7 Kasım 2020 Cumartesi

Süleymaniyeli Bir Ekol: “İstanbul İşi”

Süleymaniye Külliyesi’nin gölgesinde başlayan bir sanat. İhtiyacın hizmetinde gelişen maden sanatının bir kentle özdeşleşmesi, dökümün iki kıtayı birleştiren şehirdeki yaratısı “İstanbul İşi”.


Emeğin ve ateşin hikayesidir maden sanatı. İnsanoğlu ateşle madeni uysallaştırma, cevherinden ayırma, saflaştırma, farklı madenlerle birleştirip alaşımlar yaratma fikrine erken dönemlerden itibaren kapılır.  Doğayla mücadele etmenin, yaşamın biraz olsun kolaylaşmasının bir yolunun da madene şekil vermek olduğu fark edilir.Zamanla yeni madenler, alaşımlar ve teknikler de işin içine girer. Takvim değiştikçe çağın ruhu madene kazınır.  

Madenin ehlileştirilmesi Türk kültüründe, Orta Asya’ya kadar uzanır. Türkler’in Anadolu’ya gelişinin ardından maden işlemeciliği hızla zenginleşir. Selçuklular madeni eserlere malzeme, teknik ve form açısından yeni bir soluk getirir. Osmanlı İmparatorluğu’nun tarihte yerini almasıyla Türk maden sanatı en görkemli devrine ulaşır. İmparatorluğun sınırlarının gelişmesi yeni madenlerin işin içine girmesini sağlar böylece maden sanatı hep bir gelişim içinde olur. Osmanlı’da madeni eşyalar ihtiyacın doğal sonucu olarak çeşitlenir. Bronz, pirinç, gümüş, bakır gibi madenler devasa surları delecek top, cephede kuşanılacak zırh, mürekkep koyulacak hokka, kahve taşınacak tepsi, aydınlanma için kandil ve şamdan, ısınmak için mangal, güzel koku için buhurdan, gülsuyu dağıtmak için gülabdan gibi sayısız eşyaya dönüşür.  



Süleymaniye Külliyesi ve Dökümcüler

Diğer taraftan maden işleri mimari alanda da yoğun biçimde kullanılır. Madeni şebekeler, kapı tokmakları, musluklar derken kısa sürede Osmanlı maden sanatı özgün bir karaktere ulaşmayı başarır. Kanuni Sultan Süleyman’ın tahta çıkmasının ardından genişleyen sınırlarla birlikte sanata da hız verilir.  Ne de olsa imparatorluk askeri ve ekonomik gücünün zirvesindedir. Sultan otuzuncu saltanat yılında kent siluetine eşsiz bir yapı armağan etmek üzere inşa faaliyetinin başlamasını emreder. Mimar Sinan’ın dehasını işlediği Süleymaniye Külliyesi’nin yapımı da dillere destan olur. İmparatorluğun dört bucağından malzeme İstanbul’a taşınır. Yapının anıtsallığı ölçeğinde maden işlerinin yapılması için Anadolu karış karış gezilir. Akdeniz’den Ege’ye Orta Anadolu’dan Karadeniz’e en maharetli döküm ustaları Süleymaniye çevresinde bir araya getirilir. İnşaat alanında birçok döküm atölyesi kurulur. Süleymaniye Külliyesi için gereken her madeni eser bu atölyelerde imal edilir. Gel zaman git zaman Süleymaniye’nin inşaatı biter fakat madeni tezyinat için gelen ustalar bir daha Süleymaniye’den ayrılmaz. Külliyenin vakfiyesinde yer alan dükkanlarda bu sefer halk için üretmeye devam ederler.  Bu tarihten sonra Süleymaniye özellikle pirinç ve bronz döküm eserlerle anılan bir bölge haline gelir. İbrikler, şamdanlar, aynalar, gaz lambaları, el fenerleri, kudümler, ziller gibi nice eser Süleymaniye ve çevresindeki atölyelerden evlere hatta saraya kadar girer. Anadolu’nun yerel üslupları İstanbul’da tam kıvamında kaynaşır ve bu yeni tarz madeni eşyalar “İstanbul İşi” ya da “Süleymaniye İşi” olarak nam salar.


Maden Sanatında Başkent Üslubu

Süleymaniye dökümcülerini ve yaratılarını daha yakından tanımak üzere hukukçu, araştırmacı ve koleksiyoner Haluk Perk’le bir araya geliyorum. Haluk Perk otuz beş yıldır koleksiyon işiyle uğraşıyor. Uzun süredir de ” İstanbul İşi” eserlerin izini sürüyor. Sayıları 2000’i aşan “İstanbul İşi” koleksiyonda nargileden mangala, kantardan sefertasına, hokkadan tepsiye kadar inanılmaz çeşitlilikte eser bulunuyor. Kazıma tekniğiyle yapılmış hamam tasları, ajurlu buhurdanlar, sade süslemeleriyle dirhemler bir zamanların yaşam biçiminde Süleymaniye dökümlerinin önemini görünür kılıyor. Haluk Perk geçmişin gündelik yaşamını anlatan bu eserlerin şehrin simgesi olduğunun altını çiziyor ve ekliyor Osmanlı maden sanatında başkent ekolünü yansıtan bu eserler İstanbul’un yegane usta üretimleri ve mutlaka bir müze bünyesinde izleyiciyle buluşmaları gerekiyor

 Eski bir İstanbul gravürü içindeymişim gibi hissettiren muhteşem eserler arasındaki sohbetimiz devam ederken Haluk Perk’in uzun yıllardır birlikte çalıştığı antikacı Cengiz Sedef de bize katılıyor. Cengiz Bey halk için üretilen eserlerle saray için yapılanların kalitesinde bir farklılık olmadığını vurguluyor ve; “Saraya yapılan bir gümüş tepsiyle, pirinçten yapılan bir tepside işçilik farkı yoktur. Hatta pirinç objeler gümüş kaplandığı zaman, insanlar yanılıp gümüş zannetmesin diye dökümcü loncası taklit diye belirtme ihtiyacı bile duymuştur.” diyor. 




Süleymaniye…

“İstanbul İşi” dökümün envai çeşit örneğini gördüğüm Haluk Perk koleksiyonunun ardından  Süleymaniye Külliye’sine gitme zamanı geliyor.  Süleymaniye’nin mimari dokusuyla katışıksız uyumu yakalamış döküm süslemeleri inceliyorum. Avludaki su terazisinin geometrik bezemeli döküm şebekelerine, kündekari kapıların gövdesine yerleştirilmiş dantel gibi kabaralara, kubbelerden gök yüzüne erişen alemlere dalıyorum. Süleymaniye Camii’nin büyüleyici kubbesinin gölgesindeki sokaklara iniyorum. Sanki döküm atölyelerinden hala ateşin sıcaklığı yükseliyor. Derinlerde metali biçimlendirmenin sesini duyuyorum. Süleymaniye Camii’nin hemen yanı başındaki Dökmeciler Hamamı Sokağı tabelasını görünce yüzlerce yıldır süregelen geleneğin tam yerine vardığımı anlıyorum.

Arnavut kaldırımlı bu sokakta yüzlerce yıl dökmeciliğin en güzel örnekleri sunulmuş. Fabrikasyon üretimin hayal dahi edilemeyeceği bir dönemde medeni işleyen ustalar İstanbul halkına ev içi ihtiyaçlarından ticari yaşantıya dek uzanan eşyalar üretilmiş. Ustadan çırağa geçen teknik ve bilgi uzun  yıllar taze kalmayı başarmış. Geleneksel döküm yöntemleri, alın teri ve kas gücünün bileşimi yankılanmış bu sokaklarda.  Şimdilerde Süleymaniye dökmecilerinin büyük kısmı başka sanayi bölgelerine dağılmış durumda. Süleymaniye civarında kalan atölyelerin sayısı oldukça az. Teknolojinin ve seri üretim yöntemlerinin geldiği noktada Süleymaniye’deki  dökmeciler bir bir kepenk kapatmış. 16. yüzyılda külliye inşasıyla başlayan döküm geleneğinin bu bölgede yalnızca namı kalmış. Birkaç tamirat atölyesi dışında, dökmeciler birkaç eski tabelada, kayıp gölgelerden ibaret. 

Veda Busesi

Süleymaniye dökümcüleri tarihin içinden çıkıp yeni zamanlara da biçim verse kent belleği için harikulade bir hatırlatma olmaz mıydı? İstanbul gibi kadim şehirlere ruh katan bu yapıları, diri tutmak sadece mimari bütünlüğü korumaktan mı ibaret? Süleymaniye gibi yapıların, şehirle kurduğu organik bağı ortadan kaldırınca Süleymaniye'de Süleymaniyeli doğasından koparılmıyor mu?İliklerine kadar sömürdüğümüz şehrin, bütün yaşamsal fonksiyonlarını saf dışı bırakıp, suçu yine İstanbul'a atıyoruz. Sevdiğimiz herkese ve her şeye yaptığımız gibi...

2 yorum: