28 Şubat 2023 Salı

50. Yılında The Godfather'la Atlas'ta Randevulaştık!

 Geçtiğimiz yıl The Godfather efsanesinin perdede hayat buluşunun 50. yılıydı. 2021 Aralık ayından itibaren bütün dünyada efsane üçlemenin ilk filminin gösterime gireceği haber medyada yankılandı. Biz de İstanbul semalarına açtık ellerimizi bir umut, 50. yılında "Marlon Brando da bizi görecek mi?" diye bekledik. Bu arada ne oldu; Francis Ford Coppola sağına Al Pacino, soluna Robert de Niro'yu Oscar'a töreninde boy gösterdi. Yıllardır The Godfadher'dan gelen alkışa doydukları ve biraz da yaşın verdiği o kusursuz iç huzuruyla Francis Ford Coppola Oscar sahnesinde sözünü sakınmadı tabi ki: 

 "Bu gibi anların samimi ve kısa olması gerektiğini düşünüyorum ve harika arkadaşlarımın buraya gelip sizinle bu kutlamaya katıldıkları için minnettarım. 50 yıl önce bu proje sıra dışı insanları bir araya getirdi. Birçoğu efsane ve o kadar çoklar ki hepsini sayamam ama hepsini iyi tanıyorsunuz. Bu yüzden yalnızca iki kişiye kalbimin derinliklerinden teşekkür edeceğim" dedi ve haliyle herkes bu olağanüstü ekipten kimlerin teşekküre layık bulunduğunu merak etti. Copolla bu meyanda bir sürpriz yaptı ve The Godfather romanının yazarı Mario Puzo'ya ve filmin yapımcısı Robert Evans'a teşekkürlerini sundu. Yönetmen sözlerini "Yaşasın Ukrayna" diyerek gündemdeki en önemli konuya dokunarak tamamladı. 


Copolla'nın teşekkürü filmin yapım aşamasını bilen herkesi şaşırtmıştır eminim. Gerçi geçtiğimiz yıl yayınlanan mini dizi The Offer ile konunun önemli bir bölümüne herkes hakim oldu sanırım. Filmin ve öncesinde romanın serüvenini bilmeyenlere kısa bir özet geçeyim. 

Sahi Mario Puzo kimdir?

Mario Puzo 1920'de New York'un Batı Yakası'ndaki göçmen gettolarından birinde doğdu. Demiryolu işçisi babası şizofreni tanısıyla hastaneye yatırılınca anne Maria yedi çocuğu ile hayata tutunmaya çalıştı. Büyük buhran ve büyük savaşın gölgesinde gelip giden sarkaçta ayakta kalmak kolay değildi. İtalyan mafyasının Amerika'da iyiden iyiye kök saldığı bu dönem Mario'nun içinde büyüdüğü ortamın genel panoramasını oluşturuyordu. Dramatik göçmen hikayeleri, annesinin gayreti, yeşermekte olan Amerikan rüyası Mario Puzo'nun çocukluğunun ta kendisiydi. 

Puzo yazım alanındaki ilk eserlerini 1950 civarında verdi. Bu arada II. Dünya Savaşı sırasında ABD hava kuvvetlerinde görev aldı ve ABD'nin ilk ücretsiz yüksek öğrenim kurumu olan City College of New York'ta eğitimini tamamladı. 1955 yılında Türkçeye Karanlık Arena olarak çevrilen The Dark Arena'yı yayımladı. Savaşın siviller üzerindeki dramatik etkisini anlattığı roman savaş sonrasının Almanya'sında geçen olay örgüsüyle yazar için beklenen çıkışı yaratamasa da eleştirmenler tarafından umut verici olarak kabul edildi. Devam eden yıllarda dönemin pek de prestijli olmayan erkek dergilerinde editörlük yaptı. Farklı mahlaslarla macera hikayeleri neşretti. 1960'ların ortalarında halen yazar olarak büyük bir etki yaratamamıştı. Beş çocuğuyla geçim sıkıntısı çekiyordu ve gırtlağına kadar borç içindeydi. 

1969 yılında The Godfather/ Baba'yı yayımladığında pek iç açıcı olmayan hayatında rüzgarı tersine çevirmeyi başardı. Kitap 67 hafta süresince New York Times'ın çok satanlar listesini işgal etti. Dahası sadece iki yılda 9 milyon satış rakamına ulaştı. Fakat göçmen İtalyan ailesinin Amerika'daki büyük suç örgütüne dönüşmesi hikayesi mafyayı rahatsız etti. Yine de sineye çekilecek bir tarafı vardı. Bu bir kitaptı ve eninde sonunda kısıtlı bir kitleye hitap edecekti. 

Hollywood'un altın çağının geride kaldığı bu dönemde büyük film stüdyoları edebiyat uyarlamalarına daha fazla önem verir olmuştu. Paramount Pictures'tan bazı yetkililer The Godfather'ın sıradan bir mafya hikayesinin ötesinde olduğunu keşfetmiş ve Puzo ile anlaşmak için çeşitli yolları denemeye başlamıştı. Puzo'nun menajeri gelen ilk teklifi reddetti. Gel gelelim stüdyo bu defa yazarla temasa geçti. Puzo teklifin düşüklüğüne aldırmadan çeki kabul etti. Ekonomik durumu hiç parlak değildi.



Senaryo aşamasına gelindiğinde Puzo'nun kitabı senaryolaştırmasının pek kolay olmadığı anlaşıldı. Yapımcı Albert Ruddy işi hızlandırması için Francis Ford Coppola'yı da senaryo aşamasına dahil etti. Puzo ve Coppola'nın imzasını taşıyan metin 45. Oscar Ödüllerinde (1972) en iyi uyarlama senaryo kategorisinde heykelciği kucaklayacaktı. 

Oscar Gecesinde Bir Apaçi!

Filmin oyuncu seçimleri de ayrı bir sorun kaynağıydı. Puzo ve Coppola'nın hayalindeki oyuncularla Robert Evans'ınkiler asla birbirini tutmuyordu. İlk kriz Al Pacino için yaşandı. Stüdyo Al Pacino'yu sevimsiz ve yetersiz buluyordu. Öyle ki bunu o kadar dillendirdiler ki bu tatsız söylemler genç Pacino'nun kulağına kadar gitti. Pacino'ya karşı önerilen isimlerin arasında Silvester Stallone'nin bile adı geçtiği düşünülürse Coppola'nın ısrarına müteşekkir olmamak imkansız. 

Stüdyonun muhalefet ettiği diğer isim Marlon Brando'ydu; kaşesi yüksekti ve eski popüler günleri çoktan geride kalmıştı. Brando'nun Vito Corleone karakterini canlandırması konusundan en ateşli direniş Puzo'dan geldi. The Godfather'in filme alınması fikrinin yeşerdiği ilk andan itibaren bunun hayalini kuruyordu. Baba'yı Marlon Brando'dan başkasına oynatmak düpedüz delilikti. Yapım şirketinin muhalefetine rağmen Puzo aktöre dokunaklı bir mektup yazıp, hayalindeki Vito Corleone'den söz etti. Brando film ekibiyle görüşmeyi kabul ettiğinde yakışıklı yüzünü çoktan sarkık yanaklarla değiştirmiş, saç rengini bir Akdenizliye yakışır biçimde siyaha boyamıştı. Coppolla, Brando'yla yaşadığı bu çarpıcı sahne sonrasında stüdyoyla ciddi bir kavgaya tutuştu Puzo haklıydı. Marlon Brando önce rolü, sonra bu rolle Oscar'ı aldı. Tarihin en çok ilham veren kurgusal karakterinin yaratımında aktörün payı büyüktü. Stüdyo yanılmıştı. 


Oscar gecesi gelip çattığında Akademi, Marlon Brando'yu en iyi erkek oyuncu olarak taltif etti.  Ve Brando uzun ve başarılı kariyerindeki ilk Oscar'ı almaya Sacheen Littlefeather isimli bir Apaçi gönderip ödülü Akademi'ye iade edince ortalık bir miktar karıştı. Sinema tarihinin en sansasyonel protestolarından birine imza atmış oluyordu. 

Yine de The Godfateher efsanesi başlamıştı ve stüdyo ellerini ovuşturuyordu. Hasılat göz kamaştırıcıydı ve her vesileyle yeniden gösterimlerle gelir elde etmeye devam ediyordu. Hala da ediyor. Hal böyle olunca serinin ikincisi ve üçüncüsü de çekildi. Video oyunu bile yapıldı. Film bugün bütün zamanların en iyi üçlemesi olarak anılmasının yanında birçok prestijli listede tarihin en iyi 10 filminden biri olarak gösteriliyor. 

Kutlamalar Aşkına: 50. Yıl

Yazının taa en başında da dediğim gibi The Godfather'ın 50. yıl etkinliklerini duyduğumda kalbimde tusunamiler oldu, fırtınalar çıktı. Seneler evvel Beyoğlu'nda bir kitapçıda Puzo'nun kitabını elime alışımdan başlayarak Baba'lı anılar zihnimde sürüklendi. Böyle güçlü fenomenlere hayranlık duyanlarda "en büyük hayran benim" kafası yaşanır içten içe. Haliyle bu beni de prangalarla bağlamış bir düşünce. Önce kitaba vurulmuşum, defalarca okumuşum. Bazı pasajlarını ezberden okurum yani o derece. Edebiyat uyarlamalarında ruhumuz berelense de Copolla ve Puzo beni hiç üzmemiş. Her sayfayı okurken nasıl hayal ettiysem, izlerken neredeyse aynısını bulmuşum...Tabi yaş yetmemiş film hiçbir vesileyle sinemada görülememiş. İşte bu 50. yıl, ufukta yanıp sönen deniz feneri olarak Baba'yı sinemada izleme ihtimalini yaratmasıyla haritama işlenmiş duruyor. 

Ha geldi ha gelecek derken, İstanbul Film Festival'inde iki seansçık bir lütufla bilet peşine düşüyorum. Afişlerde "Ona reddedemeyeceği bir teklif sunacağım. " sahnesiyle Vito Corleone racon kesiyor. 11 Nisan 2023 tarihi 21:30 seansına Atlas Sineması'nda büyük randevumuz ayarlanıyor. Atlas Sineması çocukluğumdan itibaren en sevdiğim salon. Eve beş  dakika ve benim için tam bir anılar kumbarası. Restorasyondan sonra hiç gitmedim, hatırladığım gibi değilse ihtimali hep aklımı meşgul ediyordu çünkü. 

Kafamda deli sorularla ve böyle yazıp çizmekten bitap düştüğüm Nisan akşamında gittik Atlas'a. Caddeye kadar uzanan, kıvrılan, bükülen bir Corleone kuyruğu. Festivalin en kalabalık gösterimi olarak istatistiklere kaydedilen bir seans. Bileti olan kelebek gibi uçuyor, olmayan kara borsaya razı. Deli gibi bilet soruyor herkes birbirine. 



Tarihi salonda locaya geçip oturduk. Salonda iğne atsanız iğnenin gidecek yeri yok bir kalabalık. Açılışta perdede ilk Mario Puzo yazısı belirdi.  Fonda malum Nino Rota'nın artık tarihe mal olan müziği çalıyor. Bütün salon şuursuzca alkışlıyoruz, alkışlıyoruz ve alkışlıyoruz...İnanın salonun yarısından fazlası ağlıyor bu anda. Ben de dahil. 

İlk defa izler gibi kimsede çıt yok. Tom Hagen'in soğukkanlılığına yine bayıldım; Mike'ın adamları indirdiği restoranda yine yemek yemek istedim; Luca Brasi'nin son saniye kurtulacağını ümit ettim (Katiller film karakteriyse sevilebilir kanımca). Tessio'nun hain çıkması yine kalbimi kırdı, ki onu da ayrıca severim. Brando'nun performansına, Copolla'nın mekan algısına övgüler her zamanki gibi yetersiz kalıyor tabi. 

Veda Busesi

Film biterken yine alkışladık, alkışladık, alkışladık...Kendime ayırdığım fevkalade bir üç saat! Bu meyanda üç saatlik filme beş dakika arayı çok görenler sizi de anmadan edemeyeceğim. Bu festival kafası ne ilginç şekilde işliyor arkadaş. Üre kanımıza mı karışsın istiyorsunuz? Salondan çıkışta bu defa tuvalet kuyruğu kapıya kadardı. Festival filmlerinde ara olmaz diye bir kanun mu var? Her festival beni benden alan bir konu bu. Hadi var diyelim; yahu bu film neredeyse üç saat. Reklamıydı, tanıtımıydı, festivale övgüsüydü derken üç saati de geçti haliyle. Festival izleyicisinin çişi gelmiyor gibi bir kanıya nasıl kapıldınız? 

Atlas Sineması güzel ama eskiden çok daha fazla güzeldi. Hala İstanbul'un en güzel sineması kendisi. Salondan çıktığımda uykusuz 29. saatimdi fakat filme ayırdığım vakte asla pişman olmadım. Beni ancak o salonu dolduranlar anlar. 

Bir dost tavsiyesi; klasikleri bir kenarda unutmayın. Ara ara tazeleyin. Hayat kötü filmler izlemek için çok kısa. 







4 yorum:

  1. Sondaki tavsiye gülümsetti. Ne güzel yaşamışsınız, yazınız sanki ben ordaymışım gibi bir okuam hazzı verdi.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Klasikler için asla geç değildir değil mi? :) Çok teşekkür ederim.

      Sil
  2. Büyük şehirlerde yaşamaktan nefret eden biri olarak bu tarz etkinlikler yüzünden imrendiğim çok oluyor. İyi ki böyle yazan, paylaşanlar var. Kaleminize sağlık!

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Çok teşekkür ederim. :) Herkes için yaşadığı yer dünyanın merkezidir ama Beyoğlu'nda hayat hep çok başka akar. Yaşadığım yeri hep çok sevdim. Sanırım bu kadar yüksek dozda bu akışa maruz kalınca daha azını düşünmüyorsunuz.

      Sil