Modern,
Latince tam şimdi manasını taşıyan “modernus” sözcüğünden gelir. Sözcüğün tarih sahnesine çıkışı Roma
İmparatorluğu’nun Hıristiyanlığı resmi din ilan edişiyle ilişkilendirilir. Yeni
dinle birlikte pagan ve Roma devrini birbirinden ayırmak üzere kullanılır
modern. Devam eden tarihsel süreçte modernlik kavramının (içeriği zaman zaman
değişmekle beraber) hemen her dönem varlığını sürdürdüğünü görürüz. Günümüzde
19. yüzyılı kast ederek kullandığımız modernliği Habermas, “[…]kendini bütün tarihsel bağlardan kurtaran
radikal bir modernlik bilinci” olarak ifade eder.
Modernlik birçok durumda içinde garipliği de saklar. Yeni olan doğası gereği
alışılmadık ve “tuhaftır” ne de olsa. 19. yüzyılda bu tuhaflığı yaratan
Rubens’in boyadığı bir dizi freskonun Louvre taşınmasıyla, Lüxemburg Sarayı’nda
ortaya çıkan şöhretli salon sergilerinden ikincisinde gerçekleşir. Akademinin
dehşetle karşı çıkmasına rağmen Salon’da Manet, Degas, Sisley, Pisaro gibi
ressamların eserleri sergilenir. Akademinin iddiası bu eserlere kimsenin itibar
etmeyeceği yönünde olsa da sergi yoğun bir ilgiye mazhar olur. Çağı için
beklenmedik bu başarı, adeta modernliğin klasisizme galip gelmesi gibi algılanır.
Baudelaire’in sıkı sıkıya kucakladığı ve methiyeler düzdüğü ressamların devri
başlamış, Sanat Tarihi için farklı bir sayfa açılmıştır artık. Yüzlerce yıldır
ölümsüzleri yansıtan yontular, tablolar bundan böyle ışıl ışıl şehirlerin
gerçek insanlarının mevzilendiği bir alana dönüşecektir. Ne var ki
Baudelaire’in Paris’i henüz tam manasıyla sıradan olanın güzelliğiyle (yahut
çirkinliğiyle) kuşatılmamıştır. Her ne kadar şehir, hızla kalabalıklaşıp,
yeniden imar edilse de 20. yüzyılın Paris’i Baudelaire’in düşündüğünden bile
hızlı bir değişime maruz kalacaktır.
19. yüzyıl sadece sanat değil,
bilimsel ve toplumsal değişimlerin ivme kazandığı bir süreçtir. Ekonomik
ilişkilerin bu dönemde yeniden düzenlendiği görülür. Bütün zamanlar boyunca
öznenin dünyayı algılayışını belirleyen en önemli ölçütlerden biri ekonomik
bağlantılardır. 19. yüzyılda gerçekleşen endüstri devrimiyle, üretim
teknolojisi kökten değişince, insan neredeyse teknolojinin bir parçası
(uzantısı) olarak görülmeye başlar. İnsan kesinlikle Marksizm’in tanımladığı
gibi “her şeyden önce bir eylem ve iş varlığıdır”. Fakat bu bakış açısına göre
bireyin bu çabası onu toplumsallaştıran bir etmendir. Kapitalizm söz konusu
olduğunda üretim etkinliğinin sonucunda meydana çıkan emtia ile üretim
sürecinde çalışan işçi arasındaki bağlantı ortadan kalkar. Bu yabancılaşmanın
gerek sinemada, gerek edebiyatta üretim bandı üzerinden aktarılır. İki dünya
savaşı arasında Charlie Chaplin tarafından çekilen Modern Zamanlar’da dönemin
zorlu koşulları karşısında, aslında sadece temel ihtiyaçları doğrultusunda
mücadele eden öznenin zorlu mücadelesini izleriz. Hareketleri otomatikleşen ve sadece daha hızlı
hareket etmesi beklenen, aslında aralarına
sıkıştığı çarklardan pek de bir farkı olmayan bir parça haline gelmiştir işçi.
Bu bağlamda Modern Zamanlar’da Chaplin’in hayat verdiği karakterle, İlya
Ehrenburg’un zamanımızın güncesi olarak nitelediği, Ve İnsan Otomobili Yarattı
adlı kitabında Citroen Fabrikası’nda çalışan işçilerden bir farkı yoktur:
“Gençliğinde
sessiz sakin çalışmıştı. Günde on saat çalıştı ama kimse dürtmedi onu, kimse
koşturmadı. Gereçlerini ve demiri seviyordu. İşinden zevk alıyordu. Kendi
kendisinin efendisiydi. O günlerde kitap okur, toplantılara giderdi. Emeğin
zaferine, insanlığın kardeşliğine inanırdı. Ama baktı ki kendi efendiliği beş
para etmiyor! Freze tezgahı milimetrenin yüzde biri kadar hassas işliyordu.
Artık Pierre makineyi değil, makine Pierre’i kullanıyordu. Şimdi yay kelepçesi
takıyordu yalnızca. İnsanların kardeşliğini falan unutmuştu. Tek bir şey
anlıyordu: Hiçbir şeyin değişmesi olası değildi. Yürüyen bant gidiyordu. Bunun
karşına hangi tartışmanın gücü çıkabilirdi ki? Gık dese tekmeyi yer. Atarlar
onu. Bir başkasını, Afrikalı birini ya da bir çocuğu alırlar işe. Şu zincir
kelepçelerini kim olsa yerine takar…”
Gerek
Chaplin, gerek Ehrenburg, aynı banttan söz ederler eserlerinde. Endüstri ile
mücadele eden, şehirlerin parlak ışıkları altında, gözleri kamaşmış, nereye
bakacaklarını bilmeyen, baksalar da göremeyen kahramanlar durur karşımızda.
Şehrin rüyaları gerçek yapma vaadi taşıyan Amerika’da yahut, her tür gelişmeye
saniyesi saniyesine ayak uydurmayı bilen Paris’te olması fark etmez; –izm’ler
çağı tükenirken, öznenin erişilmez olduğu düşünülen iradi gücü de tükenmiştir. Artık
çalışmaktan başka çare yoktur. Nasıl olsa güneş ufukta bir gün doğacaktır.
Pierre aksini düşünse de büyük çoğunluk Chaplin’in filminin sonundaki gibi bir
umuda bel bağlar. Kendisi
de iki dünya savaşı arasında kıskıvrak (ve kısa) bir ömür geçiren, 20. yüzyılın
son büyük aydını olarak anılan Walter Benjamin, kapitalizmin umuda açılan
herhangi bir kapısı olmadığının altını çizer. Bir kurtarıcı umut yerine şehir
ve sanatla sağaltımı, uzlaşmayı tercih eder. Ne var ki burada kast ettiği,
kesinlikle Victoria Dönemi kültürel reformları benzeri uygulamalar değildir.
Artık taşradan kente gelmiş sınıfını, iş dışında oyalamak ve eğitmek için
müzeye göndermenin devri kapanmıştır. Benjamin, kapitalizmin güçlü bağlarla
şehirleri ve dünyayı kuşattığını kabul eder. Yine de Paris’i ayrı tuttuğunu
görürüz. Paris’in geçmişiyle olan ayrılmaz birlikteliği, kapitalizmin yıkıcı
doğasına rağmen derinlerde kalmış bir umudun taşıyıcısıdır. Üstelik Benjamin,
tekniğin getirdiği imkanların sanatı yeniden yaratma ya da yaratılmak gibi
erişilmez tavrından arındırabilecek potansiyeli sunması açısından değerlendirme
yolunu seçer.

Benjamin
1935’te kaleme aldığı Teknik Olarak Yeniden Üretilebilirlik Çağında Sanat
Yapıtı adlı çalışmasında, 19. yüzyılda değişen üretim biçimlerine sanatın
kayıtsız kalamayacağını açıkça ifade ediyordu. Özellikle sinema ve fotoğraf
üzerine odaklanan bu anlatı, sanatın klasik ifade biçimlerinden azat
edilmesinin şafağında yazılmış ve 20. yüzyıl sanatındaki değişimin erken
habercisi olmuştur. Benjamin, sanatın özgürleşmesinin gerekliliğini savunur.
Sanattaki kısıtlayıcı etmenler, insanlık tarihiyle başlayan süreçte
kemikleşmiştir. Tapınaktaki heykelin kutsallığı, müzedeki heykelin
dokunulmazlığına devrişirilmiş ve üretici güçler başrolü alana kadar da sanat
kendi iktidarını kuramamıştır. Sanat yapıtını özgün kılan yapıldığı zaman,
mekana ait olmak, zamanın tanığı olmak gibi niteliklerin yanında, biricik ve
tek olmak vasfını taşımasındadır. Kısıtlı imkanlarla sanat eserinin,
olabildiğince özgün bir eşini yapmaya kalkmak, aynı eseri ortaya koymaya
yetmez. Teknolojinin olanaklarıyla sanat eseri sınırsız bir yeniden üretim
alanına kavuşur. Bu meyanda sanatın erişilmezliği ortadan kalkarken, asıl
yapıtla olan bağı da ortadan kalkar. Benjamin bu durumu sanatta auranın
bozulması şeklinde açıklar. Fakat Benjamin bunu bir problem alanı gibi
yorumlama eğiliminde değildir. Bu aurasızlaşmayla, sanat idealize edildiği, bir
külte dönüştüğü sistemin içinden çıkarılıp, kitlenin kullanımına sunulabilecektir.
Daha farklı bir ifadeyle Benjamin “Sanatın politikleşerek tekrar hayata
bağlanabileceğini ve böylece yeni bir hayatın kapısını aralayabileceğini hayal
etmiştir.”
Geleneksel
sınırları aşıp, teknolojinin sunduğu imkanlarla yeni bir kimlik bulan sanat
kendini en doğru ifade edebileceği alanları da bulmuş olur böylece: Fotoğraf ve
sinema. Kapitalizmin her şeyi metalaştırması, sanatı da içine almıştır.
Benjamin’in, teknik sayesinde çoğaltılan sanattaki bu aurasızlaştırmanın
kitlenin politize edilmesi hususunda ümit beslediğini hissederiz. Chaplin’in Modern
Zamanları’nı görmüş ve sinemanın olanaklarını, müzeye, mimariye, sergi
salonlarına hapsolmuş tek ve biricik, bütün zamanlara hükmetmiş auralı
eserlerden daha etkili olabileceği fikrini öne sürmüştür. Benjamin’in buradaki
hareket noktası öznenin sanat eseri karşısındaki tavrıdır. Aurasızllaşmayla
geleneksel anlayıştan sıyrılan sanat eseri, özünden uzaklaşır ama bu
uzaklaşmayla izleyiciye yakınlaşacaktır.

Benjamin
bu düşünceyi inşa ederken, öncelikle fotoğraftan etkilendiğini dile getirir.
Eserlerinden fotoğrafa özel bir ilgisi olduğunu anladığımız Benjamin çağında
Mona Lisa’nın çalınmasıyla başlayan süreci de iyi okumuş olmalıdır. 1911
yılında Louvre’un bir çalışanı tarafından çalınan Leonardo’nun ünlü eseri, asıl
ününü aslında bu olaya borçludur. İki yıl
boyunca kayıp olan esere ait fotoğraflar, afişler, ilanlar o kadar çok elden
ele dolaşmıştır ki sonunda Mona Lisa, adeta bir pop yıldızı haline gelmiştir.
Kibrit kutularından, sinema aralarına kadar her yerde Mona Lisa’nın
fotoğrafının bulunduğu bir iki yıldır; ve normalde Louvre’un duvarında
asılıyken onu görmeye gitmeyen kalabalıklar geride bıraktığı boşluğu görmek
üzere saatlerce kuyrukta beklemeye razı olurlar. Bu olaydan önce sanat tarihinin
göz bebeği olarak Raffaello’nun Sistine Madonnası ve La Fornarina’sı arasında
bir gelgit yaşanıyordu. Elbette Mona Lisa’da ayrı bir yere sahipti ama
sarsılmaz yükselişi çalınmasının mucizevi sonucuydu. Dolayısıyla kitleleri
harekete geçiren aslında bir çeşit reklam kampanyasıdır. Özne kült bir nesneyi
doğrudan anlamakta güçlük çekebilir ama Mona Lisa’yı kitlelere tanıtan
fotoğraf, daha önemlisi görüntüleme tekniklerini kullanan sinema daha geniş
kitlelere ulaşıp, daha kolay etki uyandırabilme gücüne sahiptir. Sanatın
dokunulmazlığı ortadan kalktığı için kitle hem eleştirebilecek, hem de daha
geniş bir sorgulama yapabilecektir. Böylece sanat eseri daha özgür bir yapı
oluşturmada etkin bir rol oynayabilecektir.
Benjamin
tarafından sinema, görüntü, ses, müzik, hareket gibi birçok durumu eş zamanlı
biçimde sunan kompleks bir yapı arz ettiği için kamusal bir devinim
yaratabileceği bir zeminde incelenmiştir. Sinema insanları bir yandan aşina
oldukları bir yolculuğa davet ederken, diğer taraftan da yeni unsurlarla bu
yolculuğu zenginleştirir. Bu yolculuk kişinin fiziki kavrama donanımının çok
ötesindedir. Özne kendi gözüyle değil teknolojinin gözü olan kamerayla daha
incelikli bir görme deneyimi yaşar. Böylece mekanik bir yetinin insana ait
yetilerin önüne geçmeye başlaması gündeme gelmiştir. Müzede bir eserin karşısında
bulunmak yahut bir edebi eser yoğun bir yalnızlık gerektirir. İzleyicinin sanat
eseriyle karşılaşma anı da tıpkı eser gibi biricik bir deneyim yaratır.
Algılama anı kişisel ve konsantrasyon gerektiren bir süreçtir. İşte Benjamin
sinemanın bu kişisel konsantrasyonun yerine kolektif bir etkileşimi
yerleştirdiğini ifade eder. Tabi her vesileyle “sinemanın kendisini kapitalist
sömürünün prangalarından kurtarması” gerekliliğini de vurgulamıştır.
Benjamin’in
ortaya koyduğu düşünce, 20. yüzyıl süresince sanat tartışmalarının odağında
olan ve aslında hala tam olarak gündemden düşmeyen konu. Sinemanın kitleleri
harekete geçirdiği, fotoğrafın reklamın ana unsuru olduğu kesinleşti. Dünya,
20. yüzyılın boyunca hangi ideolojiyi savunursa savunsun öncelikle faşist
liderlerin filmleriyle kitleleri hipnotize etmeyi başardığına şahit oldu. Hollywood
kendi yürüyen bantlarını, kahramanlarını, sansürünü ve koşullarını bütün
dünyaya dayatmayı başardı. Kendinden olmayana iş vermedi, hala peşinden koşulan
idealize güzellik ölçütlerini ve başka birçok yerleşik yargı yarattı. Hatta reklam filmleri aracılığıyla hayatında
doğru dürüst kar görmemiş, Aziz Nikolaos’un Noel Baba olup kızağını ren
geyiklerinin çektiği, dünyanın en tanınmış pazarlama karakterlerinden birine
dönüşmesini bile sağladı.
Çağın
teknolojisi sanatın bütün alanları arasındaki sınırları yerle bir etti. Akım ve
karşı akım olarak gelişen 20. yüzyıl sanatı 19. yüzyılda yaşamış herhangi
birinin hayal gücünü zorlayacak bir atmosfer yarattı. Benjamin’in yeniden
üretilen sanatına teknik olarak benimseyen, Pop Art’ın sanat eserinin “aurası”nı
göz göre göre söküp aldı. Ama bunu tamamen ticari bir hazla yaptığını saklama
gereği bile duymuyordu. Dahası kullandığı temsil biçiminde kadını bir ev
gereci, cinsel bir ürün gibi göstermekten de geri durmuyordu. Elbette Fluxus
gibi her tür teknolojiyi kullanan ve kültürel ve toplumsal bir kaynaşma
hedefleyen oluşumlar da yüzyılın sanatsal kaosunda kendine yer bulabilmişti.
Böylesi bir oluşumda bile daha fazla göz önünde bulunmak isteyen Joseph Beuys
gibi isimler uyduruk yaşamöyküleriyle bir pazar yaratmaktan çekinmiyorlardı.
Sanatın
aurasızlaşması Benjamin açısından en belirgin olarak, yeniden üretilebilirlik
bağlamında fotoğraf ve sinemayla ilgiliydi. 20. yüzyıl bu aurasızlaşmaya yeni
ve etkili bir kavram ekledi: enstalasyon. Belirli yer ve zamana göre
tasarlanan, bazen tesadüfilikler içeren enstalasyon alınıp, satılmaya uygun
olmayan doğası gereği geleneksel sanat eserinden farklıydı. Neoliberal söylemin
etkinleşmeye başladığı dönemden itibaren, enstalasyon da metalaşmaya karşı
koyamadı. Çağdaş sanat konusunda akademik çalışmalar yapan Julian Stallabras
neoliberal döneme ilişkin şöyle bir saptama yapıyor: “Neoliberalizmin ekonomik
ifadesi daha keskin bir adaletsizlik, politik ifadesi kuralsızlaşma ve
özelleştirme, kültürel ifadesi de sınırsız tüketimciliktir.”
Bu
sözler bize Benjamin’in çağdaşı Adorno’nun kültür endüstrisi olarak tanımladığı
olguyu hatırlatır. Kültür endüstrisinin üretimi olan herhangi bir sanat ürünü
Adorno için entelektüel değerden azadedir. İster müzik, ister edebiyat, ister
sinema olsun, ürünler mümkün olduğunca basit, klişelerle süslü ve tekrara
dayalıdır. Adorno’nun yeni sanat anlayışında karşı çıktığı temel unsur, sanatın
kitle içindeki her bireyin mevcut düzeni kabullenmesi için araç olarak ele
alınmasıdır.

21.
yüzyılın ilk çeyreğine varan takvimi yaşarken sanat aurasız, Athena artık
sanatı korumaktan çok uzak, müzeler çağdışı olarak anılmamak için varını yoğunu
dijital teknolojilere aktarmaktan çekinmiyor. Müze bir turistik değer ölçeğinde
ele alınıyor. Şimdilerde Van Gogh’un Yıldızlı Gece’si içinde
gezinebiliyor, hatta onu bir tişört olarak giyebiliyoruz. Kitle sinemadan,
reklamdan, dijital dünyanın manipülasyonundan kaçamıyor. Kaçmak için bir
fırsatı yok aslında Ehrenburg’un yahut Chaplin’in karakteri gibi. Birçok
durumda bunu sorgulamaktan da imtina ediyor belki de. Birçok insan kitlenin
geri kalanı için bir profil resminden ibaret artık. Aurasızlaşan sanatla özne
arasında mesafe günden güne katlanıyor. Bienaller, uluslararası sergiler, sanat
fuarları sanatı en azından şehir ölçeğinde erişilebilir kılıyor. Fakat öznenin
fiziksel erişimi zihinsel erişimi garanti etmiyor. Sanat ve zanaatın
işbirliğiyle başlayan değişim süreci özne açısından, çoğu zaman tanımlanamayan
bir heyula gibi algılanıyor. Özne esere nereden bakacağını kestiremediği gibi,
doğrudan alımlama yapamadığı zaman kendini birçok alanda yetersiz ve entelektüel
olarak yara almış gibi hissediyor. Tuval resminin hala açık ara en çok değer
biçilen sanat nesnesi olmasını biraz bu duruma, biraz da taşınabilme ve
saklanabilme pratiğine borçluyuz. Özne çağdaş sanat karşısında belirsizlikler
içinde salınırken, çoktan belirlenmiş olan ve durmadan daha fazlasını isteyen
egemen güçler tarafından daha fazla tüketmek için hazır hale getiriliyor.
Walter
Benjamin bir 20. yüzyıl düşü çizmiş ve bu düşü en hızlı kendi terk etmiştir. Geçmişle
bağ kurmadan geleceği inşa etmenin mümkün olmadığını modernite üzerinden
aktarmıştır. Fotoğraf, sinema ve modern sanatın olanakları konusunda doğru bir
öngörüde bulunmuş, ancak kitle üzerindeki etkisi yukarıda bahsi geçen
tartışmalar doğrultusunda aksi yönde gelişmiştir. 21.yüzyılda kitlenin içinde
tek bir özne olmak fikri bile sakıncalı hale gelmiştir. Sistemin uzantısı
olmanın kutsanması, her anlamda bireyselleşmeyi sakıncalı göstermekte ve bunda
başarılı olmaktadır.
SEÇME KAYNAKÇA
·
ADORNO, T. (2011). Kültür Endüstrisi - Kültür Yönetimi. Çev. Mustafa Tüzel-Elçin Gen-Nihat
Ülner. İstanbul: İletişim Yayınları.
· ARTUN,
Ali; Sanat Müzeleri 1: Müze ve Modernlik,
İletişim Yayınları, İstanbul 2018.
· BAUDELAIRE,Charles,
Modern Hayatın Ressamı, Çev: Ali
Berktay, İletişim Yayınları, İstanbul 2007.
·
BENJAMIN, Walter, Pasajlar, Çev: Ahmet Cemal, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul 2016.
· BENJAMIN,
Walter, Teknik Olarak Yeniden
Üretilebilirlik Çağında Sanat Yapıtı, Çev:Gökhan Sarı, Zeplin Kitap,
İstanbul 2015.
· EHRENBURG,
İlya, Ve İnsan Otomobili Yarattı,
Çev: Şemsa Yeğin, Payel Yayınevi, İstanbul 2000.
· HABERMAS,
Jurgen, Modernlik: Tamamlanmamış Bir
Proje, Postmodernizm , Necmi Zeka (haz.), Kıyı Yayınları, İstanbul 1994.
· STALLABRAS,
Julien, Sanat A.Ş., Çev: Esin
Soğancılar, İletişim Yayınları, İstanbul 2009.