Marmara’yı Ege’yle birleştiren, cazibesiyle dünyanın en ünlü destanına
ilham veren, kahramanlarına müteşekkir olduğumuz, her mevsimin güzeli
Çanakkale'yi anlatmaya devam ediyorum...
Kalbinden
deniz geçen şehirler, ozanların
şiirinde, seyyahların güncesinde, komutanların gönlünde hep başköşede durur.
Nadir bulunan güzellikler böyle yan etkiler yaratabilir (!) Brad Pitt’in
Akhilleus olarak hafızalara çakıldığı gişe rekortmeni filmin atının önünden
rüya gibi bulutlarla kaplı Boğaz’ı izlerken bu şehrin halet-i ruhiyeyi ters yüz
eden semptomları bana da bulaşıyor. Mitolojiler galaksisinden çıkıp, modern döneme
kadar şöhretini bir an bile yitirmeyen Troya Savaşı’nı sembolize eden tahta at,
bulutlu Boğaz sabahında fazlasıyla mitsel görünüyor. Atmosferin etkisinden çıkmadan,
konaklayacağım Büyük Truva Oteli’nin restoranında kahvaltı ediyorum. Ardından tekrar Kordon’u adımlayıp tarihi
saat kulesinin dibine varıyorum. Çanakkale’nin merkezini tanımak için yollara
düşmüşseniz kesinlikle yürümek, yürümek, yürümek gerekiyor.
Ayvalık’ın
sarımsak taşından 1897 tarihinde yapılan saat kulesini merkeze alıp yönümü ona
göre tayin ediyor, adresleri ona göre soruyorum. Farklı şehirlere gittiğim
zaman navigasyondan ziyade, yerel halka adres sormayı tercih ediyorum. Bu hem
biraz olsun sohbet ortamı yaratıyor, hem de bazen acayip komik anılar yaşamama
sebep oluyor. Saat Kulesi ve çevresi capcanlı bir yer. Kulenin bir tarafı
Kordon’a açılırken tam aksi istikamette yol alınca Çanakkale’nin tarihi
sokaklarından biri olan Fetvane’ye çıkılıyor. Fetvane Sokağı taş binaları ve
kahve kokusuyla hipnotize edici bir nokta. Söz konusu kahvenin karşı konulmaz
kokusu olunca kendimi Han Kahvesi’nde buluyorum. Mor salkımların rüzgarda
salındığı,ağaç gölgelerinde serinleyen, kendiliğinden nostaljik bir kahve. İl Kültür Müdürlüğü’nden aldığım haritaları
kurulduğum masama yayıp, kallavi bir Türk kahvesiyle anın tadını çıkarıyorum. Aslında kolumdaki kadranda akrep ve yelkovan
kovalamaca oynamasa bütün bir günü bu kahveye hibe edebilirim ama zamanım
kısıtlı. Han Kahvesi’nden çıkarken girişin sağ tarafında yer alan Kepenek
Keramik beni kendine çekiyor. Çömlekçilik ve her tür keramik bu şehrin
tarihinin bir parçası. Kepenek Keramik’te Çanakkale’nin tarihinden
esinlenilerek hazırlanmış çeşitli idoller, takılar, biblolar bulmak mümkün. Bu
küçücük dükkana girer girmez raflardaki her şeye hayran olsam da keramikten
üretilen Troya mührü replikasına adeta vuruluyorum. Troya Antik Kenti buluntuları içindeki ilk
yazılı belge olan Luvi dilindeki mühür, M.Ö. 12 yüzyıla tarihleniyor. Kepenek
Keramik’te benim beğendiğim mühür madalyon olarak tasarlanmış. Madalyon uygun
kordonla birleşip, boynumda yerini alınca, kendimi Toya’nın sahibi gibi
hissediyorum. O meşhur lafta dediği gibi “Mühür kimdeyse Süleyman O’dur” değil
mi ama?
Yeniden
Fetvane Sokağı’na inip, köşedeki Kent Müzesi’nin kapısını aralıyorum. 1800’lü
yılların başından kalma bir yapıda kurulmuş olan müze aynı zamanda bir kültür
merkezi olarak düzenlenmiş. Giriş katında güncel sergiler gerçekleştirilen
müzenin diğer bölümlerinde şehrin sosyal hayatından,tarihinden, anılarından
kurulu sabit bir sergi alanı bulunuyor. Yeniden sokağa çıkıp Yalı Camii’ne,
çevresindeki kahvelere, manzaranın en afilisine dalıyorum. Birkaç sokak sonra o
meşhur türküdeki yürek burkan Aynalı Çarşı’yla göz göze geliyoruz. İki caddeyi
birbirine bağlayan çarşı bugün hediyelik eşya dükkanlarına ev sahipliği
yapıyor. Kulaklarımda o duygulu türküyle Çanakkale Boğazı’nın en dar bölümünde
gemileri selamlayan Çimenlik Kalesi’ne yürüyorum. Çimenlik ya da Kale-i
Sultaniye bugün savaşın akışını değiştiren kahraman Nusret Mayın Gemisi’ni de
içine alan bir Deniz Müzesi’nin bünyesinde.
Deniz
kokusunu içime çeke çeke şehir haritasında işaretlediğim, adı Troya Antik
Kenti’yle özdeşleşen Manfred Osman Korfmann’ın adını taşıyan kütüphanede soluğu
alıyorum. Korfmann Kütüphanesi Surp Kevork Kilisesi’yle sırt sırta vermiş bir
yapı. Bir zamanlar kilisenin Sıbyan Mektebi olan kütüphanenin raflarını
Korfmann’ın ve başka bağışçıların kitapları süslüyor. Tarihin ve kültürün
şehri, o kadar çok rengi saklıyor ki birkaç sokak ötede şehrin sinagogunun
zilini çalarken buluyorum kendimi. Kısa bir ziyaretin ardından hafifçe başlayan yağmur tenime serin bir
ürperti serpiyor. Kordon’u takip edip alameti farikası seramik olan şehrin
Seramik Müzesi’ne sığınıyorum. Fatih Sultan Mehmet devrine kadar uzanan bir
seramik üretimi mevcut bu topraklarda. Seramik öylesine ciddi bir iş ki koca
şehre adını bile vermiş zaman içinde. Bugün Seramik Müze’si olan yapı Tarihi Er
Hamamı’nın dönüştürülmesiyle ortaya çıkmış.
Her
şehrin hikayesi vardır ya işte şimdi
Çanakkale’nin hikayesinin peşine düşme zamanı. Homeros’un dilinden çıkıp,
bugüne dek bir an bile şöhretini yitirmemiş tanrıları, kahramanları ve
fanileriyle gizemli bir çağa açılan Priamos’un Troya’sının çağrısına kapılmamak
olanaksız. Hele 2018 Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafından,Troya Yılı ilan
edilmişken Troya’ya dokunmak ayrı bir haz. Priamos’un hazinelerinden, mağrur ve
kahraman Hektor’un, Akhilleus’la mücadelesine bir efsanenin doğduğu toprakları
görmek gerçekten heyecan verici.
Troya
Çanakkale’nin en büyük hazinesi ama tek değil. Ezine ilçesinde yaklaşık 400
hektar üzerine kurulu bir Alexandria Troas var ki bu kadar göz önünde olup,
namı az bilinir olsun, inanılır şey değil. Günümüzde yeşilin kamuflajıyla
büyüklüğünü anlayamayıp,yanından geçip gidebilirsiniz. Ama yapmayın, tabelanın
çığlığına kulak verin ve devrinin en parlak ticaret şehrini görün. Anadolu’nun
en büyük antik kentlerinden biri olan Alexandria Troas ,Büyük İskender’in
komutanlarından Antigonos tarafından kurulur.
Birkaç yıl sonra yine İskender’in valilerinden
Lysimakhos devreye girip şehrin adını İskender’e övgü olarak “Alexandria Troas”
yapar. Gün gelir I. Konstantin bu şehri Roma İmparatorluğu’nun başkenti yapmayı
bile düşünür. Fakat başkent olma onuru
Konstantinopolis’e (İstanbul) sunulur. Belki de Troas’ın kaderi o gün değişir,
tarih küllerini savurdukça savurur. Alexandria Troas’ı gezmeye, öyküsünü dinlemeye
doyamasam da bölgeye çok yakın bir antik taş ocağına gitme fikrine tereddütsüz
“evet” diyorum. Neandria Kestanbol Antik Taş Ocakları’ndaki
manzara karşısında nutkum tutuluyor. 2800 yıl önce terk edilmiş bir granit
yatağı burası. Biçim verilmiş, yola çıkmaya hazır devasa sütunlar boylu boyunca
yatıyor önümde. Zeytin ağaçları altında uzanan granit sütunlar trajik ama bir o
kadar görkemli bir sahnenin ezeli ve ebedi oyuncuları gibi geliyor bana. Buraya ilk defa gelmeme hayıflanıyorum.
Çanakkale’ye bir kez daha hayran oluyorum…
Harika yazılarından biri yine. Görseller çok güzel zaten. Keyifle okuyorum. Keşke her gün yazsan , her konudan her telden de olsa devamlı
YanıtlaSilokunan köşe yazarları gibisin. çok seviyorum. ellerine sağlık.
Bu yorum bir blog yöneticisi tarafından silindi.
YanıtlaSil