Başyapıtlar şehri İstanbul’un, müptelası
olunan manzarasını adımlamak. Cadde cadde bir şehrin damarlarına yayılmak ve
dahi mimarların izinde İstanbul’u yeniden keşfetmek.
İstanbul
silüeti kubbelerin gökyüzüyle yarattığı tarifsiz uyumu yansıtır. Kurşuni
kubbeler imparatorluklar görmüş şehrin ayrılmaz bir bütünü gibidir. İstanbul
manzarasında hayranlıkla izlediğimiz bu yapıların hatırı sayılır bölümü,
Osmanlı’nın gündelik hayata değer katan külliyeleridir.
Bugün bu irili ufaklı kubbelerin peşinde, İstanbul’un bir zamanlar sosyal
hayatını kökünden değiştiren külliyelerine yol alacağım.
Üsküdar’ın dudağında Mihrimah Sultan Külliyesi
Üsküdar Mihrimah
Sultan Külliyesi’yle yeni güne başlıyorum. Mimar Sinan’ın Mihrimah Sultan
için inşa ettiği külliye 1548’den bu yana Üsküdar’a yolu düşenleri huşuyla
selamlıyor. Küçük avlusuna girdiğimde yirmi köşeli mermer şadırvanın önünden,
cıvıl cıvıl Üsküdar sabahı ve uzakta sis pus içinde göz kırpan Beşiktaş’ı
seçiyorum. Külliyenin camisinde yonca biçimli ayaklarla taşınan zarif kubbesi
akılda yer ediyor. Avlunun diğer ucundan mukarnasla süslenmiş bir girişe
bağlanıyorum. Önceleri yapının medresesi olan bu bölüm bugün tıp merkezi olarak
şifa dağıtıyor. Külliyenin kesme taştan yapılmış Sıbyan Mektebi alt kotta
kalıyor. Küçük bir mermer köşk gibi duran III. Ahmet
Çeşmesi’ne indiğim sırada, çeşmenin suyunun sesine iskeleden yükselen
küçük bir müzik grubunun sesi karışıyor. Müziğin ritmine kapılan bir dolu
Avrupa yakası yolcusuyla birlikte Karaköy motoruna biniyorum. Martılar motorun
etrafında dönerken Mihrimah Sultan Camisi’nin minareleri de ufukta kayboluyor.
Kısa süre sonra Tophane Meydanı’nda uçan payandaları ve kubbesiyle Ayasofya’yı anımsatan Kılıç Ali Paşa Külliyesi’ne varıyorum. Mimar Sinan imzasını taşıyan külliyenin camisi kasnaktan zemine dek yerleştirilen pencerelerle bir ışık denizi gibi etki bırakıyor. Camide 16. yüzyıl İznik çiniciliğinin başyapıtlarının zarafetine kapılmamak imkansız. Kılıç Ali Paşa Camisi gerek yapılışı, gerek banisi açısından çok ilginç hikayeler barındıran bir yapı olduğunu eklemek isterim. İstanbul'da inşaatında Cervantes'in çalıştığı kaç yapı bulabilirsiniz ki sonuçta? Camiden çıkıp taş ve tuğla duvarlarıyla hamam ve 18 kubbecikle örtülü medreseyle karşılaşıyorum. Külliye yapıları burada nefis bir sokak yaratmış. Bu manzaraya hakim konumuyla külliyenin bitişiğinde yer alan, bölgenin yeni mekanlarından Kemankeş Cafe’ye uğruyorum. Özel harman kahveler, badem-çikolata ikilisiyle damaklarda iz bırakan kurabiyeler, pesto soslu ızgara sebzeli sandviçlerle Kemankeş’in sofistike ortamı birleşince sonuç fevkalade oluyor. Kemankeş’te verdiğim ara Tophane-i Amire Kültür Merkezi’nin tarihi dokusuna kurulmuş olan güncel sergilerden biriyle son buluyor.
Kılıç
Ali Paşa Külliyesi ve bitkisel motifleriyle göz dolduran Tophane Çeşmesi’nin
ahengini hafızama not edip İstanbul’un fetihten sonraki ilk külliyesi olan Fatih Külliyesi’ne gidiyorum. Fatih Külliyesi, cami
merkezli ve birçok yapıdan oluşan büyük bir din ve kültür kompleksi. Avlunun
bir köşesinde uçuşan güvercinleri takip ederken medreselerden camiye yapının
gerçek bir kubbe okyanusu olduğunu fark ediyorum. Cami avlusunda sivri külahlı
şadırvan ve arkasında yükselen kubbeyle yaratılan çarpıcı etki iç mekanda da
kubbenin ve taşıyıcıların olağanüstü heybetiyle devam ediyor. Külliyenin doğuya
bakan kapısından çıkıp kentin en eskilerinden olan Valens
Su Kemeri aksında Vezneciler’e kadar iniyorum.
Eski İstanbul’a nazire yapan cumbalı evlerle
donanmış sokaklar o muazzam Süleymaniye’ye açılıyor. Osmanlı İmparatorluğu’nun
en görkemli dönemini sembolize eden Süleymaniye
Külliyesi Mimar Sinan’ın dehasını İstanbul silüetine kazıdığı bir yapı
olarak da büyüleyici. Süleymaniye gücü yansıtan bir yapı olarak 53 metre
yükseklikteki kubbesiyle ziyaretçilerini hipnotize ederken, arazinin
elverişsizliğine rağmen binaların yerleşimindeki eşsiz uygulamayla da hayranlık
uyandırıyor. Günümüzde külliyeyi baştan başa kuşatan hamam, çevresindeki
dükkanlar, kütüphane gibi yapılar halen kullanılıyor. Buraya kadar gelmişken medreselerin
gölgesinde Tarihi Erzincanlı Ali Baba’da
kuru fasulye yemekse adeta bir geleneğe dönüşmüş durumda.
İlahi Işık: Nur-u Osmaniye
Süleymaniye’nin
ardından adımlarım beni Beyazıt’ın Sahaflar
Çarşısı’na götürüyor. Eski ve yeni kitapların yayıldığı dükkanların
arasından Kapalı Çarşı’nın coşkun ve alev
gibi ışıldayan dokusuna geçiş yapıyorum. Nur-u Osmaniye Kapısı’ndan çıkmadan
önce çarşının yeni restore edilmiş Sandal Bedesteni’nde
vitrinlere ve restoranlara göz atıyorum. Çiniden mücevhere varan ürünleriyle
Sandal Bedesteni rengarenk bir ortam sunuyor. Çarşının kendine has enerjisinin
içinden sıyrılıp Nur-u Osmaniye Külliye’sinin
önüne gelmem sadece saniyeler sürüyor. Nur-u Osmaniye Külliyesi kentin bir eşi
daha olmayan yapılarından biri. Barok çizgilerin hakim olduğu yapı Osmanlı
mimarlığının batılılaşma döneminin simgesi olarak kabul ediliyor. Çokgen avluda
başlayan şaşkınlık, imaret, kütüphane, mihrap gibi yapılarda artarak devam
ediyor. Mimarinin ince detaylarında bile aşırıya kaçmayan Barok düzen seziliyor.
Nur-u Osmaniye’nin 18. yüzyılı yaşatan ortamından Babıali’ye doğru süzülürken
bir devrin şehircilik anlayışının bütün çağları nasıl aydınlattığını
düşünüyorum…
*Türk Hava Yolları'nın uçak içi yayımı, Skylife Magazine'in Kasım 2017 sayısı için kaleme aldığım İstanbul'la özdeşleşen külliyeler ve İstanbul temalı yazı.
Bir gün beni de alsan yanına bu gezilerinde ne mutlu olurum :)
YanıtlaSilama iş hayatı yüzünden haftasonuna kalırım ki bu da gezi için çok kötü bir zamanlama
sanırım. inşllh bir gün diyorum.
yazın enfes her zaman ki gibi, sanki gezdim dolaştım ben de ..
İstanbul ne güzel bir şehir keşke bu kadar pahalı olmasaydı ancak teşekkürler bu güzel paylaşım notlarınız için:)
YanıtlaSil