25 Ekim 2025 Cumartesi

AĞAÇLAR GİBİ KONUŞMAK (Gazete Pencere Röportajı)

Aslı Bora: “Sanatçılar, ağaçların kökleri gibi birbirine görünmez bağlarla bağlı”




Küratör Aslı Bora, Neşet Günal Atölyesi’nden yetişen sanatçıları bir araya getiren “Ağaçlar Gibi Konuşmak” sergisi “Çağın gürültüsüne karşı sessiz bir tefekkür alanı açıyor; duymanın, paylaşmanın ve birlikte var olmanın izini sürüyor." diye anlatıyor.

Gümüşsuyu’ndaki Brieflyart Galeri’de açılan “Ağaçlar Gibi Konuşmak” sergisi, farklı kuşaklardan altı sanatçıyı buluşturuyor. Sergi, 16 Kasım’a kadar ziyaretçilerini ağırlayacak. Altı sanatçının eserleri, bir ormandaki ağaçlar gibi birbirine değmeden, ama birbirini tamamlayarak duruyor. Gazete Pencere olarak sergiyi küratörü Aslı Bora ile konuştuk ve merak ettiklerimizi sorduk.

Serginin çıkış noktası Rilke’nin “Ağaçların arasında yalnız hissetmez insan; onlar hep birlikte ayakta durur” dizeleri. Bu dize sizde nasıl bir çağrışım yarattı ve serginin kavramsal ekseni nasıl bu fikir etrafında şekillendi?

Rilke’nin “Ağaçların arasında yalnız hissetmez insan; onlar hep birlikte ayakta durur”dizesi bana, tabiata içkin düzeni ve sessiz bir uyumu hatırlatıyor. “Ağaçlar Gibi Konuşmak” bu anlamda duygusal bir birliktelikten çok, formların ve düşüncelerin sürekliliğine işaret ediyor.

Sanat bir devamlılık halidir. Her yeni ifade, geçmişin tortusunu taşır, bazen farkında olmadan onlara yanıt verir. Ağaçların kökleri nasıl toprağın altında birbirine görünmeden dokunuyorsa, sanatçılar da zamanın içinde görünmez bağlarla birbirine bağlıdır. Akademi’nin içinde biriken sessiz bilgi, atölyelerin havasına sinmiş bir deneyim olarak bugünün sanatçılarında başka biçimlerde yaşamaya devam eder.

Bu sergi, o sessiz sürekliliği hatırlatıyor. “Ağaçlar gibi konuşmak”, sözcüklerin ötesinde, biçim ve varlık yoluyla iletişim kurmanın bir biçimi. Sanat burada anlatıdan çok ilişkisel bir düşünceye dönüşüyor; görünür olanın ardında, paylaşılan bir sessizliğin, ortak bir sezginin varlığını duyumsatıyor.

Kemal İskender

“Ağaçlar Gibi Konuşmak”, aynı atölyeden yetişmiş ama farklı dönemlerde üretim yapan Neş’e Erdok, Hüsnü Koldaş, Kemal İskender, Nedret Sekban, Resul Aytemur ve Ahmet Umur Deniz’i bir araya getiriyor. Bu kuşaklar arası buluşmada sizi en çok etkileyen ortak duyarlılık ne oldu?

Bu buluşmada öne çıkan ortak duyarlılık, Neşet Günal atölyesinden gelen o derin varlık bilinci. Günal, figürü salt bir form değil, insanın dünyayla kurduğu etik ilişkinin taşıyıcısı olarak görüyordu. Onun öğrencileri, bu düşünceyi kendi form anlayışları dahilinde yeniden yapılandırdılar: Neş’e Erdok’ta insanın çıplak hakikati; Nedret Sekban’da doğayla kurulan tensel ilişki; Hüsnü Koldaş ve Kemal İskender’de simgesel düşünme; Resul Aytemur ve Ahmet Umur Deniz’de ise zaman ve belleğin içe çöken ağırlığı.

“Ağaçlar Gibi Konuşmak” da bu meyanda salt bir ekol sergisi olmanın dışında bir ontolojik mirasın ifadesi olarak okunabilir. Sanatçılar arasında biçimsel bir benzerlikten çok, insan varoluşuna dair aynı sorunun farklı biçimlerde yankı bulduğunu görüyoruz, insan nasıl temsil edilir değil, insan dünyada nasıl var olur?

Neşet Günal Atölyesi, yalnızca bir eğitim mekânı değil; bir “ortak beyin” olarak tanımlanıyor. Sizce bu ortak düşünme biçimi, bugünün sanat dünyasında nasıl bir anlam taşıyor?

Neşet Günal Atölyesi’nin “ortak beyin” olarak tanımlanması, temelde bir öğretim biçiminden çok, bir düşünme geleneğine işaret eder. Bourdieu’nun alan ve habitus kavramlarıyla ilişkilendirdiğimizde, bu atölye, sanatçının yalnızca teknik becerilerini değil, dünyayla kurduğu etik ve estetik ilişkiyi şekillendiren kültürel bir alt yapı teşkil etmiştir. Günal’ın figürü biçim olarak değil, varoluşsal bir sorgulama alanı olarak ele alması, yetiştirdiği öğrencilerinin sanat anlayışına da sirayet etmiş, böylece atölye, kuşaklar arasında paylaşılan bir “epistemolojik hafıza” yaratmıştır.

Bugünün sanat dünyasında bu ortak düşünme biçimi, bireyselleşmiş ve piyasalaşmış sanat ortamında nadir rastlanan bir karşı duruş gibi yorumlanabilir. “Ortak beyin”, sanatçının kimliğini yalnız üretim üzerinden değil, düşünsel bir süreklilik içinde konumlandırır; geçmişle bağını koparmadan, çağdaş sorunlara eleştirel ve etik bir zeminden yaklaşma olanağı sunar. Günal Atölyesi bugün hâlâ, sanatın sadece biçimi değil, düşünce üretimini de önceleyen yaklaşımını temsil eden bir damardır.

Sergideki sanatçılar, kendi üsluplarıyla farklı alanlara yönelmiş olsa da, görünmez bir bağla birbirlerine tutunuyorlar. Bu sessiz diyalogları küratöryel olarak nasıl kurdunuz?

Bu sergideki sanatçıları bir araya getiren şey, ortak bir biçim anlayışından ziyade her birinin, sessizlik, dayanışma ve bir aradalık üzerine kendi düşünme biçimlerini geliştirmiş olmaları. Bu kavramları temsil etmekten çok, onların çevresinde dolaşmayı, onlarla birlikte düşünmeyi tercih ettim.
Sessizlik burada bir eksiklik ya da suskunluk gibi yorumladığım kavramlar olmadı. Aksine sessizliği anlamın yeniden biçimlenebileceği bir alan olarak ele almayı tercih ettim.
“Ağaçlar Gibi Konuşmak”, bu dengenin içinde bir bütün olarak kurgulandı. Sergi, izleyiciye açıklanacak bir kavramlar bütünü olmak yerine içinde dolaşıldıkça hissedilebilen bir ilişki ağı sunuyor.

                                               Nedret Sekban 

Sergideki işler, tıpkı bir ormandaki ışık geçişleri gibi birbirine alan açıyor. Bu ritmik düzeni kurarken mekânın rolü neydi? Brieflyart’ın atmosferi bu diyaloğu nasıl şekillendirdi?


“Ağaçlar Gibi Konuşmak” başlığı, bu sanatçıların ortak köklerine ve farklı yönlere uzanan dallarına bir gönderme. Neş’e Erdok, Hüsnü Koldaş, Kemal İskender, Nedret Sekban, Resul Aytemur ve Ahmet Umur Deniz, Neşet Günal atölyesinden gelen, gözleme dayalı figür anlayışını kendi özgün dillerine dönüştürmüş isimler. Aynı akademi belleğinden beslenen bu sanatçılar, bugün resimle düşünmenin farklı biçimlerini bir araya getiriyorlar.

Brieflyart’ın bir sergi alanı olarak, bu birlikteliği taşıyan sessiz bir orman gibi işledi. Her şeyden önce galerinin konumu yani Beyoğlu’nun eski atölyelerle, sanat okullarıyla, tiyatrolarla örülü dokusu, sanatçılar arasındaki görünmez bağı günümüze taşıdı. Beyoğlu, uzun yıllar boyunca sanat eğitiminin, atölye kültürünün ve kuşaklar arası aktarımın kalbi oldu, ki hala da öyledir. Ancak Ağaçlar Gibi Konuşmak seçkisindeki sanatçılar için Beyoğlu nostaljik bir düş değil, bir varoluş sahnesi. Bu seçki de o varoluş sürekliliğinin günümüzdeki uzantısı.

Brieflyart, yalnızca eserleri sergileyen bir alan değil, aynı zamanda farklı dönemlerin sanatçılarını ortak bir düşünme düzleminde buluşturan bir platform. Bu anlamda galeri, sessiz bir arabulucu gibi çalıştı diyebiliriz. Ustalarla genç kuşak arasında bir köprü kurarak, resmin geçmişle bugünü arasında organik bir geçiş sağladı.
Neticede “Ağaçlar Gibi Konuşmak” bir hafıza alanı , akademinin köklerinden Beyoğlu’nun çağdaş sanat damarına uzanan bir sürekliliğin ifadesi olarak yerini buldu.

                                       Neş'e Erdok

“Ağaçlar Gibi Konuşmak”ın izleyiciye yalnızca bakmayı değil, duymayı ve dinlemeyi de hatırlattığını söylüyorsunuz. Sizce bu sergi izleyicide nasıl bir farkındalık bırakacak?

Ağaçlar Gibi Konuşmak izleyiciye yalnızca görsel bir deneyim sunmuyor, aynı zamanda duyma, dinleme ve hissedebilme biçimlerimizi yeniden düşünmeye çağırıyor. Bu sergi, çağın hızına karşı bir tefekkür alanı açıyor; dikkatin, sessizliğin ve varoluşun özüne dair bir farkındalık öneriyor. İzleyiciyi durmaya, dünyayı yalnızca gözle değil, duyumsayarak kavramaya davet ediyor. Buradaki işler, gürültüyle değil sükûnetle konuşmanın, görünür olanın ardında süren başka bir varlık hâlinin izini sürüyor. Bu meyanda sergi, birlikte var olmanın, temasın ve sessiz bilginin imkânını sorgulayan bir düşünsel zemine dönüşüyor.

Sanatçılar, yüzeyin ötesine geçerek birbirine görünmez bir bağ kuruyorlar, tıpkı ormanın derinliklerinde birbirini hisseden kökler misali. Ağaçlar Gibi Konuşmak konuşmanın değil dinlemenin, hükmetmenin değil paylaşmanın, temsilden çok sezginin ortaklığını vurguluyor. Dijital çağın hızında bu sergi bir yavaşlama pratiği, varlığın özüne dönük, keskin bir tavır. Belki de asıl mesele, dünyanın yalnızca sesini değil, sessizliğin içindeki anlamı duymayı öğrenmek.

Son olarak, bu sergiyi hazırlarken sizi en çok duygulandıran ya da dönüştüren an ne oldu?

Akademi’nin koridorlarından Beyoğlu’na, oradan da kendi ifade alanlarına uzanan bir bütünlüğün parçası bu sanatçılar. Türk resmi için farklı sayfaları temsil ediyorlar. Beyoğlu’nda yaşamış ve Akademi’nin dönüştüğü Mimar Sinan’da yetişmiş bir sanat tarihçi olarak, her şeyden önce bu seçki üzerinde çalışırken ortak hafızanın bir parçası olmanın konforunu ve sıcaklığını yaşadım. Akademik bir ciddiyetle yaklaşsanız dahi, böyle bir çalışmada kişisel tanıklık, küratöryel pratiğin üzerinde bir sorumlulukla hareket etmenizi gerektiriyor.

Burada sanat tarihçi olmanın ağırlığı, her sanatçıyla kurduğum diyaloğu daha fazla derinleştirdi. Belki de beni en çok dönüştüren şey buydu, bir zamanın tanığı değil, o zamanın devamı olduğumun farkına vardım.




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder