Lübnanlı yazılar bölümünün ikinci
kısmını açmış bulunuyorum…Lafı fazla uzatmadan konuya direk giriş yapıyorum :)
Günün ilk durağı dünyaca ünlü bir
mağara olan Jeita Grotto (yani Jeita Mağarası).
Burası Lübnan için gerçekten çok popüler bir turistik alan. Beyrut’a pek
uzak değil. Kısa bir araba yolculuğunun ardından Jeita’nın da içinde bulunduğu
Nahr al-Kalb bölgesine ulaşıyoruz. Daha sonra rengarenk bir teleferiğe binip
yağmur nedeniyle iyice kuduran bir nehir üzerinden mağaranın bulunduğu alana
geliyoruz. Yemyeşil bir vadinin ortasında buluyoruz kendimizi. Kısa bir
bekleyişten sonra biletlerimize kavuşuyoruz. Rehberimiz sıkı sıkı tembihliyor
“sakın biletleri kaybetmeyin alt mağaraya girerken ihtiyacınız olacak”
şeklinde.
Jeita Grotto'ya açılan kapının anahtarı :) Biletin üzerindeki rakam Lübnan Lirası olarak gösterilmiş. Bu ücret 12 doları biraz aşan bir para ediyor. |
Aslına bakarsanız ben bu doğal
oluşumlu mağaraların çok müptelası sayılmam. Daha doğrusu birinci dereceden
ilgi alanım değildir. Bu nedenle anlatacaklarımı son derece tarafsız biçimde kelimelere döktüğüne emin olunabilir :) Jeita Grotto, birçok ödül almış,
hatta birkaç yıl önce modern dünyanın 7 harikası seçilirken de aday olmuş bir
mağara. Sonuçta ilk 7 içinde yer alamasa da (ki zaten bu tip oylamalarda
yalnızca “harika” olmak yetmez!) en iyi 14 içine girebilmeyi başarmış.
Dolayısıyla hakkında onlarca görsel, makale, video,…bulmak mümkün. Ben bunları
incelemiş olmama rağmen temkinli olmayı seçiyorum; bunca övgünün,
olağanüstülüğün büyük kısmının abartı olduğuna dair düşünceler geliştiriyorum. Tünelvari bir alandan geçip mağaraya
ulaşıyorsunuz. Gerisi bir “mümkün değil”ler silsilesi halinde gelişiyor:) En
azından benim açımdan. Etrafınızdakileri duyamaz oluyorsunuz, bambaşka, tarifle
imkansız bir yerdesiniz...Dünyanın en uhrevi yapısına girmiş gibi ya da
filmlerde rastlanılan türden kabartmalı bir masal kitabında kaybolmuş gibi ya
da belki bütün galaksiyi dolaşıyormuş gibi…
Dünyanın bu bölgesine Osmanlı
hükmederken Jeita Grotto da mühimmat deposu olarak işlevlendirilmiş. Jeita'ya iflah olmaz bir aşkla tutulurken bu bilginin dehşet vericiliği beni yakalıyor. Osmanlı’nın çeşitli uygarlıklara ait mühimmat depoları arasından
sağlam çıkamayanları düşündükçe buranın hala varlığını sürdürebilmesi
gerçekten şans. Tabi bir de iç savaş faktörü var. İç savaş sırasında Jeita
sığınak olarak kullanılmış; hatta bombardıman altında kaldığı bile olmuş.
Jeita Grotto’da fotoğraf çekmek
yasak. Genelde birçok yerde isyan ettiğim ve uymadığım bir uygulama olmasına
karşın Jeita’da bu yasağa baş kaldırmaya hiç yeltenmedim. Bunun öncelikli
nedeni teknik olanaksızlıklar; böyle bir yerde iyi fotoğraf için salt
elinizdeki makineye güvenemezsiniz daha fazla ekipman gerekir. İkinci olarak
çok kısa aralıklarla görevli var ve yakalanırsanız bu sihirli yerden sizi
atıyor. Son olarak zaten öylesine Jeita’yla meşgul oluyorsunuz ki başka her şey
size gereksiz geliyor :)
Son vagona atlayıverdik:) Fotoğrafta sevgili kardeşim Pınar Bora gülümsemekte :) |
Park halinde tren bulduk fotoğraflarımıza malzeme yaptık:) |
Üst Jeita’dan çıktığımızda büyülenmiş
gibiyiz. Büyük ünlemli, iç geçirmeli, bol hararetli konuşmalar yapıyoruz :) Ana
fikir “iyi ki gelmişiz”. Geçici bir
hipnoz hali gibi etraftaki hediyelik eşya mağazalarına bile yüz vermiyoruz :)
Bu arada alt Jeita’ya ulaşmak için
bir çizgi filmden fırlamış gibi görünen harikulade bir trene biniyoruz :)
Alt Jeita’ta da başka bir deneyim
yaşıyoruz. Küçük gruplar halinde 5-6 kişilik botlara biniyoruz. Elektrikle
çalışan bu botlarla mağaranın içini geziyorsunuz. Botu kullanan görevli artık
aklına hangi dil gelirse ara ara “başınızı eğin” uyarısında bulunuyor; öyle dar
geçitlerden geçiyoruz. Kendimi Charlie’nin Çikolata Fabrikası’nda gibi
hissediyorum. Buradan ayrılırken Dünya üzerinde böyle bir yer olmasının
mucizevi bir durum olduğuna ikna olmuş ve Jeita’nın kesinlikle “harikalar
diyarı” olduğuna kalpten inananlara katılmış durumdayım :)
Harissa Tepesi’nden Akdeniz…
Jounieh Körfezi ve uçsuz bucaksız
Akdeniz’i görebileceğimiz kutsal Harissa Tepesi’ne de yine ıslak bir havada gidiyoruz :) Harissa, Beyrut’a 20 km mesafede bir dağ köyü.
Karayoluyla gitmek ya da teleferikle ulaşmak mümkün. Biz karayolu ile gidip,
teleferikle tepeden indiğimiz için ikisini de denemiş oluyoruz.
Önce arabayla
çıkmamıza bozuluyorum doğrusu ama yol kıvrıla kıvrıla heykele doğru yaklaştıkça
yol kenarlarına belli aralıklarla yerleştirilmiş küçük Bakire Meryem
heykelcikleri ve ona sunulan çiçekleri, takıları, haçları gördükçe gözlerim
daha bir kocaman açılıyor. Bir haç yolu ritüeline şahit oluyorum sonuçta :) Ve
bu şiddetle merakımı cezbeden bir şey:)
Harissa deniz seviyesinden yaklaşık 700 metre yukarıda yer alıyor. |
Harissa, Lübnan’daki haç
noktalarından bir tanesi. Burayı Hıristiyan hacılar için en önemli yapan şey
1908 yılında açılışı yapılan sarmal bir kaidenin üzerinde 15 ton ağırlığı ile
Lübnan’ı izleyen Meryem Ana heykeli.
Meryem Ana ya da Bakire Meryem, Lübnan’ın koruyucu azizesi. Sarmal kaidenin içinde küçük bir de şapel
bulunuyor. Ayrıca hem hacılar hem de turistler kaideyi tırmanıp heykele
ulaşabiliyor. Hıristiyanlar için kutsal
olan bu alanda başka kiliseler de yer alıyor. Kiliseler aktif olarak
kullanılıyor ve bu da her an nikah ya da vaftiz gibi bir törene iştirak
etmenizi kaçınılmaz hale getiriyor.
Bakire Meryem'in eteklerinden taaa uzakta Beyrut :) Hava daha aydınlık olsaydı hiç kuşkusuz daha net bir Beyrut olacaktı :) |
Jounieh Körfezi |
Harissa benim açımdan kesinlikle Beyrut
ziyaretinde görülmesi gereken bir yer. Tur programımız içinde olmasaydı da
gidip görmeyi kafama koymuştum yani :) Burada hacılar ve turistler için
Harissa’yı anımsatan çeşitli objeler alabileceğiniz birçok dükkan bulunuyor.
Hıristiyan kutsal kişileri ve ağırlıklı olarak da Bakire Meryem’ı betimleyen
heykelcikler, haçlar, takılar, sarmal
kaidesiyle heykelin değişik boylarda modellerini bu mağazalardan
edinebilirsiniz.
Harissa'ya veda vakti geldiğinde teleferiğe biniyoruz ve dünyanın en güzel
manzaralarından birine dalıyoruz :) Oldukça yüksek bir noktadan
teleferik sizi alıyor ağaçların içinden geçip sonsuz maviliğe...
Teleferikte en şaşırtıcı nokta zaman zaman binaların arasında kalmak. O kadar
ki bir evin balkonuna inmek an meselesi gibi bir hal alıyor:)
Harissa'dan kutsal çağrışımlı hediyelikler... Mum:) Mum:) Mum:) Işık her dinde kutsaldır! |
Tepeden inerken önce bu ilk bakışta pasta dilimi gibi gözüken fünikülere biniliyor. Bu araçla teleferiğe binilecek düzlük alana geliniyor:) |
Teleferik Jounieh'ten Harissa'ya adeta bir uçan halı :) |
Açık pencerelerden evlerin içini rahatlıkla görebilirsiniz :)Balkonun dışına perde takma geleneği bu coğrafyada çok yaygın; mahremiyetten mi güneşten korunmak için mi onu bilemiyorum. |
Lezzetli şeyler…
Jounieh’den güzel anılarla ayrılırken
tur şirketinin ayarladığı bir balıkçıda yemek molası veriyoruz. Yemeklerden
ayrıca söz edeceğim ama çok deniz kokan bir gün olduğundan balıkları burada
ortaya getirmek istedim. Bir kere Lübnan mutfağı kesinlikle çok iştah açıcı. Mezeydi,
kebaptı, salataydı öyle sürüp gidiyor :) Ancak deniz ürünleri deyince
sanıyorum ki Akdeniz’in bu bölgesi harikalar yaratıyor. Önceki yıllarda Lazkiye’de
tattığım deniz ürünlerinin üzerine daha da iyisini yiyemem herhalde derken,
Lübnan sahil kesimindeki balıkçıların da çok mükellef sofralara imza attığını
öğrendim. İster havası, ister denizi,
ister aşçısı, ister pişirme biçimi deyin (bir Vedat Milor olmadığımdan detaya
inemiyorum :) ) muhakkak en az bir öğünü balıkçıda geçirmenizi öneririm :)
Öve öve bitirilemeyen balıklar:) Kalamar deyip geçmeyin:) Biz çıkışta kalamarı överken masada yemeği unuttuğu için kahreden arkadaşlar oldu:) |
Mezeler bu bölgenin olmazsa olmazı. Her sofrada muhakkak birkaç çeşit meze oluyor.
Fotoğrafta görülen humus, en popülerler mezelerden.İstanbul ve Antakya'da da birçok yerde yapılıyor ama Suriye ve Lübnan mutfağındaki tartışmasız daha lezzetli. Yine de benim mezelerden asıl favorim tabule :)) Taa daaa :) İşte bütün romanların kahramanı, bütün rakıların sultanı, rakı severlerin "efsane " olduğundan kuşkulandığı Zahle rakısı :) Arak Kısaca şanına şöhretine yakışır bir rakı demek doğru olur. Arakla ilgili konuşmaya Zahle'de devam etmeyi planlayarak bu rakı sohbetini sonlandırıyorum:) Yemek yediğimiz yer bir plajın restoranı. Hatta adı da White Beach. Normalde restoran olarak hizmet veriyor mu bilemiyorum ama beyaz taşlık çok güzel bir plaja sahip. Yemek boyunca manzarasını izlediğimiz sahili, yemeğin ardından yakından görme hevesine kapılıyoruz.
“Baldasarre’ın Cübeyl’i” Byblos…
Gezi rotamızın yeni uğrak yeri kadim Byblos ya da şimdiki adıyla Cübeyl.
Burası Beyrut’a oldukça yakın küçük, sevimli bir liman kenti. Byblos’u ilgi
çekici kılan ise tarihi geçmişi.
Yaklaşık 7000 yıldır kesintisiz insanların yaşadığı bir yer olarak,
insanlık tarihinin en görmüş geçirmiş yeri demek daha doğru galiba. Geçmişi Neolitik döneme kadar uzanan Byblos, altın çağını Fenikeliler'le yaşamıştır. Bu dönemde Byblos Limanı aracılığıyla Mısır'la sedir, Akdeniz ve Karadeniz'deki diğer uygarlıklarla da papirüs ticareti yapılmaktaymış. Bu ticari ilişkiler sonunda Yunanlılar buraya Yunanca papirüs demek olan Byblos adını vermiş. Daha önceleri buraya Gubla denmekteymiş.
Byblos'un kültür tarihiyle ilişkisi papirüs ticaret değil elbette. Bir sesin bir harfe karşılık geldiği alfabe burada vücut bulmuş. Şu anda bu yazıyı yazabildiysem bunu Byblos'a borçluyum yani :)
Tahmin edilebileceği gibi günümüzde İngilizce'deki "bible" (Kutsal Kitap) sözcüğü ve bundan türetilen "bibliothek" gibi sözcükler de adını bu güzel şehirden almış.
Byblos'ta Antik Liman hala kullanılıyor.
Byblos yaşadığı bütün zamanların
izlerini taşıyor. Fenike, Haçlı, Memluk, Osmanlı ve bütün diğer antik
kültürlerin soluğunu şehri adımlarken ensenizde hissediyorsunuz. Fenike
Nekropolü, Haçlı Kalesi, Osmanlı Evi, Roma Tapınağı, Fenike Surları, Roma
Tapınağı,... derken zaman uçup gidiyor.
Haçlı Kalesi'nin girişinden bir yapı.
Haçlı Kalesi'nden Fenike Surları Haçlı Kalesi ve Byblos Kalenin içinde küçük bir de müze bulunuyor. Yaslanmışım Roma'ya arkamda da Osmanlı :) Günün yorgunluğu üzerimizde:) Osmanlı'dan Byblos'ta kalan son eve doğru...Yorgunuz ama tükenmedik:)
Beyrut’a
Tam bu noktada bir parantez açmak istiyorum. Çarşıda gezmek bile başlı başına bir keyif ancak esnafa aynı ölçüde sempati duyduğumu söyleyemem. Üzgünüm, Amin Maalouf'un gizemli bir kitabın peşinden ülkeleri dolaşan kahramanı Cübeyl'li tüccar Baldassare beni affetsin :) *
Bu küçük kasabadaki gençler de bir tuhaf :) Günün belirli zamanlarında meydanda kızlı erkekli yeni yetme gençler toplanıp kendi yaptıkları berbat bir müzik eşliğinde dans ediyor. Bunun nesi tuhaf :) Bu kendiliğinden gelişen bir eğlence değil, neredeyse turistik bir animasyon gibi...Günde 3-4 defa tekrarlanıyor. Bir dans ve eğlence görüntüsünden çok zorlama bir atraksiyon. Ortalık saçma bir kakafoniyle doluyor. Tam bir hengame ama uzun sürmüyor en azından!
Byblos çarşıdan kaleye geçerken kullanılan yolun girişinden detay
Çarşıdaki rengarenk dükkanlardan biri...
Kültürel farklılıkları yoğun olan
yerler için söylenen çok klişe bir cümle vardır ya “ezan sesleriyle çan sesleri
birbirine karışıyor” diye, işte Byblos
tam onlardan. Maruni Kiliseleri’nden yükselen Arapça dini tören sesleri Ezan’la
harmanlanıyor. Buna bir uyum mu denmeli, yoksa her iki dini cemaat için
kaçınılmazlık mı…Her ne sebeple olursa olsun binlerce yıllık sokaklarda
kulakları dolduran bütün kutsal tınılar, şehrin “zaman durmuş” izlenimi veren
atmosferini daha fazla vurguluyor sanki.
Gün batımında St. Jean Marc Kilisesi
Çok şey öğrendiğimiz, çok önyargıdan vazgeçtiğimiz, çok eğlendiğimiz, çok şaşırdığımız, çok yediğimiz bir Lübnan gününü daha geride bırakıyoruz. Bütün gezi dönüşleri gibi tatlı bir burukluk ve dehşet verici bir yorgunlukla Beyrut’a doğru yol alıyoruz…
Devamı var…
Bu yazıları yazmanın galiba en güzel
tarafı yeniden yeniden aynı sokakları arşınlıyormuş gibi hissetmek. Beyrut
seyahatinin ikinci anlatımı da şimdilik tamamlandı. Devam yazısında meşhur Bekaa Vadisi’nin Baalbek’i,
sazlı, sözlü Beyrut geceleri, yürüyerek keşfettiğimiz Beyrut ve tavsiyeler
olacak.
Son olarak ilk Beyrut yazısına ulaşmak isteyenler buraya tıklayabilir:)
* Bahsi geçen kitap Lübnan kökenli yazar Amin Maalouf'un "Baldassare'nin Yolculuğu: Yüzüncü Ad" isimli kitabıdır. Kitapta Cübeyl'de yaşayan bir Cenevizli antika tüccarı olan Baldassare Embriaco'nun 1665'te Cübeyl'den başlayan serüveni anlatılıyor.
Amin Maalouf'un bütün kitapları gibi tavsiyemdir. Sürükleyici ve hep yeni kapılar açan, arada açılıp tekrar okunabilecek kitaplardan.
|
I found your blog through Jeita. Jeita Grotto is absolutely charming place.
YanıtlaSilThanks a lot :) Jeita like a dream :)
Sil300000 turistten bırı olabılmek dılegıyle :) fotograflar ınanılmaz keyıflı
YanıtlaSilDominotaşı umarım dileğiniz gerçek olur:) Keyif almanıza sevindim; çok teşekkür ederim:)
Sil:) fotolar güzel
YanıtlaSiltam Beyruta gitmek üzereyken kaynak kitaplar taramasında bu bloğu bulmak çok iyi oldu. istediğim kıvamında bir bilgi yazısı ve keyifle resimleri, izlenimleri okudum. çok teşekkürler.
YanıtlaSil