Hayat bize Nemrut'u vermişse ve bu dağın 2000 yıl önceki hakimi olan Kommagene Kralı I. Antiochus bu dağa ebedi istirahatgahını ve tanrılarını onurlandırmak için devasa heykeller yaptırmışsa bize de 2150 metreye tırmanmak düşer. İşte böyle gerekçeleri güncel akışımıza eklemleyerek Adıyaman'a uçuyoruz. Esasen bir sosyal sorumluluk projesi için Adıyaman'dayız. Bölgenin köylerini dolaştığımız, güneşin "ben buradayım" der gibi varlığını hissettirdiği bir Ekim günü. Asıl amaçlar yerine getirildikten sonra hedeflediğimiz "Nemrut Dağı Kültür Rotası"'na olabildiğince sadık kalmak.
Bölgenin tarihi, topraklarımızın zenginliğinin bir başka görkemli zamanına açılan bir kapı gibi. Takvime bakınca dudak uçuklatacak kadar eski zamanlara kadar uzanıyor. Düşünün MÖ 7000’lerden başlayan bir tarihten söz ediyorum. Anadolu’nun yerli halkı Luviler ve Hititler buralarda yerleşim kurmuşlar. Tarihsel bilgilerinizi birazcık kurcalayınca Luviler'i hemen anımsayacaksınız. Batı
Anadolu’da her antik yerleşimde izini süreceğimiz Luviler’in Doğudaki tampon
bölgesi tam olarak bugünkü Adıyaman diyebiliriz.
Tarih sayfalarında Kommagene
Krallığı, İrani kökenli Orantid Hanedanlığı’nın Hellenleşmiş bir kolu olarak tanımlanıyor. Modern tarih anlayışında Greko-Pers şeklinde literatürde
bulabileceğimiz bir yapı. Nemrut’un zirvesindeki uygarlık izleri, krallığın
ekonomik ve kültürel gücünü gözler önüne seren ve binlerce yıl sonra bile
kendilerinin saygıyla anılmasını sağlayan bir gelişmişlik göstergesi. MÖ 163
ile MS 73 arasında bölgenin hakimi olan Kommagene Krallığı’ndan kral I.
Antiochus, hem tanrılarını memnun etmek hem de soyunu onurlandırmak için
topraklarındaki en yüksek dağa devasa heykeller ve kendi mezarını yaptırmış. Aynı
heykel grubunun ilki güneşin doğuşuna doğru, ikinci grup ise güneşin batışına
karşı konumlandırılmış. Oturur pozisyonda betimlenen figürlerin iklime ve
zamana karşı olan mücadelesinde başları gövdelerinden ayrılmış. Bu nedenle
heykelleri birçok kişi yalnızca büst olarak biliyor olsa da bu bir sosyal medya
illüzyonu. Heykellerin gövdeleri de yerlerinde duruyor.
Bin yıllar öncesinden krallar reçeteyi vermişler. Burayı görmenin en güzel zamanı olarak gün doğumunu ve gün batımını önermişler. Nemrut’un rüzgarında saçları dağılıp, manzaranın güzelliği ile mest olan gezginler de ağırlıklı olarak gün doğumunu işaret ettiklerine göre cumartesi sabahı çok özel bir deneyimin bizi beklediğine hiç şüphe etmiyoruz. Fakat rotamız gereği Adıyaman'dan geldiğimiz için otelden çok çok çok erken çıkmamız gerekiyor. Bir gün önce sabah uçaktan inmiş, Adıyaman'ın köylerini ziyaret etmiş, üzerine Perre Antik Kenti'ni ziyaret etmiş olarak Ramada Adıyaman'da uykuya dalmamız gece yarısına doğru gerçekleşiyor. Hepi topu iki saat kadar uyuyup, 02:45 gibi arabalara doluşuyoruz. Bazı arkadaşlarım yıkanmış saçlarıma bakıp, duş alacak kadar enerjim olması karşısında çok şaşırıyor. Yıkanmak, hafiflemek gibi, dinlenmenin bir parçası benim için. O sebepten akan sıcak su olmayan seyahat alternatiflerine karşı hiç merakım ve alakam yoktur.
Yarım saatten biraz fazla yol gidiyoruz. Şehir oldukça karanlık, pek bir şey anlayamıyoruz. Araçta uyumaya çalışmak nafile bir çaba benim için. Fakat her zaman ki gibi o çabayı gösteriyor ve yine uyuyamıyorum. Bir süre sonra Adıyaman tarafından giriş alanına giriyoruz. Hediyelik eşya dükkanları ve atıştırmalıklar satan bir küçük bir kompleks. Uzun yolda otobüslerin mola yerlerini anımsatan ağır ve trajik bir havası var. Üstelik oralar gibi kalabalık ve kaotik. Türk kahvemizi alıp, ekipten en sevdiklerimle bir masaya diziliyoruz. Aklıma Fazıl Hüsnü Dağlarca'nın muhteşem dizeleri geliyor: "Kocaman yıldızların altında ufacık dünyamız...". O anda yıldızlar karanlığa asılmış birer elmas gibi parlıyor ve insan karanlığın içinden onlara bakarken Nihilizm'in sınırlarında dolaşıyor. Masa da önceki günün kritiği yapılırken "Daha az Nietzsche okumalıyım" diye içimden geçiriyorum. Bu esnada ekimizin yoğun olarak kadın olması hediyelik eşya dükkanlarının radarımıza girmesiyle sonuçlanıyor. Bazı zevkli arkadaşlarımı takip ederek, her şeyi satan bir dükkana giriyoruz. Bölgede takı ve mücevher zanaatının mahareti malum. Bizimkiler şeffaf ve normalde kilitli olduğu anlaşılan, iki raflı bir vitrini inceliyorlar. İçinde silme gümüş küpe var. Öyle karışmış ki çiftleri bulunca çocuk gibi seviniyoruz. Herkes kendi kişisel beğenisine uygun küpeleri alıp, kasadaki beye tarttırıyor. Pazarlık çabamız karşısında sezon sonu olduğu için indirimli olduğunu iddia ediyor dükkan sahibi. Fakat işletmeci arkadaşlardan birinin pazarlık konusunda cevher olduğu o an anlaşılıyor. Öte yandan yola çıkmadan birçok yerde nakit alışveriş yapıldığını öğrendiğim için hazırlıklı oluşum burada işe yarıyor. Gerçekten kredi kartı geçmiyor. Sevgili arkadaşlarımın yardımıyla biri oldukça klasik, diğeri de oldukça parti kızı tadında iki çift küpem oluyor. Tek küpe fiyatına iki küpe almış bulunuyorum sevgili Sema sayesinde. Bunların Adıyaman-Antep-Urfa hattında aldığım tek kişisel seyahat anısı olacağını o an bilmiyorum. Urfa'da telkari bir bileklik alacakken pazarlık üstadımız, ekonomi doktoru Sema'cığım "sen bunu takmazsın" diye mani oluyor. Ve ona hak veriyorum. Bazı arkadaşlar iyi ki var sahiden! Alışveriş maceram bu dakikadan sonra süper acı isot (dereceleri var), cevizli sucuk ve sumak ile devam ediyor anlayacağınız.
Nemrut'un eteklerinde yeniden araca binip biraz daha kıvrılan yoldan ilerliyoruz. Zifiri karanlıkta her gelen araç, otobüs kendi arkadaş grubuna sesleniyor. Ellerde fenerler, herkes eşini, dostunu, rehberini bulma telaşında. 04:00 civarı dağı fır dönen bir genişçe merdivenleri çıkmaya başlıyoruz. Yukarıya doğru çıktıkça efor artıyor, oksijen miktarı azalıyor. Ciğer kapasitesinin üstüne çıkmamızı, bol oksijene bağlayan dostlara bunun ilmi olarak mümkün olmadığını anlatıyorum. Ara ara önden çıkıp cengaverce Nemrut'a çıkmayı hayal edenlerin kenarlara dizilip, dinlendiğini görüyoruz. Orta yaşın üzeri bir hanım halimi hatırımı soruyor. Karanlıkta hanımı tanımadığımı düşünerek aynı sıcaklıkta cevap veriyorum. Yarım saat sonra, ören yeri usulü yapılan merdivenler bitip, kayrak taşlı merdivenlere geçiş yapıyoruz. Adıyaman tarafından çıkışta sağ taraf oluyor bu söz ettiğim. Bu ayrıntı önemli inerken lazım olacak. Neyse bu meyanda az önceki hanım elinde bastonu ile yine karşımda beliriyor. Onu tanımadığımı anlamış. Biz seninle Yalova'da beraberdik minvalinde konuşuyor. Yalova'da beraber olmadığımızı anlayınca biraz bozulup uzaklaşıyor. Bu esnada merdivenlerin de düzgün olmayışına içerleyen bir yığın insana dönüşüyoruz. Takatimizle beraber tahammülümüz de azalıyor derken, güneşin ilk hareleri önümüzdeki uçsuz bucaksız boşluğu doldurmaya başlıyor. Nihayetinde yukarı çıktığımızda herkes güneşe açılan terasta bir yer kapma telaşına giriyor. Ortalık kalabalık ve gereksizce karışık. Gün aydıkça etraftaki kalabalık daha da çok artıyor gibi geliyor bana. Arkadaşlarım güneşin doğuşunu izlemek konusunda zirveye tırmanan herkesle aynı hevesi paylaşıyor. Heykelleri arkama alıp güneşe dönmek bana fevkalade saçma geldiğinden terastaki özene bezene bana ayrılan basamağı terk ediyorum. Benim adıma mesele anbean güneşin panteonu aydınlatmasını görmek. Güneşin aynasından çekilip, heykellerin yörüngesine girmekle resmen huzura kavuşuyorum. Herkes doğan güneşe yüzünü dönmüşken, Antiochus ve tanrılar grubuyla neredeyse baş başayım. Güneş heykellerin gözlerini kamaştırırken Antiochus'a minnet duymamak imkansız.
MÖ 64’te Mithridates ölünce oğlu Antiochus
tahtın sahibi oluyor. Antiochus çağı krallığın en parlak dönemi olarak tarihe
kazınıyor. Yolculuğu göze aldığımız, uğruna dağlara tırmanacağımız anıtlar da
Antiochus devrinde yapılıyor. Kendisi de zirvede inşa ettirdiği mezarda ebedi
uykusunda. Ve inanmazsınız hala orada rahatsız edilmeden yatıyor. Zira tümülüs
şeklinde olan mezar içine girecekler için de mezar olacak şekilde inşa edildiği
için henüz gün ışığına çıkarılmamış. Ebedi hayatını düşünen birçok antik çağ
kralına göre Antiochus bence çok şanslı. Akranları öte dünya yaşamına, ya bir
mezar hırsızının yağmalamasıyla belirsizlik içinde ,yahut şanslılarsa bir
müzede devam ediyorlar. Antiochus ise 2000 yılı aşkın süredir yaşarken
yaptırdığı mezarında inancına uygun olarak yatmaya devam ediyor.
Antik
Çağ, Anadolu’su Roma şehir devletleri ve Persler gibi büyük imparatorlukların
hükümranlığında. Kommagene kralı olarak Antiochus idareci olarak çok kültürlü
bir krallığın hükümdarı. Kendisinin siyasi dengeleri çok iyi kurduğu ve
adaletli bir yönetim sergilediği tarihçilerce dile getirilir. Her ne kadar
annesi Büyük İskender’in babası da Pers Kralı Büyük Darius’un uzaktan akrabası
olsa da babaların oğullara savaş açtığı bir çağda bunun bir avantaj olmadığının
altını çizmek isterim.
Nemrut’taki
kutsal alan krallığın en önemli tapınak alanı olarak işlev görmüş. Burada
tasvir edilen tanrılar Pers ve Yunan kozmolojisinindeki karşılıkları tek bir
formda birleştiriyor. Şöyle ki Akdeniz mitolojisinde ışıkla özdeşleştirilen
Apollon ve Persler’deki güneş tanrısı (adaleti de temsil eder) Mithras aynı
heykel ile sunulur ve her heykel her iki tanrının da ismini taşır. Benzer
biçimde Zeus ve Oromasdes; Herakles ve Artagnes; Hera ve Teleia da tek bir
heykelde iki/üç tanrı/tanrıçayı buluşturan temsillerdir. Antiochus’un evrensel
bir din tasavvuru olduğu ve bütün dünyayı bu şekilde yönetmek istediği gibi
teoriler var. Hatta bu teorilere kanıt olarak Nemrut’taki şu yazıt öne sürülür:
Ata hükümdarlığını devraldığım zaman, dindarlığımın bir sonucu olarak, tahtıma bağlı krallığı tüm tanrıların ortak yurdu yaptım. Zamanın akışı içinde her kim, bu kanunu ve bize ibadeti korur ve sürdürürse, benim hayır dualarımla anılacaktır. Tüm rahmetli atalar ve tanrılar ondan razı olsun. Her kim ki, bu düzenin kutsal geçerliliğini bozar ya da zarar verir, ya da gerçek anlamını değiştirmeye yeltenirse, yalnız kendisi değil, aynı zamanda tüm soyu sopu rahmetli atalarımın ve tüm tanrıların hışmına uğrasın.