1 Temmuz 2020 Çarşamba

Katı Olan Her Şey Buharlaşıyor'ken...



Marx ve Engels imzasını taşıyan Komünist Manifesto siyasi yaşamda, felsefi tartışmalarda, gündelik hayatta ve son olarak da sosyal medya evreninde kendi bağlamında ya da çoğu zaman bağlamı dışında popüler olmayı başarmış bir metin. Komünist Manifesto’nun içinden değişik pasajlar günümüzde zaman, mekan ve konu gözetilmeden her yerde karşımıza çıkabiliyor. Komünist Manifesto’nun popüler söylemlerinden biri de Marshall Berman’ın modernizm, modern insan ve modern hayatla hesaplaşıp, ardından postmodernite karşısında modernizmi desteklediği kitabı Katı Olan Her Şey Buharlaşıyor’u yazmaya sürükleyen bölüm:

"Peşlerinde kadim ve hürmete şayan önyargılar ve kanaatler silsilesini sürükleyen tüm durgun, donuk ilişkiler silinip süpürülüyor; yeni ortaya çıkan her şey daha kemikleşemeden miadını dolduruyor. Katı olan her şey buharlaşıp havaya karışıyor, kutsal olan her şey dünyevileşiyor ve sonunda insanlar kendi hayatlarının gerçek koşullarıyla ve diğer insanlarla ilişkileriyle yüzleşmeye zorlanıyorlar."

Berman eserinde modernizmi, durmaksızın değişen bir dünyada insanın kendini evinde hissetmek üzere verdiği mücadele olarak ifade ediyor. Kitabın giriş bölümünde 19. yüzyıldan başlayıp, 20. yüzyılda zirveye ulaşan elektronikte, bilimde, sanatta, mimarlıkta ortaya çıkan gelişimin bütün ışıltısı içinde modernliğin uyandırdığı katışıksız hayranlığın bir dökümüyle karşılaşıyoruz. Garcia Marquez, Carlos Fuentes gibi yazarların, Robert Wilson gibi tiyatrocuların, Kenzo Tange, Mies van der Rohe gibi mimarların, Walter Gropius gibi ortalığın karışmasına aldırmayan tasarımcıların, Jackson Pollock gibi ressamların coşkuyla karşılandığı bir çağda, modernizmin 19. yüzyıla göre nasıl bir aşkla sahiplenildiğini fark ediyoruz. 19. yüzyılın entelektüelleri arasında modernizm tuhaf bir gerilim yaratırken aynı anda hayranlık da uyandırıyordu. Bu çelişki kendi içinde yarattığı dinamikle yaratıcılığın ateşleyicisiydi. Ancak bir sonraki yüzyılda her şey daha kesin sınırlarla ele alındı. Kesin ayrımların hüküm sürdüğü 20. yüzyıl içinde modernizm birbirinden bağımsız iki alan yarattı. Bunların ilki modernizmi, yeninin ve farklının ışığında kutsadı ve gönülden sahip çıktı. Bütün zamanların mirasını gözeten ve klasik dünyanın kesinliğinden vazgeçmeyen ikinci gruptakiler ise modernizme şiddetle karşı durdu.



Elbette modern olmak (biraz da belirsiz karakteri gereği) birkaç cümleyle tanımlanamazdı ve Berman’da tutarlı bir şekilde metin boyunca modern olmanın değişik tariflerini sundu: 

"Modern olmak, paradoks ve çelişkilerle dolu bir hayat sürmek demektir. Çağdaşlık ortak yaşamları kontrol etme ve çoğu zaman yok etme gücüne sahip devasa bürokratik örgütlerin gölgesi altında yaşamak, ama gene de bu güçlerin karşısına çıkmaktan, dünyayı değiştirmek ve bizim kılmak için savaşmaktan bir an olsun caymamak demektir. Aynı zamanda hem devrimci hem muhafazakar olmak, yeni deneyim ve serüven olanaklarına kucak açmak, ama bir yandan da çoğu modern serüvenin yol açtığı nihilistçe derinlikler karşısında korkuya kapılmak, her şey buhar olup giderken bile gerçek şeyler yaratıp onlara tutunmak istemiyle yanıp tutuşmak demektir. Hatta denilebilir ki tam anlamıyla modern olmak biraz da antimodern olmak demektir."

Modern olmanın paradokslarını, çelişik tavrını ve yukarıdaki pasajda sadece bir metafor olarak kullanılan savaşmanın gerçek dünyadaki yansımalarından biri, kitapta Futuristler olarak vücut buluyor. Berman İtalyan Futuristler’ini gayet yerinde bir benzetmeyle “tutkulu partizanlar” olarak niteliyor Bilimin zaferle ilerleyişine sımsıkı sarılan Futuristler’in, başka ülkelerdeki birçok çağdaşı gibi 1914’te savaşa gönüllü olarak katıldığını görüyoruz. Modernizm bu aşamada bütün yönleriyle bu savaşa methiyeler düzen sanatçıları, bilim insanlarını ve aydınları aynı paradoksun içinde eritiyor. Gerçekten de Futurist heykeltıraş Umberto Boccioni gibi isimler cephede, hayranlık duydukları teknoloji harikası bir silahın kurbanı olurken, geride kalanlar Mussolini’nin ya da Hitler’in kurbanı olacaklardı. Berman her ne kadar modernitenin bir dökümünü yapmadığını söylese de aslında her yeni baskıya yaptığı önsözde bile devam eden bir süreci anlatmaya devam ediyor. Berman temelde kitabı üç bölüme ayırmış durumda. 16. yüzyıldan 18. yüzyıla kadar olan ilk kısımda çelişkilerle karşılana ama yeni olmanın da coşkuyla karşılandığı, nispeten tanımlanamaz bir ortam ele alınıyor. Fransız İhtilali’nin özgürleşme rüzgarıyla savrulan ikinci bölümde modern toplumun doğuşuna ve gelgitli dramatik mizacına şahit oluyoruz. İlk evrenin kahramanı modern kültürden ayrı düşünülemeyen Goethe’nin trajik figürü Faust oluyor. Faust’un modern dünya halindeki hikayesi üç dönüşüm içinde okuyucuya sunuluyor. Başlangıçta Hayalci olan karakter, Mephistopheles’in yönlendirmesiyle sonraki aşamada bir Aşık'a evrilir. Finalde aşk bir travmaya dönüşür ama kahramanımız küllerinden doğar ve artık bir Geliştirici haline gelmiştir ki bu da hayatının en muazzam anıdır.

Kendi kendini anlamak isteyen modern insanın trajedisini yansıtan Goethe’nin Faust’unun ardından, kitabın ikinci bölümünde karşımıza Marx çıkar. Ekonomi ve politikada modernleşmenin sembol isim olmasına alışkın olduğumuz Marx kültür üzerinden modernizmi okurken pek sık rastladığımız bir kişilik değildir aslında. Bu bağlamda Berman Marx hakkında şöyle bir saptama yapıyor: "Marx modernizm hakkında, modernizmin onun hakkında söylediklerinden daha çok şey söyleyebilir bizlere." Bu meyanda Berman, Komünizm’i açık biçimde bireyselci ve durmaksızın gelişme idealini odak noktasına koymasıyla saf bir modernlik tasavvuru şeklinde ele alır. Örnek olarak Marx’ın devrimci toplum anlayışını değerlendirirken burjuvazinin etkin rolüne değinir. Bir kere endüstriyel gelişimi desteklediği için burjuvazi önemlidir. Endüstriyel gelişimden kaynaklanan rekabet, işçileri birbirine bağımlı hale getirecek ve sonuçta ortaya birlik olmuş bir işçi sınıfı çıkacak. Marx kapitalist üretim sisteminin ister istemez işçiler arasında komünal birlik yaratacağını savunur. Ancak bu noktada Berman duruma şöyle bir yorum katar: 

"Ama bu genel modernlik tasavvuru doğruysa, kapitalist sanayi tarafından üretilen komünite biçimlerinin diğer herhangi bir kapitalist üründen daha kalıcı olması için ne sebep var? Bu kollektiflikler de diğer her şey gibi kısa ömürlü, gelip geçici, eskiyince atılmak üzere tasarlanmış olmaz mı? […] Böyle gevşek ve kaygan bir zeminde kalıcı insani bağlar nasıl gelişebilir? […] Kapitalizmin ergimesine neden olan toplumsal güçlerin komünizmi de ergimesini ne engelleyecek? Modern hayatın dinamiğinde kurulacak komünal birliğin geçiciliğinden yola çıkılır ama bu kadarla da kalmaz. Marksçı diyalektiği irdelerken modern insanın uçarı benliğini de göz ardı etmemek gerekir. Gizemlerle örülü modern insanın bireyselliği de risk altına girer. Toplum ve topluluğun koruyamadığı bütünün, birey ölçeğinde korunabileceğini garanti etmek olası değildir. Öte yandan Marx’a göre, sanat, bilim, teori bir toplumsal üretim tarzıdır. Hal böyle olunca entelektüel kesim kaçınılmaz biçimde proleteryanın bir parçası haline gelir. Böylece piyasanın bağlantıları herkesi içine alabilecek bir forma kavuşacaktır. Entelekrüellerin burjuvalara duyduğu öfke de bütün bu anlatı içinde yersiz bir hal alır. Zira “Burjuvazi her alanda olduğu gibi kültürde de üretim araçlarını kontrol etmektedir ve yaratmak isteyen herkes onun yörüngesi içinde çalışmak zorundadır." 

Burada aklımıza dünyada bazı şeyleri değiştirmek isteyen Goethe’nin Faust’unun ödemek zorunda olduğu bedel gelir. Çünkü o da bir entelektüel model temsilidir. 

Berman Marx’ı ilk ve en büyük modernistlerden biri olarak gördüğünü metin boyunca yineliyor. Modern hayattan şikayet eden günümüz insanının, içinde bulunduğu durumu değiştirmek (anlamak) üzerine kafa yorarsa ister istemez Marx’a uzanacağını idrak ediyoruz. Bu yazarın Marx’ı bu denli kritik etmesinin nedeni olarak önümüzde beliriyor. Yazarın beklentisi Marx’ın insanlığı modernizmin dayattıklarından kurtarması değil, modernizmin çelişkilerini kısa yoldan göstermesini sağlamak. Burada Marksçı diyalektiğin çelişkileri ve problemlerine vurgu yapılır ancak Berman bunu kesinlikle modernizmin doğasından ayrı düşünmez. 

Berman’ın modernizmle hesaplaşması, adı modernizmden ayrı telaffuz edilmeyen Baudelaire’le devam eder. Modernizm konusunda katı bir savucu olan Boudelaire, sokaktaki insanda, hatta sokağın kendisinde modernlik arar. Sanatçınınsa modern olmaması düşünülemez. Bir kere sanat bireyseldir, sanatçı esini kişiseldir. Modern sanatçı geçmişe öykünemez ve kendisinden sonraki kuşakları etkileyeceğini aklından bile geçiremez. Modern hayatın armağanı olan yeni Baudelaire’de şevkle kutsanır. Yeni, bu ana aittir; gelecek yılın yenisi başka olacaktır. Her ikisi de modern hayatın içinde yer alacak ama aynı modern deneyimi sunmayacaktır. Modern hayatın akışkanlığı, uçarı havası ve uzlaşmaz tavrı Baudelaire için büyüleyicidir. Fotoğraf teknolojisinden ve onun sunduğu kesin gerçeklik Baudelaire’i dehşete sürükler. Bunu narsizm olarak değerlendirir. Kentsel doku ve Paris bulvarları ise modern şehrin alameti farikasıdır. Gerçekten de geleneksel şehir anlayışının terk edilmesinde ve “modern” kentlerin ortaya çıkmasında 19. yüzyılda hayatımıza giren bulvar ve Paris modeli ilerleyen yıllarda tekrar edilecektir. 

Bulvarlarla ortaya çıkan yeni Paris’te trafik artık şehrin kalbinden akacak ve yollar bir uçtan bir uca bağlanacaktı. Bulvarlar Paris’teki değişimin simgesiydi ama şehirde kanalizasyondan köprülere kadar köklü bir değişim gerçekleşiyordu. Fakat bu değişim yüzyıllardır görmezden gelinen kenar mahalleleri de görünür kılıyordu. Modern Paris, modern insanın zevkini yansıtan insanları da, ayağına giyecek pabuç bulamayanı da aynı estetik mekanda birleştirmeyi başarmıştı. 

Berman’ın kitapta modernizmi Goethe, Marx, Baudelaire gibi isimler üzerinden okuyucuya sunarken Nietzsche, Kierkegaard, Çernişevski, Dosteyevski’den de referanslara başvurmayı ihmal etmiyor. Diğer taraftan kentleşme ve mimari Berman’ın modernizm okumasının somut alanı. Avrupa modeli gözetilerek ve kuruluşu öyküsü insanı hüzünlendiren Petersburg, Berman’ın bu bağlamda ele aldığı şehirlerden biri. Şehrin inşası, gelişimi, Rus tarihindeki yeri ve Dostoyevski’den Gogol’a Rus edebiyatı üzerindeki yansımaları uzun uzun betimleniyor. Bir modernlik debelenmesi içinde ortaya çıkan Billur Saray ve onun Rus düşüncesi içindeki tuhaf imgesine değiniyor. Berman’ın "modern hayatın nasıl tasavvur edilip, yaşanacağını tüm dünyaya göstermek için yapıldı", dediği New York bu şehirlerden bir diğeri. 

Ancak yazarın ikinci baskı için kaleme aldığı önsözde yer alan Brasilia örneğini modernizm ve kentsel yapı üzerine daha etkileyici buluyorum. 1960’larda, coğrafi konumu nedeniyle Brezilya’nın tam kalbine inşa edilen Brasilia, modern mimariyi yaratan adamlardan biri olarak görülen Le Corbusier’nin öğrencileri Lucio Costa ve Oscar Niemeyer’in imzasını taşıyordu. Şehir jet uçağı gibi tasarlanmıştı. Ve kuşbakışı olarak bakıldığında muazzam bir etki bırakıyordu. Fakat bir sorun vardı. Şehrin içinde yaşayanlar, sokaklarında gezenler için bunun hiçbir karşılığı yoktu. Yaşamak için elverişsiz, insanı yalnızlaştıran bir dokuya sahipti. Büyük meydanlar ekseninde gelişen Latin şehirlerinin bütünleştirici havasından uzak, boş bir uzam gibiydi. Oysa. hocasının izinden giderek yüzyılın en etkili mimarlarından biri olan, tasarımcı Oscar Niemeyer bunun tam aksini iddia ediyordu. Brasilia, halkın ümidinin somut haliydi, ona yapılan saldırı direk halka yapılmış sayılırdı. Tabi ki Niemeyer’i destekleyen bir çevre de vardı ve bu tasarımın modernizmin ulaştığı zirve olarak görüyorlardı. Bu bir bakıma şehrin tasarlandığı 60’lar için doğru bir savunmaydı. Şehrin tasarımı kesinlikle moderndi, pekala halkın da şehirlerinin modern görünmesini istiyor olması anlaşılabilir bir şeydi. Bu ümitli girişim, teknolojinin bütün imkanlarını kullanan tasarımcılar tarafından Brasilia’nın gerçeğe dönüşmesiyle istenilen sonucu vermiş miydi? Brezilya yeni başkentin inşasından kısa süre sonra askeri darbeye maruz kaldı. İnsanlar Brasilia’da toplanacak, konuşacak yer bulamadılar. Şehir adeta onları ele vermek için tasarlanmış gibiydi. Niemeyer’in bütün bu çerçeve içinde çok üzgün olduğunu düşünüyorum. Hayatı boyunca diktatörlüğün karşısında durmuş birinin böyle bir durumu kavramaması olanaksız görünüyor bana. Fakat büyük uğraşlar verip, gerçekten yarar sağlamak istediğiniz topraklarda böyle bir şeye sebep olduğunu da itiraf etmek kolay olmasa gerek. Bu arada kendisi Brezilya için çok çalışmış bir mimar, Niteroi Çağdaş Sanat Müzesi de kendisinin elinden çıkma. Ne yazık ki görünüm olarak bir uzay gemisine benzese ve strüktür açısından benzersiz olsa da müze olmak için bazı sıkıntılara sahip olduğu açıktır. Ama bu dile getirilmez, çünkü müze şehrin sembolü haline gelmiştir.





Modernizm aslında kesin tanımları olmayan bir süreç. Sürekli değişen bir şeyi kelimelerle ifade etmenin zorlukları var. Berman’ın kitap boyunca modernizmi yeni baştan tanımlaması da bundan kaynaklanıyor. Berman sözlerine şu cümlelerle son veriyor: "İnanıyorum ki biz ve bizden sonra gelecek olanlar, bu dünyada kendimizi evde hissetmek için savaşmaya devam edeceğiz. Kurduğumuz evler, modern caddeler, modern ruh hali buharlaşıp havaya karışmaya devam etse de..."









2 yorum:

  1. ve ne yaparsak yapalım, ne icat edersek edelim, ne kadar yabancılaşırsak yabancılaşalım
    kendimize, ne kadar inkar etsek de kutsalı insana şah damarından yakın
    öze dönüş olacaktır sonuçta...

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. İnsanlık tarihinin en temel sorusu aslında. Ama dünyayı çok kötü kullandığımız bir gerçek, insanlık olarak.

      Sil