancak teşekkürler bu güzel paylaşım notlarınız için:)

    YanıtlaSil