17 Aralık 2024 Salı

"Denim Ötesi" Bir Randevu

Küratörlüğünü gerçekleştirdiğim "Ian Berry  │Denim Ötesi" Nişantaşı Kalyon Kültür Merkezi'nin tarihi dokusunda 14 Şubat 2025'e kadar izleyiciyle buluşuyor. Öncelikle "Denim Değil Kot" demek istiyorum ve yurdumuza bu kumaşı getiren muhteşem adam Muhteşem Kot'a yıldızlari, kalpler ve içten gülücükler gönderiyorum. Ne tatlı bir milletiz ülkemize kumaşı tanıtan, bizi yüzde yüz pamuklu bu mavilikle tanıştıran kişinin soy ismiyle denimi anıyoruz. Dil hassas, literatür kıymetli diye düşünenler beni anladı şu an. Bu önemli hatırlatmanın ardından sanat, moda, sürdürülebilirlik gibi geniş bir içeriği aynı bağlamda birleştiren sergimize geçiş yapabiliriz. 


Denim kumaşın zamana bıraktığı ilk izleri 1567’lerin Cenovası’nda buluyoruz. İtalya’nın sahile açılan liman kentinde tüccar gemicilerin giydiği sert pantolonları tanımlamak için “genoese” ve “genes” olarak tanımlanıyor.17. yüzyılda  Fransa’nın Nimes kentinde, yün ve ipekten yapılan bu kumaşın Serge de Nimes olarak anıldığı anlaşılıyor. Zamanla Serge de Nimes dönüşerek “denim” halini alıyor.

Günümüzde "denim" deyince gözümüzde canlanan kumaş ise 1860 yılında güçlü kanvas kumaştan iş pantolonları üreten Levi Strauss&Co. şirketinin müşterilerinin isteğiyle ortaya çıkıyor. Daha yumuşak, giyilebilir, cildi tahriş etmeyen kumaştan üretilmiş pantolonlar isteyen müşterilerin talebini ciddiye alan şirket ürün gamına Serge de Nimes’i de ekliyor böylece.

Hikayenin devam gerçek bir başarı öyküsü, 1873’te Levi Strauss ve Jacop Davis ağır iş yaparken cep ve dikişlerin atmasını engelleyen perçinli iş pantolonlarının patentini alıyor. Takvim, şehirlerin büyüdüğü, sanayileşmenin hızla arttığı bir zamanı işaret etmektedir. Aynı zamanda çiftlik ve endüstriyel giyimin de hızla geliştiği bir dönemdir. Ticari açıdan bu patentin ne kadar değerli olduğunu bu perspektifle incelemek gerekir. Günümüzde hala Amerika’da ve dünyanın birçok noktasında en sevilen iş pantolonu olarak denim kumaşı zirvede yer alır.

20. yüzyılın başında bu kumaş sinemanın çekim alanına girer. Hollywood’un bıçkın kovboyları at binerken, Kızılderili düşmanları kovalarken, tütünü sararken kot pantolon giyerler. Sinema raundunun kazanılması kot pantolon için bir dönüm noktası olur. Kaç erkek Clint Eastwood’a, John Wayne’e, Gary Cooper’a özenmemiştir beyaz perdenin sihrinde. Dahası bahsi geçen aktörler katı bir maskülen imajla, denimi kovboyculuğun dışına taşırlar. Erkeksi imajları o denli güçlüdür ki denim “cool” ve maskülen erkeğin giysisi olarak taltif edilir.

Sokaktaki erkeksi imajın, asi imajla bütünleşmesinin sinemadaki temsilcisi Marlon Brando ve James Dean gibi efsaneler gerçekleştirir. Brando, 1953 yılında Asi ve Özgür (The Wild One) ile motosiklet çetesi lideri Johnny Strabler’a hayat verir. Siyah deri ceket, beyaz tişört ve yıpranmış denim pantolon üçlüsü Brando’nun neslini domine ederken bize kadar uzanacak, 21. yüzyıl modasında da kendisinin stil ikonu olarak anılmasını sağlayacaktır.

Brando ve ardıllarıyla maskülen denime bir de isyankar imaj eklenirken kadınlar da boş durmaz. İnce beller, balinalı korselerin dünyası ufukta yitirilmektedir. Brigitte Bardot gibi bir erotizm simgesi bile bu görünümü rahatlıkla takas edebildiğine göre sokaktaki kadın için ne beis olabilir? Bardot böylece erkeksi denimi kadın dünyasına mühürleyerek ona bir de feminenlik ekleyiverdi. Rahatlık ve feminenlik aynı giyside buluştu. Çalışma hayatındaki kadın denim fikrini kovboylardan daha çok sevdi.

Böylece denim işçilerin sıhhi ve güçlü giysisi olarak çıktığı yolda her geçen gün yeni bir sayfa daha açıyordu. Nitekim 1970'ler işçinin, sokağın, sıradan insanın, kadın hareketinin , asiliğin simgesi olan denimi haute couture sınıfına sokuverdi. Jean Paul Gautier, avangart ceketler ve denim korseler gibi ürünlerle "denim sadece gündelik olmamalı" diyerek özel dikimin skalasına denimi ekledi. Ardından benim de favori tasarımcılarımdan olan Karl Lagerfeld, Chanel için hazırladığı koleksiyona ince işçiliğin ustalığı ile hazırlanmış denim tasarımlarını paylaştı. Artık denim lüksün ve ihtişamın da bir parçası aynı zamanda pahalı mücevherlerin , çantaların, kürklerin sınıfında bir yer ediniyordu. 

Aynı sıralarda Madonna, gençliğin stil ikonu olarak kliplerinde ve ödül törenlerinde kot ceketleri, pantolonları, hatta pabuçlarıyla salınırken; Sid Vicious,  Punk kültürüne kot modasını entegre etmekle meşguldü. 

Yukarıda kısaca denimin tarihine değinirken onlarca ikonik ismi ve olayı atlamak zorunda kaldığımı tahmin edersiniz. Bugün dünyadaki hemen her gardroba giren bir ürünün bütün gelişimini tek bir yazıda anlatmaya çalışmak delilik. Dolayısıyla tamamen pamuktan üretilen bu doğal kumaşın serüvenine kendi tarzımda kısa bir giriş yapmışım gibi kabul edebilirsiniz. 



Ian Berry, Londra merkezli çalışan ve sanatsal üretimini yalnızca denim malzeme ile sınırlandıran bir sanatçı. Kumaşın sürdürülebilirliği, doğaya içkin bir yapı sergilemesi, yıpranınca bile farklı bir dokuya kavuşması Berry'i bu kumaşla çalışmaya iten faktörler arasında. Uzun süredir işlerini takip ettiğim sanatçının erken dönem işleri ağırlıklı olarak portreler ve iç mekanlardan oluşuyor. Bu sürecin bir araştırma evresi olduğunu ve denimle ışık-gölge, kompozisyon, perspektif gibi sınırları belirlediğini söylemek mümkün. Uzun süren araştırmalarla geliştirdiği teknikle en sonunda tabiatın içinden aldığı formlara ve enstalasyonlara yöneldiğini görüyoruz. Bütün bu çalışma sürecinin her aşaması şu sıra Nişantaşı Kalyon Kültür'de. 1889'dan kalma, eklektik mimari tarzıyla zamana meydan okuyan tarihi Taş Konak'ta Denim Ötesi'ne geçebilirsiniz. 

Son sözüm küratör metni ile olsun o halde: 

Ian Berry  │ Denim  Ötesi

Küratör │  Aslı Bora

Temel hammaddesi pamuk olan denimin, sosyal ve kültürel hayatın bir parçası haline gelmesi Endüstri Devrimi ile gerçekleşir.  Denimin tarihi, gerekliliğin gündelik estetiğe dönüşmesinin de somut bir örneği olarak okunabilir. İşçi sınıfının kullandığı ve işlevselliği ile tercih edilen kumaş türü olan denim oldukça uzun zamandır modanın vazgeçilmez öğelerinden biri.  20. yüzyılın başında emekle, 1950’lerde özgürlük ve gençlikle özdeşleşen sosyal hayata özgü bir unsur denim. 1970’lerden sonra ise tanınmış tasarımcıların koleksiyonlarının da katkısıyla küresel bir ikon olarak varlığını sürdürüyor.

Yeniliği yadırgamayan ve her türlü değişime kolayca adapte olabilen denim, çevresel sürdürülebilirlik hareketinin bir parçası. Çok katmanlı kimliği ve yeniden üretilebilir niteliğiyle denim çağdaş sanatın da en önemli ifade araçlarından biri. Ian Berry, tüketim kültürünün mekanikleşmiş karakterine karşılık sanatsal üretiminin odağına denimi yerleştiriyor. Berry , atık ve kullanılmış denim ile meydana getirdiği çalışmalarıyla  modanın değişken karakterinin yarattığı kaynak israfına ilişkin bir sorgulama alanı yaratıyor. Diğer taraftan Berry’nin denim parçalarından  inşa ettiği eserler, sanatsal bir "trompe-l'oeil" tekniğiyle izleyiciyi gerçekliğin sınırlarını sorgulamaya davet ederken, tüketim alışkanlıklarımızı yeniden değerlendirmek için güçlü bir çağrıda bulunuyor. Berry’nin işlerinde denim, sıradan bir kumaş olmanın ötesine geçiyor; tarihin, emeğin ve modern dünyanın somut bir sembolü haline geliyor.


4 Aralık 2024 Çarşamba

Nemrut'un Kızı Olmak

 Hayat bize Nemrut'u vermişse ve bu dağın 2000 yıl önceki hakimi olan Kommagene Kralı I. Antiochus bu dağa ebedi istirahatgahını ve tanrılarını onurlandırmak için devasa heykeller yaptırmışsa bize de 2150 metreye tırmanmak düşer. İşte böyle gerekçeleri güncel akışımıza eklemleyerek Adıyaman'a uçuyoruz. Esasen bir sosyal sorumluluk projesi için Adıyaman'dayız. Bölgenin köylerini dolaştığımız, güneşin "ben buradayım" der gibi varlığını hissettirdiği bir Ekim günü. Asıl amaçlar yerine getirildikten sonra hedeflediğimiz "Nemrut Dağı Kültür Rotası"'na olabildiğince sadık kalmak. 


Bölgenin tarihi,  topraklarımızın zenginliğinin bir başka görkemli zamanına açılan bir kapı gibi. Takvime bakınca dudak uçuklatacak kadar eski zamanlara kadar uzanıyor. Düşünün  MÖ 7000’lerden başlayan bir tarihten söz ediyorum.  Anadolu’nun yerli halkı Luviler ve Hititler buralarda yerleşim kurmuşlar. Tarihsel bilgilerinizi birazcık kurcalayınca Luviler'i hemen anımsayacaksınız. Batı Anadolu’da her antik yerleşimde izini süreceğimiz Luviler’in Doğudaki tampon bölgesi tam olarak bugünkü Adıyaman diyebiliriz.

Tarih sayfalarında Kommagene Krallığı,  İrani kökenli Orantid Hanedanlığı’nın Hellenleşmiş bir kolu olarak tanımlanıyor. Modern tarih anlayışında Greko-Pers şeklinde literatürde bulabileceğimiz bir yapı. Nemrut’un zirvesindeki uygarlık izleri, krallığın ekonomik ve kültürel gücünü gözler önüne seren ve binlerce yıl sonra bile kendilerinin saygıyla anılmasını sağlayan bir gelişmişlik göstergesi. MÖ 163 ile MS 73 arasında bölgenin hakimi olan Kommagene Krallığı’ndan kral I. Antiochus, hem tanrılarını memnun etmek hem de soyunu onurlandırmak için topraklarındaki en yüksek dağa devasa heykeller ve kendi mezarını yaptırmış. Aynı heykel grubunun ilki güneşin doğuşuna doğru, ikinci grup ise güneşin batışına karşı konumlandırılmış. Oturur pozisyonda betimlenen figürlerin iklime ve zamana karşı olan mücadelesinde başları gövdelerinden ayrılmış. Bu nedenle heykelleri birçok kişi yalnızca büst olarak biliyor olsa da bu bir sosyal medya illüzyonu. Heykellerin gövdeleri de yerlerinde duruyor. 


Bin yıllar öncesinden krallar reçeteyi vermişler. Burayı görmenin en güzel zamanı olarak gün doğumunu ve gün batımını önermişler. Nemrut’un rüzgarında saçları dağılıp, manzaranın güzelliği ile mest olan gezginler de ağırlıklı olarak gün doğumunu işaret ettiklerine göre cumartesi sabahı çok özel bir deneyimin bizi beklediğine hiç şüphe etmiyoruz. Fakat rotamız gereği Adıyaman'dan geldiğimiz için otelden çok çok çok erken çıkmamız gerekiyor. Bir gün önce sabah uçaktan inmiş, Adıyaman'ın köylerini ziyaret etmiş, üzerine Perre Antik Kenti'ni ziyaret etmiş olarak Ramada Adıyaman'da uykuya dalmamız gece yarısına doğru gerçekleşiyor. Hepi topu iki saat kadar uyuyup, 02:45 gibi arabalara doluşuyoruz. Bazı arkadaşlarım yıkanmış saçlarıma bakıp, duş alacak kadar enerjim olması karşısında çok şaşırıyor.  Yıkanmak, hafiflemek gibi, dinlenmenin bir parçası benim için. O sebepten akan sıcak su olmayan seyahat alternatiflerine karşı hiç merakım ve alakam yoktur. 

Yarım saatten biraz fazla yol gidiyoruz. Şehir oldukça karanlık, pek bir şey anlayamıyoruz. Araçta uyumaya çalışmak nafile bir çaba benim için. Fakat her zaman ki gibi o çabayı gösteriyor ve yine uyuyamıyorum. Bir süre sonra Adıyaman tarafından giriş alanına giriyoruz. Hediyelik eşya dükkanları ve atıştırmalıklar satan bir küçük bir kompleks. Uzun yolda otobüslerin mola yerlerini anımsatan ağır ve trajik bir havası var. Üstelik oralar gibi kalabalık ve kaotik. Türk kahvemizi alıp, ekipten en sevdiklerimle bir masaya diziliyoruz. Aklıma Fazıl Hüsnü Dağlarca'nın muhteşem dizeleri geliyor: "Kocaman yıldızların altında ufacık dünyamız...". O anda yıldızlar karanlığa asılmış birer elmas gibi parlıyor ve insan karanlığın içinden onlara bakarken Nihilizm'in sınırlarında dolaşıyor. Masa da önceki günün kritiği yapılırken "Daha az Nietzsche okumalıyım" diye içimden geçiriyorum. Bu esnada ekimizin yoğun olarak kadın olması hediyelik eşya dükkanlarının radarımıza girmesiyle sonuçlanıyor. Bazı zevkli arkadaşlarımı takip ederek, her şeyi satan bir dükkana giriyoruz. Bölgede takı ve mücevher zanaatının mahareti malum. Bizimkiler şeffaf ve normalde kilitli olduğu anlaşılan, iki raflı bir vitrini inceliyorlar. İçinde silme gümüş küpe var. Öyle karışmış ki çiftleri bulunca çocuk gibi seviniyoruz. Herkes kendi kişisel beğenisine uygun küpeleri alıp, kasadaki beye tarttırıyor. Pazarlık çabamız karşısında sezon sonu olduğu için indirimli olduğunu iddia ediyor dükkan sahibi. Fakat işletmeci arkadaşlardan birinin pazarlık konusunda cevher olduğu o an anlaşılıyor. Öte yandan yola çıkmadan birçok yerde nakit alışveriş yapıldığını öğrendiğim için hazırlıklı oluşum burada işe yarıyor. Gerçekten kredi kartı geçmiyor. Sevgili arkadaşlarımın yardımıyla biri oldukça klasik, diğeri de oldukça parti kızı tadında iki çift küpem oluyor. Tek küpe fiyatına iki küpe almış bulunuyorum sevgili Sema sayesinde. Bunların Adıyaman-Antep-Urfa hattında aldığım tek kişisel seyahat anısı olacağını o an bilmiyorum. Urfa'da telkari bir bileklik alacakken pazarlık üstadımız, ekonomi doktoru Sema'cığım "sen bunu takmazsın" diye mani oluyor. Ve ona hak veriyorum. Bazı arkadaşlar iyi ki var sahiden! Alışveriş maceram bu dakikadan sonra süper acı isot (dereceleri var), cevizli sucuk ve sumak ile devam ediyor anlayacağınız. 

 Nemrut'un eteklerinde yeniden araca binip biraz daha kıvrılan yoldan ilerliyoruz. Zifiri karanlıkta her gelen araç, otobüs kendi arkadaş grubuna sesleniyor. Ellerde fenerler, herkes eşini, dostunu, rehberini bulma telaşında. 04:00 civarı dağı fır dönen bir genişçe merdivenleri çıkmaya başlıyoruz. Yukarıya doğru çıktıkça efor artıyor, oksijen miktarı azalıyor. Ciğer kapasitesinin üstüne çıkmamızı, bol oksijene bağlayan dostlara bunun ilmi olarak mümkün olmadığını anlatıyorum. Ara ara önden çıkıp cengaverce Nemrut'a çıkmayı hayal edenlerin kenarlara dizilip, dinlendiğini görüyoruz. Orta yaşın üzeri bir hanım halimi hatırımı soruyor. Karanlıkta hanımı tanımadığımı düşünerek aynı sıcaklıkta cevap veriyorum. Yarım saat sonra, ören yeri usulü yapılan merdivenler bitip, kayrak taşlı merdivenlere geçiş yapıyoruz. Adıyaman tarafından çıkışta sağ taraf oluyor bu söz ettiğim. Bu ayrıntı önemli inerken lazım olacak. Neyse bu meyanda az önceki hanım elinde bastonu ile yine karşımda beliriyor. Onu tanımadığımı anlamış. Biz seninle Yalova'da beraberdik minvalinde konuşuyor. Yalova'da beraber olmadığımızı anlayınca biraz bozulup uzaklaşıyor. Bu esnada merdivenlerin de düzgün olmayışına içerleyen bir yığın insana dönüşüyoruz. Takatimizle beraber tahammülümüz de azalıyor derken, güneşin ilk hareleri önümüzdeki uçsuz bucaksız boşluğu doldurmaya başlıyor. Nihayetinde yukarı çıktığımızda herkes güneşe açılan terasta bir yer kapma telaşına giriyor. Ortalık kalabalık ve gereksizce karışık. Gün aydıkça etraftaki kalabalık daha da çok artıyor gibi geliyor bana. Arkadaşlarım güneşin doğuşunu izlemek konusunda zirveye tırmanan herkesle aynı hevesi paylaşıyor. Heykelleri arkama alıp güneşe dönmek bana fevkalade saçma geldiğinden terastaki özene bezene bana ayrılan basamağı terk ediyorum. Benim adıma mesele anbean güneşin panteonu aydınlatmasını görmek.  Güneşin aynasından çekilip, heykellerin yörüngesine girmekle resmen huzura kavuşuyorum. Herkes doğan güneşe yüzünü dönmüşken, Antiochus ve tanrılar grubuyla neredeyse baş başayım. Güneş heykellerin gözlerini kamaştırırken Antiochus'a minnet duymamak imkansız. 


 Rehberlerle aram hiç hoş değildir. Buna karşılık bizim grubumuzu iki rehber gezdiriyor. Dahası ekipten bir kişide turizm üzerine bir şey okumuş olduğundan üç erkek "en uzman benim" tadında durmaksızın konuşuyorlar. Böyle durumlarda mesleğimi söylememeyi çok uzun süre önce öğrendim. Karşı taraf başka bir profesyonel karşısında rahatsızlık duyuyor ve çok gereksiz diyaloglar gelişebiliyor. İş arkadaşlarım rehber beylere beni tanıtınca yine tuhaf bir durumda kalıyorum. Okuduğu okula dek tam özgeçmiş anlatıma geçiyor rehber bey. Ah umurumda bile değil yahu. Bana ne ki bundan! 


Yeniden geçmişe dönersek, 
Kommagene’nin  zaman sahnesinde yükselmesi Anadolu’da ortalığı birbirine katan Büyük İskender ile gerçekleşiyor. İskender, Perslerle olan savaşı kazanmasının ardından fırsattan faydalanan  bölgenin valisi olan Mithridates bağımsızlığını ilan ediyor. Mithridates, Roma İmparatorluğu’na karşı kafa tutmaları ile meşhur bir tarihi kişilik anlayacağınız. 

 MÖ 64’te Mithridates ölünce oğlu Antiochus tahtın sahibi oluyor. Antiochus çağı krallığın en parlak dönemi olarak tarihe kazınıyor. Yolculuğu göze aldığımız, uğruna dağlara tırmanacağımız anıtlar da Antiochus devrinde yapılıyor. Kendisi de zirvede inşa ettirdiği mezarda ebedi uykusunda. Ve inanmazsınız hala orada rahatsız edilmeden yatıyor. Zira tümülüs şeklinde olan mezar içine girecekler için de mezar olacak şekilde inşa edildiği için henüz gün ışığına çıkarılmamış. Ebedi hayatını düşünen birçok antik çağ kralına göre Antiochus bence çok şanslı. Akranları öte dünya yaşamına, ya bir mezar hırsızının yağmalamasıyla belirsizlik içinde ,yahut şanslılarsa bir müzede devam ediyorlar. Antiochus ise 2000 yılı aşkın süredir yaşarken yaptırdığı mezarında inancına uygun olarak yatmaya devam ediyor. 

Antik Çağ, Anadolu’su Roma şehir devletleri ve Persler gibi büyük imparatorlukların hükümranlığında. Kommagene kralı olarak Antiochus idareci olarak çok kültürlü bir krallığın hükümdarı. Kendisinin siyasi dengeleri çok iyi kurduğu ve adaletli bir yönetim sergilediği tarihçilerce dile getirilir. Her ne kadar annesi Büyük İskender’in babası da Pers Kralı Büyük Darius’un uzaktan akrabası olsa da babaların oğullara savaş açtığı bir çağda bunun bir avantaj olmadığının altını çizmek isterim.

Nemrut’taki kutsal alan krallığın en önemli tapınak alanı olarak işlev görmüş. Burada tasvir edilen tanrılar Pers ve Yunan kozmolojisinindeki karşılıkları tek bir formda birleştiriyor. Şöyle ki Akdeniz mitolojisinde ışıkla özdeşleştirilen Apollon ve Persler’deki güneş tanrısı (adaleti de temsil eder) Mithras aynı heykel ile sunulur ve her heykel her iki tanrının da ismini taşır. Benzer biçimde Zeus ve Oromasdes; Herakles ve Artagnes; Hera ve Teleia da tek bir heykelde iki/üç tanrı/tanrıçayı buluşturan temsillerdir. Antiochus’un evrensel bir din tasavvuru olduğu ve bütün dünyayı bu şekilde yönetmek istediği gibi teoriler var. Hatta bu teorilere kanıt olarak Nemrut’taki şu yazıt öne sürülür:

 Ata hükümdarlığını devraldığım zaman, dindarlığımın bir sonucu olarak, tahtıma bağlı krallığı tüm tanrıların ortak yurdu yaptım. Zamanın akışı içinde her kim, bu kanunu ve bize ibadeti korur ve sürdürürse, benim hayır dualarımla anılacaktır. Tüm rahmetli atalar ve tanrılar ondan razı olsun. Her kim ki, bu düzenin kutsal geçerliliğini bozar ya da zarar verir, ya da gerçek anlamını değiştirmeye yeltenirse, yalnız kendisi değil, aynı zamanda tüm soyu sopu rahmetli atalarımın ve tüm tanrıların hışmına uğrasın.

Yerel kalker taşından yapılmış heykeller, tahtları ile beraber 8 metre ve üzeri boyutlarda tasarlanmışlar. Birleşik tanrıları heykellerini de sayayım da yazı misyonunu yerine getirmiş olsun: Zeus+Oromasdes; Apollon+Mithras +Helios+Hermes ; Herakles+ Artagnes+Ares;  Kommagene Tanrıçası (Tykhe+Fortuna);  Ahura Mazda varyasyonları; Aslan ve Kartal gibi koruyucu amaçlı kült heykeller; Kral Antiochus'un Heykeli. 



Dağın Doğu Terası'ndaki heykellerin ardından Batı Terası'ndaki heykellerin önüne doğru ilerliyoruz. Bu kısımda restorasyon devam ediyor. Fakat bu yürüyüş esnasında az ötemizde bir rampaya park edilmiş araçlar görüyoruz. Bu araçların ulaşım macerasını araştırınca, Malatya yolundan gelenlerin biz gibi tık nefes yürümediklerini öğreniyoruz. Malatya'dan gelen yol biraz virajlı ancak yaya yolu olarak oldukça kısa. Bir daha Nemrut'a çıkarsam Malatya'dan gideceğime o dakika ant içiyorum. Adıyamanlılar gönül koymasın fakat bir dağa yürüyerek tırmanmasam da olur diye düşünüyorum. Batı Terası'ndan inerken rehber bey beni yine yakalayıp İstanbul'dan ne kadar nefret ettiğini anlatıyor. İstiklal Caddesi'ni falan hiç sevmiyormuş. Beyoğlu benim kırmızı çizgim, nezaketi bırakıp "Unter den Linden'i mi Champs-Élysées'yi mi sevdiğini soruyorum. Tutarlı bir cevap alamıyorum. Bu gereksiz muhabbet esnasında fıstık gibi döşenmiş geniş kaldırımlardan aşağı iniyoruz. "Çıkarken niye buradan çıkmadık?" deyiveriyorum. Burası Batı bölümüymüş güneşin doğuşuna tersmiş. Fakat oldukça kısa sürüyor Doğu'ya göre. Şunu da belirteyim, yürürken de o kadar virajlı ki inerken başı dönüp ufak yuvarlanmalar yaşayanlar oldu. Belki çıkarken de oldu ama karanlıkta kimse birbirine çaktırmadı diye aklımdan geçiyor. 
Veda Busesi
Velhasıl siz siz olun Malatya'dan araçla gidin ya da illa Adıyaman ise Batı merdiveninden çıkın. Bence kesinlikle gün doğumu diye tutturmayın. O kalabalıkla gün doğsa ne fark eder, batsa ne fark eder. Ara zamanlar daha konsantre olup gezebileceğiniz sakinliktedir umarım. 
Adıyaman'ın köylerinden, Septimus Severus Köprüsü'nden, Göbekli Tepe'den gelecek yazıda söz edeyim. Bu yazı yine enginlere sığmadı, taştı.