1 Ekim 2021 Cuma

İstanbul'a Balık Mevsimi Geldi

 

İstanbul’un kalbi denizse, denizin sahibi balıktır. Ama balık deyip geçilmez de palamut denir, lüfer denir, uskumru denir…




 

Balıkçılığın tarihi neredeyse insanlık tarihiyle başlar. Şu hep kulağımızın bir kıvrımında bulunan “avcılık ve toplayıcılık” öyküsünün en önemli karakterleri balıkçılar; en doyucu av da hiç kuşkusuz balıklardır. Büyük medeniyetlerin, kadim şehirlerin ortasından gürül gürül akan nehirlerin yanı başında filizlenmesi bize çok şey anlatır. Gezegenimizdeki suların %97’si tuzlu su içerdiğinden, ummanın sırlarına hükmetme arzusu baskın çıkar. Hal böyleyken, dünya saati sürekli ilerlemeye devam ederken, ortasından nehir geçen şehirleri kıskandıran İstanbul haritalarda yer almaya başlar. Ve bu büyüleyici şehir, öyle bir yerdir ki denizden, lodostan, poyrazdan ve illa ki balıktan ayrı düşünülemez. Adı Byzantion’ken de uskumrunun, palamutun, kırlangıçın, levreğin diyarıdır burası. Balıklara o kadar değer verilir ki palamut figürlü sikkeler basılır. Roma, Bizans’ın ardından Boğaz balıkları Osmanlı mutfağının görkemine katılmıştır.


 


 

İstanbul’da denizin ve balığın izinde bir günü yaşamaya paha biçilemez. Zihnimde Türkan Şoray’ın canlandırdığı balıkçı Azize karakterinin yarattığı sıcaklıkla Rumeli Kavağı’nda alıyorum soluğu. Sabahın dinginliğinde sandallar, köpük saçan dalgalar, bir batıp bir çıkan deniz kuşlarının yarattığı sade ve kusursuz bir resmin içinde buluyorum kendimi. İncir ağaçlarından yükselen koku iyotun mayhoşluğuyla birleşip havada asılı kalıyor adeta. Sahil boyunca balık restoranları,çay bahçeleri ilk hazırlıkları için yeni yeni hareketlenirken, ahşap bir barakada tuttuğu tekirleri ayıklayan balıkçı İsmail Büyükcingöz’ün yanına ilişiyorum. İsmail Bey balıkçı bir ailede doğmuş ve uzun yıllar büyük bir bankada idareci olarak görev yapmış. Emekliliğin ardından yeniden mavi sulara dönmüş, tecrübeli bir amatör ruhla karşı karşıyayım:  “Çocukken ağ tamiriyle başladım, olta hazırladım, balık tuttum, Boğaz’ın 50 yıl önceki bereketine şahit oldum. Lüfer bu denizin en lezzetli balığıydı lakin artık çok azaldı, doğru avlanmak, kurallara uymak İstanbul’luyu daha çok balıkla buluşturmak gerek.” diyor.




İsmail Bey’i tekirleriyle baş başa bırakıp Rumeli Kavağı Balıkçı Barınağı’na doğru yürüyorum. Burada denize açılmak için son hazırlıklarını yapan Baltık Reis Teknesi’nin reisi Ali Sarıhan’la bir araya geliyoruz. Ali Kaptan’ın bütün hayatı deniz. Sadece İstanbul’da değil, atlasın değişik noktalarında da balıkçı teknelerine kaptanlık etmiş bir balıkçı. Ama Boğaz’da balık tutmanın farklı bir deneyim olduğunun altını çiziyor: “Boğaz’da balık tutmak çok  zordur. Balıkçı oldukça yoğun bir akıntıyla mücadele eder. İklimin sertleştiği zamanlarda rüzgara da göğüs germek gerekir. İstanbul’da profesyonel anlamda balıkçılık yapanlar dünyanın her yerinde bu mesleği yapabilir, fakat farklı denizlerden gelip İstanbul’da çalışmak o kadar kolay değildir. Ancak şunu da eklemek gerekir Boğaz’da balık tutma sürecinin  ardından balığı tuttuğunuz an muhteşem hissedersiniz. Dünyada bu hissi tattıracak başka bir deniz  de yoktur.”   Deniz farklı bir tutku, hele Boğaz apayrı bir düş. Ali Kaptan’a Boğaz’ın martılarını soruyorum: “Martılar rızkımızın ortağı, asla doymazlar yine de şikayetçi olduğumuzu sanmayın. Hele palamut zamanı gelsin, bu beyaz kanatlı kuşlar balıkçılara farkında olmadan yol gösterir. Balıkçılar denizin dilinden anladığı gibi, martıları da anlar.”diye anlatıyor.  Baltık Reis’in vira demir saati gelip çatınca bana  Ali Kaptan ve  mürettebatına bereketli bir gün dilemek düşüyor.





Az sonra iskeleye düdük çala çala yanaşan Şehir Hatları Vapuru’na atlıyorum. Vapur bu anlarda Boğaz’da süzülen bir deniz kuşu sanki. Yalıları, büyük yük gemilerini bir çırpıda geçiyoruz. Arnavutköy İskelesi’de inip sahile karışıveriyorum.  İstanbul’un keyifli yürüyüş rotalarından biri olan Arnavutköy sahili olta balıkçıları için de cazibe merkezi.  Rengarenk oltalar, arada bir sudan gururla çıkarılan balıklar, birbirine taktik veren balıkçılarla Arnavutköy’de sıradan bir gün. Olta balıkçısı Vahit Bayrakçı’yla böyle bir atmosferde konuşuyoruz. Rüzgar epeyce süratli ancak Vahit Bey halinden memnun:“Olta balığında istavrit, mezgit, tekir çıkar. Boğaz’da yakalanmış istavrit gibisi yoktur. Oltayla balık tutmak büyük keyif, hele balık oltaya vurduğu an muhteşemdir. Stres atmak için en iyi yol”  Akıntı Burnu’nun çılgın rüzgarını geride bırakarak tarihi evler,kıyıya bağlı tekneler arasından ilerleyip adını Barbaros Hayrettin Paşa’nın gemilerini bağlamak üzere diktirdiği beş adet taştan alan Beşiktaş’a varıyorum. Her sokağı ayrı bir evrene açılan semtte Köyiçi’nde Balıkçılar Çarşı’nın yolunu tutuyorum. Tezgahları palamutlar, hamsiler işgal etmiş, çok da iyi etmiş durumda. Rokadan soğana, turptan limona “balığın yanında iyi gidenler kategorisi” de balıkçı tezgahlarının yanında hazır. Çarşının eskilerinden Bizim Balıkçı’dan Mehmet Karslı balık alırken satıcınıza kulak verin diyor: “Her mevsimin, her ayın balığı farklıdır. Boğaz suyunun sıcaklığına, tuzuna göre balığın lezzeti değişir. Lüfer, istavrit, palamut ve uskumru İstanbul’un vazgeçilmeyen lezzetleridir. 40 yıldır sularımıza küs olan uskumru geri döndü bu nedenle en gözde balık.”







Çarşı her geçen saniye daha fazla kalabalıklaşırken, bütün gün izini sürdüğüm balıkları bir de pişirenden dinlemek ve tadına bakmak üzere Beşiktaş’ın balık restoranlarıyla süslü sokaklarında aydınlık dekorasyonuyla hemen göze çarpan Aterina Balık Restoran’a uğruyorum. Aterina Balık kendine has tariflerle yapılmış balıkları,mezeleri ve tatlılarıyla Beşiktaş’ın şahsına münhasır mekanlarından. Restoranın hem şefi, hem ortağı  Çiğdem Göntürk Coşkun İstanbul’da balığın mutfak aşamasını anlatıyor: “Biz Aterina Balık olarak öncelikle mevsiminde çıkmayan balığı bulundurmamaya çabalıyoruz. Böylelikle lezzet ve servis açısından belirli standardı yakalamış oluyoruz. Balık üretimi ve sürekliliğini desteklemek adına farklı adlarla sunulan olgunlaşmamış Lüfer’i satmıyoruz. Küçük bir işletme bile olsak gelecekte Boğaz’da bütün bu çeşitliliğinin korunmasına katkı sağlamak istiyoruz.” Çiğdem Hanım bu duyarlı tutumunun yanında İstanbul’da balık yemenin yarattığı ayrıcalığa da vurgu yapıyor: “İstanbul balıkların geçiş noktası, aynı zamanda dinlendikleri yer, dinlenmiş balık yağlanmış, dolayısıyla lezzetli balıktır. Bu yüzden İstanbul’da balık yemek bir lükse dönüşür. Biz bu nedenle çok şanslıyız. Denizimizin kıymetini bilelim, sonra da ne çıkarsa yiyelim.”

 

*Türk Hava Yolları'nın uçak içi yayımı,  Skylife Magazine'in Ekim 2017 sayısı için kaleme aldığım balık ve İstanbul temalı yazı. 


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder